16 Nisan Erdoğan’ın zaferidir

M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
29.04.2017

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2002’nin kaos ortamından çıkarttığı Türkiye’yi kendisinden sonra bir daha koalisyon krizlerine düşmeyeceği bir noktaya taşıdı ve Türk siyasetine olan vefa borcunu ödedi. Artık Türk siyaseti Erdoğan’a borçlu.


16 Nisan Erdoğan’ın zaferidir

16 Nisan referandumunun sonuçları Türkiye’de olduğu kadar dünyada da yoğun bir biçimde tartışılmakta. ‘Evet’ ve ‘hayır’ oranlarının birbirine olan yakınlığı bir yandan ülkenin bölünmüşlüğü olarak yorumlanıyor, diğer yandan Türkiye meşruiyet tartışmaları üzerinden kaosa sürüklenmek isteniyor. Bu ortamda dile getirilmeyen hakikat ise sandıktan çıkan Türkiye tablosunun Avrupa’nın sunmak istediği heterojen Türkiye imajına hizmet etmediği. Aksine, sandık cümle aleme Türkiye’nin her görüşten insanın fikrini açıkca beyan edebildiği ve reyini istediği gibi verebildiği bir demokrasiye sahip olduğunu gösterdi. Almanya tarafından tüm dünyaya sunulan “korku imparatorluğu Türkiye” imajı bu noktada anlamını yitiriyor. Gel gelelim bunu görmek için de asgari bir insafa ihtiyaç var.

Evet, ‘evet-hayır’ oranlarının birbirine yakınlığı müsbet olarak okunması gereken bir durum. Buna rağmen ‘evet’ cephesinde beklenen farkın oluşmamasından doğan rahatsızlık “Biz nerede hata yaptık?” sorusunu gündemde tutuyor. Bu soru 16 Nisan’da ‘evet’in elde ettiği başarının mahiyetini görmemize mani oluyor. Asıl kabul etmemiz gereken şey, sandıktan çıkması zor olan neticenin ‘evet’ olduğu, buna rağmen bu eşiğin aşıldığı ve Erdoğan’ın boynunun borcu olan bir dönüşümü tamamlamayı başardığı gerçeğidir.

Değişime ikna etmek

Bir merkez partisi olarak AK Parti’nin çekirdeğini oluşturan kitleye ilaveten bir çevre seçmen kitlesine sahip olduğu muhakkaktır. Söz konusu çekirdek Erdoğan liderliğine son derece inanan ve siyasal aidiyetini Erdoğan siyaseti ile tanımlayan bir kitledir. Bununla birlikte muhafazakar seçmenin önemli bir kesiminin de siyasal temsilini Ak Parti’de bulduğu ve bu sebeple partinin çevre seçmen kitlesinin önemli bir kısmını teşkil ettiğini belirtmekte fayda var. Bu bakımdan Ak Parti seçmeninin Alman basınının saçma bir yakıştırma ile tarif ettiği “Erdo-fan”lar bloğu olmadığını söylemeliyiz. Ak Parti, muarızlarının iddia ettiğinden daha homojen bir seçmen kitlesine sahip. Ancak bu kitle içinde çekirdekten en kolay çözülebilen kitlenin Demirel tedrisatından geçmiş muhafazakar kitle olduğu kanaatindeyim. Edmund Burke muhafazakarlığın nasıl bir refleks olduğunu ortaya koyarken “Biz devrimden sonra bir karşı devrim istemiyoruz. Aksine biz devrime karşı bir şey istiyoruz” demişti. Dolayısıyla muhafazakarlığın temel talebi muarızlarının iddia ettiğinin aksine herşeyi kendi çıkarına evirecek bir macera değildir; aksine bir muhafazakar belli bir asgari yaşam memnuniyetinin tesisini ve bunun muhafazasını önceler.

Ak Parti 2002 yılında iktidara geldiğinde bütün kurumlarıyla dibe vurmuş, iktisaden çökmüş bir ülkeyi devralmıştı. Bu bakımdan bugüne kadar kurulan hükumetlerin ilk açıklaması olan “Enkaz devraldık” klişesini kullanmayı seleflerinden fazla Ak Parti hak ediyordu. Sistem iflas etmiş, vatandaşın devlete ve kurumlarına itimadı kalmamıştı. Bu itimad kaybından devletten ve sistemden en son ümit kesmesi beklenen Türk muhafazakarı da nasibini almış; bu sebeple merkez siyaset 3 Kasım seçimlerinde seçmen tarafından tasfiye edilmişti. Seçmen dönüştürücü bir kuvvete ihtiyaç duymuş, AK Parti bu talebin bir tezahürü olarak tek başına iktidara gelmişti.

Sistem dönüşümüne yönelik böyle bir referandum 2002 yılında yapılsaydı ‘evet-hayır’ oranı nasıl olurdu? Bu sorunun referandum sonuçlarını okumada çok temel bir soru olduğu kanaatindeyim. Elbette sistem değişikliğinin talep edilmesinin en önemli şartı sistemden yana bir memnuniyetsizliğin var olmasıdır. 2002 yılında sistemden yana bir memnuniyetsizliğin tezahürü olarak iktidara gelen Ak Parti, sonraki seçimlerde sistemden yana sahip olunan genel memnuniyetin neticesinde iktidarda kalmayı başardı. Erdoğan’ın başarı ile sürdürdüğü taban politikaları ve kültüralist restorasyon bir yandan vatandaşın devlete ve sisteme olan güvenini yerine getirirken, diğer yandan vatandaşın özgüvenini de yükseltti. Dolayısıyla sistem dönüşümü için gerekli olan iki temel şartın etkisi minimal hale geldi. Sistemden yana şikayetler en düşük seviyeye gerilerken; “Bizden bir şey olmaz” klişesi bu zaman zarfında yıkıldı. Ak Parti muhafazakar seçmeninin sistem dönüşümüne olan gereksinimini kendisi yok etti. Bununla birlikte Ak Parti’nin çekirdek seçmeni de sistemi sahiplenmiş bir kitle olarak sistem dönüşümüne yönelik temel bir talebe sahip değildi.

Şu halde sanılanın aksine Erdoğan sistem dönüşümüne yönelik bir talebi olmayan; aksine direnci olan seçmen tabanını, sistem dönüşümüne ikna etmek gibi bir eşiği aştığını söyleyebiliriz.

15 Temmuz’u unutmayalım

Ak Parti’ye oy veren kitle arasında istikrar ve Ak Parti iktidarındaki kazanımların sürmesi kaygısına sahip bir kitle olduğu bilinen bir gerçektir. Söz konusu kitlenin sahip olduğu refah seviyesi 2002 yılında sahip olmadığı bir şeydir. Bu kitlenin, Ak Parti iktidarında elde ettiği kazanımları her tehlikeye girişinde Ak Parti’ye daha da eklemlendiğine şahit olduk. Ancak bu eklemlenmenin bir siyasal bilinç doğurduğunu ve siyasal bir aidiyete dönüştüğünü iddia etmek mümkün değil.

15 Temmuz’un bu kitle üzerinde nasıl bir etki yarattığını referandum sürecinde neredeyse hiç konuşmadık ve sağlıklı olarak analiz etmedik. Oysa bu kitlenin propaganda süreci boyunca sorduğu en temel soru “12 Eylül referandumunda ‘evet’ dedik, altından FETÖ çıktı. Ya yine bilmediğimiz bir tehlike bizi bekliyorsa?” olmuştu. Bu soru mezkur kitlenin referandumda sandık başına nasıl bir psikoloji ile gideceğini ortaya koyması bakımından temel bir sualdir.

15 Temmuz’un doğurduğu paradigmanın toplumsal bir birliğe vesile olduğu muhakkak. Bununla birlikte bu paradigmanın yaydığı hakim hissiyat ülkemizde temel emniyetin ve düzenin her an stabilitesini yitirme ihtimali olduğu gerçeğiyle yüzleşmenin yarattığı travmadır. Bu travma Ak Parti seçmeni arasında önemli bir kesimin de sahip olduğu bir psikoloji. Bu psikolojinin sandığa yansıması ise sistem dönüşümüne yönelik ortaya konan çekince olarak tezahür etti. Ak Parti seçmeni arasında önemli bir kesimi; Erdoğan siyasetine angaje olmaktan çıkmış olmadığı ve AK Parti seçmeni olmaktan vaz geçmediği halde ‘evet’ vermeye ikna etmeyen şey işte 15 Temmuz’un yarattığı bu korkudur. Ak Parti seçmeninin bu kesimi 16 Nisan’da zımnen “siyaseten bir yere gittiğimiz yok, ancak sistem değişikliğini göze alacak cesarete de sahip değiliz” dedi.    

Avrupa bu durumu gayet iyi kavramış olacak ki propaganda döneminde Türk muhafazakarının bu ürkekliğine oynadı. Sürekli izole olacak olan Türkiye’den, ‘evet’ çıkarsa ödenecek ağır bedellerden, 15 sene öncesine dönmekten bahsetmeleri işte tam olarak bu sebeptendir. Avrupa’nın bu tezviratında başarılı olduğunu belirtmekte fayda var. Ak Parti’nin çevre seçmeninin bir kısmını ürkütmeyi başardılar. Ancak beklentilerinin aksine Ak Parti’nin çekirdeği çevrenin bir kısmını da kendisine eklemledi; zira Avrupa’nın hudut tanımazlığı en kuvvetli iksir olan hamiyet-i milliyeyi korkuya galip kıldı. Bu sebeple referandum öncesi yapılan eleştirel öngörülerin isabet sağlayamadığının altını çizmeliyiz. Hakim yorum   “Erdoğan 15 Temmuz’da arkasına aldığı rüzgar ile ‘evet’i çıkarmak amacında” şeklindeydi. Sandıktan çıkan sonuç Erdoğan’ın 15 Temmuz rüzgarını arkasına alarak değil; bilakis bu rüzgara karşı koyarak referanduma girdiğini ortaya koyuyor.

Bu noktada sandıkta oylananın bir referandum olduğu, genel seçim olmadığı gerçeğini unutanların yaptıkları “Erdoğan+Bahçeli yüzde 51 ise bir dahaki seçimde Ak Parti yüzde 30’lara gerileyecektir” türünden çıkarımların her hangi bir karşılığı olmadığını belirtmemiz gerek. Hem Erdoğan hem de Bahçeli ‘hayır’ cephesinden bir dahaki seçimde alacaklı olduklarının bilincinde.   

Erdoğan borcunu ödedi

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türk siyaseti açısından ifa ettiği tarihi misyonunun ne olduğu bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda daha iyi anlaşılacaktır. Erdoğan, Türkiye açısından hayati öneme sahip böylesi bir sistem dönüşümünü gerçekleştirmek için varlığı zarurui bir siyasi figürdür. Zira Türk siyasetinin şeş cihetinde  Erdoğan benzeri bir konsolide edici güce denk gelemiyoruz. Türk siyasetinde gelişimi temsil eden ve vazifeten Türkiye’nin geliştirici cenahı olan muhafazakar blok; diğer tarafta gelişmeyi sureten kabul eden, ancak değişmek-dönüşmek gibi hususlara son derece kapalı modernleşmeci blok referandumda karşı karşıya geldi. Buna bir de gelişimci muhafazakarlığın dönüşüme olan mesafesini ve son dönemde yaşanan travmalar sonrası daha da ürkekleştiği gerçeğini ilave edersek, bu sistem dönüşümünün aslında deveye hendek atlatmak kadar müşkül bir paradoks olduğu gerçeği ile yüz yüze geliriz. İşte Erdoğan siyaseti, ikna ediciliği ve birleştiriciliği tam olarak burada devreye girdi ve ‘evet’e dönüşümü sağlayacak konsolidasyonu oluşturdu. Formülü tersten okuyacak olursak, Erdoğan faktörü olmadan sağlanamayacak dönüşüm Erdoğan henüz Türk siyasetinin en majör figürü iken sağlandı. Erdoğan 2002’nin kaos ortamından çıkarttığı Türkiye’yi kendisinden sonra bir daha koalisyon krizlerine düşmeyeceği bir noktaya taşıdı ve Türk siyasetine olan vefa borcunu ödedi. Artık Türk siyaseti Erdoğan’a borçlu. Bu borcu 2019 yılında Erdoğan’ı yeni sistemin ilk başkanı yaparak ödemek Türk halkının elinde.  

[email protected]