16 Nisan ve devletin normalleşmesi

Dr. Ali Aslan
6.05.2017

AK Parti devletin normalleşmesini; ekonomik gelişim ve adil bölüşüm, askeri güvenlik ve geniş toplumsal kesimlerin devlete aidiyet bağını güçlendirme yönünde pratiğe dökebilirse hem değişim karşıtı bloğa hem de kendi bloğundaki eski devlet aktörlerine karşı elini güçlendirecektir.


16 Nisan ve devletin normalleşmesi

16 Nisan sonrasında CHP’nin ileri gelen siyasi figürleri, bir yandan “millet iradesi gasp edildi” iddiasıyla sonuçları sulandırmaya çalışırken, diğer yandan da “tek adam rejimi kurularak devlet ve cumhuriyet çökertildi” argümanına sarıldılar. “Hayır bitmedi daha yeni başlıyor” sloganıyla da ortaya çıkan şartları kabul etmeyeceklerini, yani demokratik siyasetin normalleşmesine müsaade etmeyeceklerini ifade etmekteler.

Bunun yanında muhalif çevrelerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 16 Nisan sonrasında AK Parti’ye geri dönüşü “AK Parti’nin yapısal bir kriz içerisinde olduğu” şeklinde yorumlandı. Buna göre Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vesayet sistemini dönüştürme ya da devlete sahip olma hedefinin Gezi kalkışması, 17-25 Aralık yargı darbesi ve 15 Temmuz askeri darbe girişiminden oluşan direnç sonucunda sekteye uğramasıyla defansif bir pozisyona kaydığı belirtiliyor. İktidarını derinleştiremedikçe ve genişletemedikçe Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gücü tek elde toplama, bunun sonucunda yalnızlaşma ve nihayet ülkeyi yönetememe noktasına geldiği dile getiriliyor. Devletin zirvesinde yürütme yetkisini tek elde toplamakla kalmayıp, AK Parti’nin başına yeniden geçmeye yönelmesiyle bu durumun somutlaştığı iddia ediliyor. Özetle, 16 Nisan’ın 15 yıllık AK Parti iktidarının derin bir “hegemonik kriz” içerisinde olduğunu belgelediği öne sürülmekte. Muhalefetin perspektifinden siyasi tablonun bu şekilde görülmesinde şaşılacak bir taraf yok. Keza ülke siyasetinde yapısal bir değişim getiren 16 Nisan, muhalefet açısından ağır bir yenilgi teşkil ediyor. 100 yılı aşkın bir süredir devleti tekeline alan bürokratik oligarşi ve buna eklemlenmiş laik-milliyetçi toplumsal kesimlerin iktidarı mutlak anlamda kaybetmesi bu cenahta derin bir öfke ve hayal kırıklığı yaratmış durumda. Gerçekten de “devletçi modernist” aktörler artık siyasete ihtiyaç duymadan devleti kontrol etme ve iktidar olma lüksünü kaybetti. Bundan sonra iktidara ortak olmak için yukarılardan sokağa inip mücadele etmek zorundalar ve bu mücadele demokratik siyasetin kurallarını kabul edip ona göre hareket etmekten geçiyor. Ne yazık ki siyasete ihtiyaç duymadan iktidarı elde tutma konforunun yaratmış olduğu ataleti aşmak öyle kolay değil. Millet her başını kaldırdığında orduyu göreve çağırmak, vesayetçi yargıyı devreye sokmak, yandaş medyada yaygara kopararak üniversiteleri ve sokağı ayaklandırarak “zora başvurarak” siyaseti felç etmek artık iktidara giden yol değil. İktidara giden yol bundan böyle toplumun merkezine seslenecek yeni bir siyasi söylemle halkın ‘rızasını’ kazanmaktan geçiyor. CHP’nin önündeki en temel meydan okuma ve imtihan, siyasetin normalleşmesini sindirerek buna adapte olup olamamak. CHP’yi de aşacak şekilde genel anlamda Sol muhalefetin kaderi, toplumun karşısına ayakları yere basan, toplumun değerlerini ciddiye alan siyasi-toplumsal bütünlük sunan bir ütopyayla çıkmasına bağlı. İktidarın yolu halksız bir halkçılıktan geçmiyor.

CHP’de normalleşmeye yönelik sinyaller olduğu da bir gerçek. CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bir televizyon programında partisinin 2019 Genel Seçimleri’ne yönelik şimdiden bir hazırlık içerisine girmesi gerektiği yönünde yaptığı açıklamalar bu eğilimi yansıtıyor. Yine, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu “tek adamlıkla” suçlayan CHP milletvekili Fikri Sağlar’ın 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde Ekmeleddin İhsanoğlu isminin partililere dışarıdan dayatıldığı yönünde yaptığı açıklamalarda bu yönde değerlendirilmelidir. Sağlar, partisinin 2019’a kendisinin belirlediği bir adayla girmesinin doğru olacağını belirtmektedir. Baykal ve Sağlar’a yönelik sert tepkiler, verdikleri demeçlerin içeriğinden ziyade CHP’nin yeni oluşan siyasi şartları kabullenmesi ve ülkenin normalleşmesine yönelik bir talebi dile getirmeleridir. Burada belki de en önemli husus bu gerilimin, CHP içerisinde “devlet adamı ve vatansever” refleksleriyle hareket eden küçük bir hizip karşısında “devlete ve vatana yabancılaşmış” geniş bir kitlenin varlığını deşifre etmiş olmasıdır. CHP içerisindeki bu dengesiz güç paylaşımı tablosu ne yazık ki, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kaset kumpasıyla partinin başına getirilmesinden itibaren CHP’ye çekilen operasyonun ne boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir.  

CHP’deki bu tablo bize önümüzdeki süreçte Türkiye siyasetindeki temel çelişkinin ve mücadelenin devletçi vatanseverler ile onların karşısında yer alanlar (ve ‘cici’ söylemlerle kandırılıp bu kliğin peşine takılanlar) arasında olacağını gösteriyor. Elbette bu yeni kamplaşmanın sadece CHP ile sınırlı olmadığını, bunun boyutları birbirinden farklı olmakla birlikte MHP, HDP ve AK Parti’de görüldüğünü not etmek gerekir. Karşımızda partiler-üstü ve partileri yatay kesen yeni bir siyasi çatışma ortamı belirmektedir. 

Devletin normalleşmesi

Bu çatışma ekseninde 16 Nisan’ı ve 16 Nisan’a gidilen süreci anlaşılır kılıp derinleştirmek, önümüzdeki süreçte siyasetin sınırlarının ne şekilde çizileceğini anlamak açısından doğru bir yol olacaktır. 16 Nisan’ın en temel özelliğinin, muhalefetin iddialarının aksine, devletin normalleşmesi olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çizmeliyiz. Peki devletin normalleşmesi ne anlama geliyor? Devletin normalleşmesi tam ifadesiyle Cumhuriyetin ilanından itibaren halka vaat edilen, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” idealinin pratiğe dökülmesidir. Devlet Cumhuriyetle birlikte teorik olarak topluma açılmış ancak pratikte bu bir türlü gerçekleşememiştir. Devlet mutlak bir şekilde toplumdan ayrıştırılmıştır. Bu, toplumun beklentilerinin ciddiye alınmaması ve ağır baskılara maruz kalmasıyla sonuçlanmıştır. Bu baskılardan en fazla payı muhafazakar-dindar ve Kürt vatandaşlar almıştır.

Siyasetin bu temel çelişkisini görerek 1950’lerden itibaren toplumu devlete taşımayı ve devleti demokratikleştirerek dönüştürmeyi amaç edinen siyasi hareketler ve partiler ortaya çıkmıştır. Demokrat Parti, Anavatan Partisi ve Milli Görüş geleneğinden gelen siyasi partiler bu bağlamda değerlendirilmelidir. Toplumun temsilcisi konumundaki bu partiler ve siyasi hareketlerin devleti demokratikleştirme hamleleri, yani devleti topluma açma hamleleri devleti kontrol eden bürokratik vesayet tarafından farklı şekillerde püskürtülmüştür. Devlet-toplum yabancılaşması ve mesafe bir şekilde korunmuştur.  Bu demokratik çizgiyi takip eden AK Parti uluslararası konjonktürün kolaylaştırıcı etkisi, sosyolojik dönüşümlerin yarattığı devasa enerji ve lider kadrosunun yılların verdiği mücadelelerden edindiği stratejik donanımla sonunda devletin kapılarını topluma açmayı başarmıştır. 2002’den itibaren 15 yıllık süreç en temelde devletin topluma açılması, devlet-toplum yabancılaşmasının ortadan kaldırılması ve siyasetin demokratikleştirilmesi gibi yapısal bir dönüşümü kapsamaktadır.

AK Parti bu dönüşüm sürecinde 2010 yılına kadar karşısında sadece “eski devlet” aktörlerini bulurken, 2010 yılından sonra bu ekibe yeni aktörler eklenmiştir. 2010-2015 yılları arasında AK Parti uluslararası güçleri arkasına alan çok geniş bir iktidar bloğuna karşı çetin bir mücadele vermiştir. Bu mücadele zaman zaman demokratik siyasetin sınırları dışına taşarak zor ve şiddeti içermiştir. 2013’te Gezi kalkışması, 17-25 Aralık yargı darbe girişimi, 6-8 Ekim olayları, Temmuz 2015 devrimci halk ayaklanması ve nihayet 15 Temmuz askeri darbe girişimi gibi vakalar bu bağlamda değerlendirilmelidir. 

1 Kasım seçimlerine gidilen süreçte başlayıp 15 Temmuz’la birlikte kristalize olan süreçte AK Parti karşıtı geniş iktidar bloğu dağılmıştır. AK Parti ile eski devletin bir kesimi arasında “yerli ve milli” siyaset zemininde yeni bir blok kurulurken, bunun karşısında ideolojik olarak birbiriyle yan yana gelmesi mümkün olmayan ancak ortak düşman üzerinden şekillenmiş bir ‘hayır’ bloğu ortaya çıkmıştır. Yerli ve milli siyaset, yeni bir tarihi siyasi uzlaşıyı imlemektedir. Buna göre, eski devlet AK Parti üzerinden toplumsal çevrenin artık devletin asli bir unsuru olduğunu kabul etmiştir. Siyasi merkeze oturan AK Parti ise eski devlet aktörlerinin enerjisinden yararlanmayı ve “yeni devlet”in inşasında onlara alan açmayı kabul etmiştir. Böylece, yeni bir devletin pratik-somut temeli atılmıştır. 16 Nisan’da ‘evet’e belli eski devlet aktörlerinin verdiği desteğin motivasyonu buradadır. 16 Nisan’la birlikte merkez ile çevre yeni bir uzlaşı zemininde birleşmiş ve devletin normalleşmesi en sonunda sağlanmıştır.

16 Nisan sonrası siyaset

Bundan sonraki süreç temeli atılan yeni devletin kurumsallaşmasını kapsamaktadır. Dolayısıyla, siyasi mücadeleler bir yandan bu kurumsallaşmayı hayata geçirmek isteyenlerle buna karşı duranlar, diğer yandan da yeni devlet aktörleri arasında bu kurumsallaşmanın ne şekilde olacağı, daha açık bir ifadeyle eski devletin ideolojik dönüşümünün boyutlarının nerelere varacağı ve maddi anlamda kimin iktidardan ne kadar pay alacağı üzerinden şekillenecektir. Mücadelenin her iki cephesi de eşit ölçüde önem arz etmektedir.

Bu süreç daha önce birlikte hareket edenlerin bir yol ayrımına gelmesiyle neticelenebilir. Her iki cenahta da idealizmin hararetine kapılıp yeni devletin inşasında kendi tarafına yönelik fazla “taviz veriliyor” ya da “ihanet” eleştirileri yükselmeye başlamış durumda. Bu eleştirilerin kısa bir zamanda sona ermesini beklemek hayal olur. 16 Nisan’da ‘hayır’ diyen AK Partililer ve ‘evet’ diyemeyen MHP’liler ve de kısmen CHP’lilerin motivasyonunu burada aramak gerekir. Muhafazakar-dindar kesimde yeni bir (sağ) parti kurulmasına yönelik çatlak seslerin yükselişi, laik kesimde ise (Deniz Baykal’ın ironik bir şekilde dile getirdiği) eski Cumhurbaşkanı ve AK Parti kurucusu Abdullah Gül’ün yüzde 48’in, yani CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olsun dokundurmasına verilen ‘ihanet’ tepkileri boşuna değildir. Ancak yine de kopma eğilimi gösteren grupların, özellikle AK Parti cenahında, anlamlı bir siyasi mecra bulamaması kopuşları sınırlı bir düzeyde tutabilir.

Bloklar-arası mücadelelerin sonucu, blok-içi çelişkiler kadar partilerin kendilerini ne ölçüde hazır durumda tutacağıyla da yakından ilişkilidir. Öncelikle AK Parti’ye bakacak olursak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın partinin başına geçer geçmez AK Parti’yi adeta yeniden kuracağını söylemek abartı olmayacaktır. Yerel seçimlerin yaklaştığını ve 16 Nisan’da büyük şehirlerde performansın beklentilerin altında kalması da göz önüne alındığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğe yeniden gelişiyle AK Parti’nin yeni siyasi şartlara göre büyük çapta bir değişiklik yaşayacağı oldukça muhtemeldir. Bu yeniden dizaynın sadece isimler bazında değil, AK Parti’nin halkla sıcak temas kurmaya odaklı ve davayı ön planda tutan kuruluş felsefesine geri dönüşü anımsatır bir çerçevede yapısal bir düzenleme olacağını, bir silkelenme ve arınma yaşanacağını beklemek gerekir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, siyasi parti yelpazesinde AK Parti’nin halen tüm gücünü halk desteğinden almak zorunda olan yegane parti olduğunu çok iyi bilmektedir.   Sonuç itibariyle, büyük oranda elit düzeyinde seyreden bu siyasi mücadelelerin halk kitleleri düzeyine nasıl yansıyacağı ve nasıl bir etkileşimde bulunacağı ülkenin gidişatını önemli ölçüde belirleyecektir. AK Parti devletin normalleşmesini ekonomik gelişim ve adil bölüşüm, askeri güvenlik ve geniş toplumsal kesimlerin devlete aidiyet bağını güçlendirme yönünde pratiğe dökebilirse hem değişim karşıtı bloğa hem de kendi bloğundaki eski devlet aktörlerine karşı elini güçlendirecektir. Aksi bir durumda ise, devletin normalleşmesinin sekteye uğraması ya da normalleşmenin istenen düzeyde gerçekleşmemesi işten bile değildir.

[email protected]

Dr. Ali Aslan / SETA Araştırmacı