(A) Suriye

Koray Şerbetçi / Yazar /
17.02.2018

Haçlı savaşlarında krallarının bırakıp kaçtığı Haçlı askerleri aç ve perişan halde kılıçtan geçirilmeyi beklerken Selçuklu Türkleri mağlup düşmanlarının yaralarını sarmış ve karınlarını doyurmuştu. Olayı aktaran Haçlı kroniği hayretle bu iyiliği gören Haçlı askerlerinin pek çoğunun Müslüman olduğunu aktarır ve “Ah merhamet sen ne zalimsin!” itirafında bulunur. Yakalanan PYD’li teröristin “Beni Türk askerlerine verin” yalvarışının temelinde Selçuklu’dan gelen bu tutumun olduğunu kim inkar edebilir?


(A) Suriye

Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’nin kuzeyinde Afrin kırsalında ilerliyor. Karşısında dünyanın süper gücü tarafından son model silahlarla donatılmış terörist bir yığın var. Şimdi sözü hiç eğip bükmeye gerek yok. 2018 senesindeyiz ve Türkiye doğrudan teröristlerle, dolaylı olarak da ABD ile savaşıyor. Fakat bunda garip bir şey yok. Zira Suriye topraklarında 2011 senesinden beri savaş sürüyor. Hem de neredeyse eli silah tutan herkesin dahil olduğu bir savaş. Suriye ile en uzun kara sınırına sahip Türkiye’nin burada olmasından doğal ne var diye akla gelebilir. Ama söz konusu savaş sahası Suriye ve savaşan güçlerden birisi de Türkiye olunca iş biraz farklılaşıyor. Bu satırların yazarı bir tarihçi olduğundan ister istemez tabloyu stratejistlerden ve siyaset bilimcilerden faklı olarak tarihsel bir zeminde okuma zorunluluğu meydana çıkıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’de Zeytin Dalı Harekatı’na devam ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Eğer biz askerî gücümüzü hoyratça kullanmaya kalksak bu operasyon birkaç günlük iştir. Ama biz kalkan olarak kullanılan sivilleri hesaba katıyoruz” açıklamasında bulundu. Ardından çok sürmedi Genelkurmay Başkanı Akar da: “Masumlar ve siviller bizim için dokunulmazdır” açıklamasını yaptı. İşte aslında bize doğal gelen ama dünya için garip olan iş burada başlıyor. Nasıl mı? Tarihe doğru uzanalım o zaman:

Asurların ülkesi

Bugün bizim Suriye diye bildiğimiz beldenin adı kadim zamanlarda Asuriye idi. Zamanla bu terim dillerde makaslanarak Suriye’ye dönüştü. Anlamı da “Asurların ülkesi” demekti. İşte bu Asuriye krallarından Sanherib, Milattan Önce 8. asırda diktirdiği bir yazıtta yaptıklarını ballandıra ballandıra şöyle anlatıyordu: “Kentin alanlarını, boğazladığım insanların cesetleriyle doldurdum. Kenti ve evleri yaktım, yıktım. Temelinden çatısına kadar parçaladım. Tuğla ve kerpiçten tapınak kulelerini, tapınakları ve tanrıları yerle bir ettim(…) Benim yönetimime boyun eğmedi. Güçlü duvarlarla çevrili kentlerinden kırk sekizini ve sayısız köyünü kuşatıp ele geçirdim. Rampalar yaptırdım, piyadelerle saldırdım (…) O’nu kafese kapatılmış bir kuş gibi (…) hapsettim.”

Günümüzden binlerce yıl önce sarf edilen bu sözler Asur kralı Sanherib’e ait. Asurlular tarihte bilinen ilk acımasız yönetim olarak tanımlanır. Peki nedir Asurluların suçu?  Savaşmak mı? Yoksa savaşta rakip ordunun askerlerini öldürmek mi? Hayır! Kimlik kartında sıfat olarak her ne yazarsa yazsın, her devlet tarihte savaşmıştır ve savaş meydanında rakiplerini bertaraf etmiştir. Buraya kadar normal. Fakat hemen hemen her devlet bunu icra ederken savaş hamlesini gerekçelendirmiş ve hatta son seçenek savaş kalana dek başka yollar aramaya gayret etmiştir. Ama Asurluların farkı tam burada başlıyordu. Onlar asla bu yollara başvurmadı. Aksine başta Asurnasirpal ve Sanherib olmak üzere Asuriye kralları yaptıkları vahşeti baş tanrıları “Asur”a adayarak marifetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatmak için yazıt bile dikmişlerdi.

Televizyonlardan bombalanan Suriye kentlerindeki sivillerin cesetlerini ve feryatlarını görünce birden Asurlular canlandı gözümde. Esed rejimi, ABD, DAEŞ, İran güdümlü Şiî milisler ve Rusya rakip gördüğü “diğerlerini” tıpkı Asurlular gibi gözlerini kırpmadan katlediyordu. Bir kent, kasaba ve köyde silahlı rakiplerinden beş kişi varsa onları bertaraf etmek adına yine o beldede bulunan 500 sivilin gözünün yaşına bakmıyorlardı. Çocukça da olsa aklıma geliverdi birden: “Yoksa Asurlular geri mi geldi?” diye. Bir şeyler bahane ederek Suriye’ye girenler ya da hep orada olanlar birden bire Asuriye krallarına dönüşüyorlardı. İnsanın “Her halde bu beldenin laneti de bu” diye düşünesi gelirken bir kuvvet bu ezberi bozdu: Türk Silahlı Kuvvetleri.

Beni Türk askerine verin

2018 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Zeytin Dalı Harekatı bizlere tarih denilen bilimin ne kadar önemli bir alan olduğunu tekrar kanıtladı. Zira sembolünün altına kuruluş tarihi olarak M.Ö. 209 tarihinin yazılmasının bir fantazya değil hakikat olduğunu gösterdi son hamlesiyle.

TSK, teröristlerle savaşırken büyük risklere girme pahasına harekat alanındaki teröristlerle savaşırken bir yandan da sivil halkın kavmiyetini, dinini ve mezhebini gözetmeden koruyup kollamaya çalışıyor. Peki niye yapıyor bunu? Çünkü bağlı olduğu tarihsel kodları öyle gerektiriyor.

Aslında İtalyan şair Tasso bir çırpıda tespiti yapmıştı 16. yüzyılda. Şöyle diyordu Osmanlı ordusu için: “Türklerden bahsediyorum. Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız bir yıldırıma benzeyen Türk, dost yanında ve silahsız düşman karşısında bir seher yelidir, berrak bir göldür.” Bu tasvir Tasso gibi daha pek çok Batılı düşünür, şair ve seyyahın ortak tespitidir aslında. Tarih gösteriyor ki Türk askeri cephede düşmanına ne denli şiddetliyse, cephe gerisindeki sivil halka ve hatta beyaz bayrak çekmiş düşmanına da bir o kadar şefkatlidir.

Hun hükümdarı Attila’nın huzuruna çıkıp İtalya’yı bağışlamasını dileyen devrin papasına “Aman diyene kılıç ekilmez” anlayışıyla âlicenaplık gösteren bir tutum miras kalmıştır bugüne. Yine Haçlı savaşlarında krallarının bırakıp kaçtığı Haçlı askerleri aç ve perişan halde kılıçtan geçirilmeyi beklerken Selçuklu Türkleri mağlup düşmanlarının yaralarını sarmış ve karınlarını doyurmuştu. Olayı aktaran Haçlı kroniği hayretle bu iyiliği gören Haçlı askerlerinin pek çoğunun Müslüman olduğunu aktarır ve “Ah merhamet sen ne zalimsin!” itirafında bulunur. Televizyonlara yansıyan bir haberde kıskıvrak yakalanan PYD’li teröristin “Beni Türk askerlerine verin” yalvarışının temelinde Selçuklu’dan gelen bu tutumun olduğunu kim inkar edebilir?

Osmanlı orduları Balkanları fethederken bölgenin yerel halkına asla kayıp yaşatmamıştır. Batılı şövalyeleri savaş meydanında darmadağın eden Osmanlı askerleri fethedilen beldelerdeki köylerden süzülür gibi geçmiş,  köylünün hayatına ilişmemiştir. Ama Osmanlı orduları bölgede hakimiyet kurarken köylüyü olduğu gibi bırakmada ne kadar hassas davranmışsa Balkanların feodal egemenleri de bölgeyi yerle bir etmekte o kadar şiddetliydi.

Kaynakça:
3 3 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Boğaziçi Yayınları
3 Taylan Sorgun, Bitmeyen Savaş, Kamer Yayınları
3 Max Kemmerich, Tarihte Garip Olaylar, Varlık Yayınları
3 Koray Şerbetçi, Tarih Neye Yarar?,Türdav Yayınları
3 Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Can Yayınları
3 Cemal Kutay, Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi,

KUTÜ’L AMARE'DE MEHMETÇİK

KUTÜ’L AMARE savaşı sırasında müttefikimiz Almanya’dan asilzade bir subay olarak Maclenburg Dükü kalabalık maiyetiyle cepheyi ziyarete gelir. 23 Nisan günü savaş tüm şiddetiyle devam ederken, Maclenburg Dükü Halil Paşa’ya ileri hatları gezmek istediğini söyler. Paşa kıramaz kendisini.

Yarı yolda top sesleri işitilir. Arabalardan inip yaya devam ederler. O sırada yaralı Türk askerlerini geriye doğru sargı yerine taşındıklarını da görürler. Halil Paşa İlk rastladığı yaralı askeri durdurur. Kastamonulu bir askerdir durdurduğu. Halil Paşa’nın yanındakinin yabancı olduğunu anlayınca yaralı haline rağmen kendini toparlar, dimdik hale gelir ve gösterişli bir selam verir. Biraz konuşurlar. Sonra Halil Paşa ekmeği sol eliyle yiyen bir asker görür. Askere neden ekmeği sol eliyle yediğini sorar. Asker;

- Sağ kolum kumandanım, bir gülleyle koptu gitti. Aradım bulamadım. Ne yapalım sen sağ ol!

Cevabını verir.

Ardından bir başka asker durdurur. Daha Halil Paşa ağzını açıp bir şey sormadan başlar anlatmaya:

- Kumandan paşam! Bu gelenler bize hiçbir şey yapamazlar biliyon mu? Hepsi sarı sarı, genç genç oğlanlar. Daha süngünün ucunu değdirdin mi düşüp ölü ölü veriyorlar garipler. Amma diyeceğin ki kartları gelse ne olur? Kartları da geldi, ne yaptılar ki!

O sırada Halil Paşa’nın yaralı askerlerle şakalaşmasını tercümanı aracılığıyla dinleyen Meclenburg dükü merakla ve hayretle bambaşka bir alemin insanlarını izlediğinin farkına varmıştı…

ESiRE EMANET DiYEN ANLAYIŞ

Türk askerinin savaş ahlakına dair verilebilecek onlarca örnekten en vurucu olanlardan birisini akta-ralım ki neyi anlatmaya çalıştığımız berraklaşsın: Yıl 1922. Yunan ordusu bozulmuş İzmir’e doğru çekili-yor. Halide Edip, Ruşen Eşref Ünaydın ve Binbaşı Kemal otomobille Adala’ya yetişmeye çalışıyorlardı. Bu hengamede yol alırlarken Binbaşı Kemal şoföre bağırdı: “Dur!” Binbaşının dikkatini, esir bir Yunan suba-yını cephe gerisine götüren asker çekmişti. Mehmetçik yayan, esir subay eşek üzerinde gidiyorlardı. Meh-metçik Binbaşı Kemal’i selamlarken, Yunanlı subay eşekten inmişti.

“Kim bu?”

“Esir komutanım!”

“Nereye götürüyorsun?”

“Geriye. Alay karargâhına!”

“Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün!”

“Hiç olur mu komutanım? O şimdi ocağından kopmuş bir gurbet adamı. Misafir ve bana emanet.” Bin-başı, titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak şoföre bağırırken gözlerinden yaşlar akıyordu:

“Yürü oğlum, gidelim.”

Araba uzaklaşana kadar selam duran Mehmetçik, Yunan subayına eşeğe binmesi için işaret ederken söyleniyordu:

“Hadi bre çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma.”

@koray_serbetci