ABD’nin yeni güvenlik stratejisi: Güçlüler de korkar

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, Bahçeşehir Kıbrıs İİSBF Dekanı, Bilgesam Bşk. Yrd.
30.12.2017

2017 yılının son günleri, ABD başkanı Donald Trump’ın kendisinden umulmayan bir eli çabuklukla ilan ettiği Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisini tartışmakla geçti.


ABD’nin yeni güvenlik stratejisi: Güçlüler de korkar

Hatırlarsınız bundan önceki ABD başkanı Obama’nın ulusal güvenlik doktrinlerini açıklaması sanıldığından uzun sürmüş, bu gecikme de Rusya’nın Karadeniz ve Akdeniz’de yapıverdiği sürprizlere yorulmuştu. Anlaşılan ABD başına gelebilecek sürprizler konusunda bugün daha soğuk kanlı bir bakış açısına sahip, daha doğrusu başına sürprizler gelebileceğini biliyor ki, yeni güvenlik stratejisini (NSS) geciktirmeden açıkladı. Ki, bu duruş, yeni güvenlik stratejisinin ruhuna da uygun; çünkü strateji kulaklarımıza uzun yıllardan sonra, Soğuk Savaş döneminin sihirli kelimesini fısıldıyor: caydırıcılık, daha güçlü caydırıcılık, daha da güçlü caydırıcılık.

Caydırıcılığın, neden bu kadar önemsenerek, Washington DC’ye geri döndüğünü aşağıda anlatmaya çalışacağız ama oraya gelmeden önce 2017 stra-tejisinin niçin bu kadar tartışma yarattığı sorusuna kısaca değinelim. Elbette, Strateji Belgesinin farklı sayfalarında vurguladığı üzere dünyanın “ennn büyük savunma kapasitesine, ekonomisine, teknoloji ve insan kaynağına sahip aktörünün” üzerinde basit yaşamlarımızı sürdürdüğümüz yeryüzünde ne yapmak istediğini öğrenmek hepimizin hakkı. Ama doğrusu bu ya, strateji belgesi ABD’nde de tartışmalara neden oldu, hala da oluyor çünkü ABD’nin yeni stratejisi, kelimenin tam anlamıyla ABD için “tuhaf bir zamanda”, “tuhaf bir zamanlama” ile açıklandı.

İlkeli değil ilkel realizm

Tuhaflığın ilk nedeni ABD’de hüküm süren kafa karışıklığı. Amerikalılar, yeni stratejilerinde nükleer caydırıcılığa verdikleri önemi belirtikleri (NSS sayfa 30-31) bir dönemde, ABD Başkanına nükleer silahları kullanma yetkisi verip vermemeyi tartışıyorlar. Şunu iddia edebiliriz, nükleer caydırıcılığın eminlik ve açıklık üzerine oturduğu Soğuk Savaş yıllarından uzaktayız ve stratejik amaçla yaratılan ve kullanılan belirsizlikler özellikle askeri ve teknolo-jik güç açısından avantajlı aktörlerin işine yarıyor. Keza ABD Trump başa geldiğinden beri Beyaz Saray, Dışişleri ve Pentagon arasında süregiden müca-deleyi ABD generalleri tarafından at koşturulacak gri alanlar yaratmakta kullandı, ki söylediğinin tam tersini yapsın ya da yaptığının tam tersini söylesin. Ancak herkesin kabul edeceği bir gerçek de var; Rakka operasyonunda etki alanı elde etmek için DAEŞ ile savaşıyor gibi görünüp PYD eliyle DAEŞ militanlarına geçiş koridoru açmak başka şey, nükleer caydırıcılığın dayanacağı güvenilir olma özelliğine halel getirebilecek şekilde siyasi otoritenin yeterliliğini sorgulamak başka şey. Kısaca kendisini dünyanın en büyük gücü olarak ilan eden, gelecek yıllarda ABD’nin askeri ve ekonomik üstünlüğü-nün devam etmesini stratejik amaç olarak koyan ABD’nin kendi evinde ciddi sorunları var ve bu sorunları Bannon’un yaptığı gibi ‘Javanka’ya yüklemek-le kapatmaya çalışmak çok mümkün görünmüyor.

Nitekim yeni stratejinin hem de gururlu bir biçimde Trump tarafından açıklandığı günlerde gerçekleşen bir dizi gelişme stratejiyi tartışılır hale getir-di. Meraklı okuyucular, 55 sayfalık belgeyi incelemiş ve belgede sürekli altının çizildiği ‘güç’ vurgusunu görmüşlerdir. ABD belgenin henüz başında, güç ve etkiyi, ABD’nin dünya politikasındaki üstünlüğünü devam ettirecek işe yarar sonuçlar almaya bağlayan aslında siyasi felsefe açısından pragmatik bir yönelim de benimsemişti. Bu yönelime kısaca “ilkeli realizm” (NSS, sayfa 1)  adını veriyor ve stratejiyi kaleme alanlar ‘ilkeliliğin’, normlarla, adaletle, ahlakla ilişkili olmadığını açıklıyorlardı. ABD’nin üzerine giydiği realist elbisenin kalıbı, dış politika ve güvenlik davranış ve planlarının sonuçlarının işe yaraması ilkesi üzerine oturuyordu. ABD güçlü ve etkiliydi çünkü ileride gücünü korumasının tek yolu güç ve etkisini gösterdiği, sürekli gösterdiği stratejilerle mümkündü.

Bu realizmin biçiminin Dünya’ya emperyal hatta emperyalist bir mesaj verdiğini söylemek de zor çünkü ilerleyen sayfalarda strateji, ABD kurucu babalarının temel liberal bakışına atıfta bulunuyor ve bu liberal dünyanın getireceği zenginliklerin(!) ABD sınırlarının daha da kapanarak içeride muhafaza edilmesinin önemine yapılan vurgu ile ilerliyor. Neredeyse ABD liberalizmi altında ABD içerisinde tüm renkliliğin beyazlaştırıldığı bu söylem dışarıya, ABD dışında olanlara hiç önem atfetmiyor. Dolayısıyla Dünya’ya “biz en güçlüyüz, en zenginiz, en ilerlemiş olanız; sakın bize zarar vermeyi aklınıza bile getirmeyin” dışında bir mesaj yok. Bu tür bir ilkeliden ziyade ilkel realizmin, sonuç odaklı sağduyulu politikaları getirip getiremeyeceği zaten teorik olarak çok tartışmalı bir konu idi ve bu teorik tartışma ile Morgenthau’nun yani politik realizmin kurucu babasının kemiklerini sızlatmak dahi mümkündü. Ama tüm bu teorik tartışmalara gerek bile kalmadan ABD “yeni güvenlik stratejisinin” yeni realist bakışı Kudüs kapısına tosladı.

ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesinin pek çok nedeni olduğunu biliyoruz. Bir kere Trump içeride belada olan başını birilerinin desteği ile kurtarmak istiyordu; dışarıda başının belada olduğunu bildiği Netanyahu’ya destek vermek istiyordu; ABD’nin kurmakta çok istekli olduğu ve ilkel(i) bir realizm ile Katar’a gıda sevkiyatının durmasına göz yumduğu Riyad-Tel Aviv eksenli Ortadoğu kuşağı Yemen-Suriye-Mısır hatlarında zorluklarla karşılaşmıştı; en önemlisi de Trump Amerikası’nda strateji yapanlar tuhaf bir zamandan geçtiğimizi ve her zaman ABD’nin lehine olan gelişmelerin İsrail’in lehine olmayacağını biliyorlardı, nitekim Doğu Akdeniz  enerji ekonomisi İsrail’in elini güçlendirmiyordu vesaire vesaire. Sonuç olarak ABD’nin İsrail’in güç ve güvenliğini artırmasına verdiği “limitsiz krediye” benzer Kudüs kararı alındı. Ancak ABD’nin topunu, tüfeğini, nükleer silahını, füzesini, özel kuvvetlerini ve nihayetinde ekonomik gücünü görünür kılarak aldığı Kudüs kararı, hem de Türkiye’nin (hem de PYD-FETÖ-Vize-NATO tatbikatları üçgenlerinde/dörtgenlerinde sıkıştırılan Türkiye’nin) başı çektiği diplomasi hamlesiyle önce İİT’de durduruldu. Sonra, İİT rüzgârı BM Güvenlik Konseyinde ABD’ye diğer 4 ‘büyük’ ve 9 ‘küçük’ devletin caymadığını göstermek için kullanıldı, en sonunda da BM Genel Kurulunda ABD sadece Pasifikteki bazı minik ada devletlerinin desteğine mahkûm bırakıldı. Sonuç, ABD’nin ceza tehdidi ile caydıramadığı ülkeler, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın Trump ABD’sini yalnız bırakmayı göze alması ve Arap dünyasına göz kırpması, ada devletçiklerinin adları üzerinden şakalara konu olan ABD BM elçisi Bayan Halley, diplomasi hattında etkisini artıran Türkiye (eh Suriye’de pazarlıklar bitmediğine göre önemli bir gelişme), Ortadoğu’ya her anlamda 5 büyükten biri olarak dönüş yapan Rusya ve yalnızlaştırılabileceği görünür olan İsrail. Anlaşılacağı üzere, dünyaya ABD’nin gücü üzerinden güçlendirdiği caydırıcılığı hakkında söylev vermek için doğru bir zaman değil.

Caydırıcılık ve şüphe

Belgeyi okuyanlar, diyeceklerdir ki; şüphe ne kelime? ABD’de bu belgeyi yazanlar ABD’nin gücünden şüphe duymuyorlar. Bu gözlemin doğru olduğunu kabul etsek dahi, son iki haftadır ABD’nin önemli uluslararası strateji kurum ve yayınları etrafında dönen tartışmalara aşina olanlar açısından açık olan başka bir gerçek daha var: Amerikalılarının kafası yukarıda anlattığımız tuhaf hikayeler nedeniyle Amerikan realizmi konusunda (ama realizmin yararları konusunda değil) karışmış durumda. Hatta kimileri Trump’ın 55 sayfada imzasını koyduğu ilkel(i) realizmi, realizm olarak filan dahi görmüyor.  Oysa haksızlık etmemek lazım, belge saldırgan realizmin (merak edenler J. Mearsheimer’ın The Tragedy of Great Power Politics kitabını okusun) temel mantığını benimsemiş durumda. O nedenle belgede ABD’nin gücünden şüphesi yok ve caydırıcılığın da işleyeceğine inanmak istiyor. Bunun için ABD’nin gücünü her türlü mücadeleyi kazanır hale getirmek ve ABD hakimiyetini Amerikan yarımküresinde “sonsuza kadar” garantilemek gerekiyor ki belge de bunun gerçekleşmesi için neler yapılması gerektiğini söylüyor: Tehditleri kaynağında yok edecek kapasiteler geliştir; askeri kabiliyetler açısından tüm rakip güçlerden üstün ol, nükleer caydırıcılığı sağla, siber-güvenlik ve siber uzaya yatırım yap, kitle imha silahlarının yayılmasını caydır vb. Tüm savaşları kazanabilecek bir güce kim meydan okur ki, bizim literatürümüzde buna deterrence of denial yani karşı tarafın kazanma ihtimalini yok ederek caydırıcılığı sağlama deniyor. Amerika’nın bu tür bir kabiliyete dayalı hakimiyeti sağlaması saldırgan realizm mantığı içerisinde iki şekilde gelişebilir.

İlk koşul ABD’nin kendi ekonomik-askeri-teknolojik üretim ve inovasyon makinesinin tıkır tıkır işlemesi şartıdır. ABD içi karışıklıklar (Trump nefreti, Hillary nefreti, Javanka nefreti, ırkçılık, beyaz-siyah/zengin-fakir ayrışması vb) ciddi olmakla ve çoğu kez toplumsal şiddeti körüklese de şimdilik Amerikan makinası işliyor. Pek çok uzman Çin’in büyümesinin ve koşut projeler aracılığı ile (OBOR ve Yeni İpek Yolu) Asya, Orta Asya, Orta Doğu, Avrupa, Afrika hattında bir ticaret kuşağı oluşturma ihtimalinin ABD’de endişe yaratacağını düşünüyor. ABD’nin Çin ve Rusya ile ilgili endişelerinin gerçek olduğunu düşünmekle beraber, bu endişelerin kaynağının ABD makinesinin performansından kaynaklandığını düşünmüyorum. Zaten Amerikan stratejik aklı, bu makineyi üstün tutmanın iki kaynaktan geçtiğini ve bu iki kaynaktan birini denetlemenin çok zor, diğerini denetlemenin ise şu an için, belki kısa bir süre için ABD adına mümkün olduğunu biliyor. İlk kaynak, teknolojik yenilik, yapısı itibariyle hareketli bir doğaya sahip. Tüm sınırlarınızı Trump’ın çeşitli konuşmalarında fakir gibi, hasta gibi nahoş sıfatlarla andığı” mültecilere, mültecilere kapatırken girişimcilere, girişimcilere kapatırken öğrencilere filan kapatsanız da teknolojiniz dünyaya bir şeyler sattığınız müddetçe öğreniliyor, taklit ediliyor hatta Rusların ve Çinlilerin çok iyi yaptığı biçimde ucuza taklit ediliyor. Bu yüzden ikinci kaynağın üzerindeki hakimiyetinizi (hem alıcı, hem satıcı, hem teknoloji üreticisi, hem kaynak yaratıcısı olarak hakimiyetinizi) garanti altına almanız sizin gücünüzün anahtarı oluyor. İçinde bulunduğumuz dönemde talih belki diğer açılardan değil ama bu açıdan ABD’ne gülüyor. Washington DC, kaya gazı, petrolü, gelişen ve ucuzlayan LNG teknolojisi sayesinde uzun bir dönem sonunda nihayet enerjiye hakim bir enerji gücü olarak ortaya çıkıyor. Elimizdeki strateji belgesi bu konumun bilinci ile yazılmış bir belge ve diğer tüm başkentlere (başta da Moskova ve Pekin’e) bunu hatırlatıyor. Çünkü rakipleri (bugün Rusya, Çin strateji belgesinde adları anılma şerefine nail oldular; yarın başkaları, neden olmasın belki Fransa belki İngiltere belki Almanya, belki kabiliyet geliştiren başkaları) özellikle enerji alım-satımı açısından anlamlı bölgelerden uzak tutmak istiyor. Bu konuda kararlılığını da strateji belgesinde ifade ediyor; “ABD dünyanın diğer bölgelerinin (kuzey yarımküre dışındaki bölgelerinde) herhangi bir rakip gücün hâkim olmasına izin vermeyecek.” Nasıl vermeyeceğini yazma gereği duymamışlar, bu konuda dünya kamuoyunun hafızasına ve tecrübesine güvenmiş olmalılar. Hafızası zayıf olabilecekler için de iki aktörün ismini (İran ve Kuzey Kore) zikrederek bizzat, vekillerle, peyklerle, müttefiklerle müdahil olabilecekleri coğrafyaları işaret etmişler. Belgede yer alan füze savunma sistemlerini geliştirme vurgusunu da bu çerçeveden okursak, cılız kapasiteleriyle bu aktörlerden ziyade bu bölgelerde var olabilecek rakip devlerin hedeflendiğini söyleyebiliriz.

Aşil topuğu açıkta

Bu çerçeveden baktığımızda, yeni güvenlik stratejisi bir hakimiyet stratejisi gibi duruyor ama “Aşil’in topuğu” meselesi belgeyi bir parça eleştirel bir bakış açısıyla okuduğumuzda ortaya çıkıyor ve ABD tüm gücüne rağmen stratejik hesaplarda bardağının tamamen dolu olmadığını biliyor. Belirli kırılganlıklar rakiplerin varlığı ile birleşince “bardağın yarısı boş mu” şüphesi, tüm gücümüze rağmen ya caydırıcılık işlemez ise ABD ne yapacak?” şüphesi strateji belgesine de sızıyor. ABD stratejik kırılganlıklardan ziyade taktik düzeyde ya da stratejik düzey altı kırılganlıklardan mustarip (NSS, sayfa 27). Washington, geçtiğimiz yıllarda, Karadeniz, Ortadoğu, Doğu Akdeniz hattındaki mücadelede de, Sarı Deniz, Doğu Çin Denizi, Güney Çin Denizi hattındaki mücadelede de kısıtlı imkanlarıyla ama farklı çatışma taktik ve teknikleriyle rakiplerin ABD’nin aleyhine etki alanı geliştirmesine şahit oldu. Rakiplerin bu cevvalliğini engelleyemediği gibi, stratejilerinin merkezine oturttuğu (çünkü maliyetsiz) deniz aşırı kapasiteler büyük güç mücadelesi ve bölgesel kaygan ittifaklarla ilgili riskler belirdiğinde yeterince güçlü araçlar olmadılar (NSS, sayfa 27). Öyleyse, bugün de ABD stratejisinde önemli bir boşluk var. Aşil, topuğundan vurulabilir; yani rakip güçler, sıkıştırılan aktörler, bekası tehlike altında olan bölge ülkeleri ceza tehdidine, enerji hakimiyetine ve ABD’nin üstün askeri kapasitesine rağmen caydırılamayabilir. Nitekim, Rusya Kırım’ı aldığında da, Suriye’ye girdiğinde de, Çin Japonya’yı yapay adalar ve hava sahası sorunları üzerinden dürtüp durduğunda da, Rusya NATO ülke hava sahalarını tek tek deldiğinde de, Hazar’dan Suriye’yi vurduğunda da, Kuzey Kore Japonya üzerinden Guam’a doğru füzelerini fırlattığında da, Hizbullah Lübnan’da ve Suriye’de güçlendiğinde de, Türkiye ABD’nin tüm itirazlarına rağmen Fırat Kalkanı ile PYD koridorunu kırdığında da, BMGK’nin 128 ülkesi Trump’ın Kudüs’u İsrail’in başkenti olarak tanıdığı kararı reddettiğinde de ABD benzer bir güce sahipti.


ABD’nin yeni açıkladığı stratejinin en zayıf noktası da aslında bu sorunun cevabının belirsizliğinden kaynaklanıyor. ABD caydırıcılık işlemezse ne yapacağını/yapabileceğini açıklayamıyor. Bu nedenle Washington, uluslararası hukuk, uluslararası kurumlar ve rejimlerden de uzak durduğundan, çareyi büyük güçlerle işbirliğine de girebileceğini söylemek de buluyor (NSS, sayfa 26). Ne de olsa diyor Trump’ın sesiyle belge; ne savaş ne de barış dönemindeyiz. Zamanımızın ruhu süregiden rekabet ve büyük güç politikasına geri dönüş. Gerçi 5’lerin arasının ne kadar kolay açılabileceğini de son Güvenlik Kurulu oylamasında gördük. Dolayısıyla sadece büyük güçler değil, Türkiye gibi bir bölgesel aktör de ABD’nin planını bozabilir. Öyleyse, bu belgede söylensin, söylenmesin, Aşil’in topuğu hala açıkta.

[email protected]