Anayasa değişikliği ve Cumhurbaşkanı’nın siyasi-cezai sorumlulukları

Doç. Dr. Cengiz Gül / Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi
13.05.2017

YSK’nın 27 Nisan 2017 tarihli kararıyla, 16 Nisan 2017 tarihinde gerçekleşen referandum sonuçlarının yüzde 48.59 hayır oyuna karşılık, yüzde 51.41 evet oyu çıkması ile kabul edilen anayasa değişikliğinin özünde, mevcut yarı-başkanlık hükümeti modelinden cumhurbaşkanlığı sistemine geçişin olduğu artık herkesin malumudur.


Anayasa değişikliği ve Cumhurbaşkanı’nın siyasi-cezai sorumlulukları

Türkiye’nin sosyo-politik şartlarının da bir zorlamasıyla başkanlık sisteminin ülkemize adapte edilmiş bir türü olarak kendini gösteren Cumhurbaşkanlığı Sistemi içerisinde, Cumhurbaşkanının tüm yürütme yetkilerini kendinde toplamasına ve gücünün artmasına sıkça atıf yapılsa da onun değişiklik öncesindeki gibi, sadece yetkili olmakla kalmayıp, değişiklikle sorumlu ve hesap sorulabilir bir konuma getirilmiş olduğuna ise pek dikkat çekilmemektedir. İşte bu yazıda, anayasa değişikliği sonrasında Cumhurbaşkanının siyasi ve cezai sorumluluk cephesinde nasıl bir değişikliğin olduğu, mukayeseli biçimde anlatılacaktır.

Sorumlu cumhurbaşkanı 

1982 Anayasası, 16 Nisan 2017 tarihindeki referandumla kabul edilen anayasa değişikliğine kadar, siyaseten tam sorumsuz ancak çok yetkili bir cumhurbaşkanlığı makamı öngörüyordu. Siyaseten tam sorumsuzluk, Cumhurbaşkanının görev süresi içinde, ne kadar siyasi yanlış ve hata yaparsa yapsın, ne meclis ne de halk tarafından görevden alınamaması anlamına gelmektedir. Zaten anayasal açıdan geniş icrai yetkilerle donatılan ve 2007’deki halk tarafından seçilme kuralının da gelmesi sonrasında, doğrudan demokratik meşruiyet gücünü elde eden bir Cumhurbaşkanının siyasi sorumluluğunun hiç olmaması, kamu hukukundaki, “Yetkinin olduğu yerde sorumluluk da mutlaka olmalıdır” yönündeki genel ilkeye aykırılık oluşturmakta idi. “Karşı imza kuralı” çerçevesinde, Cumhurbaşkanının altında imzasının olduğu işlemlerden dolayı sorumluluk Başbakan veya ilgili bakana yükleniyordu. Ancak 1982 Anayasası uygulamasında Cumhurbaşkanının tek başına imzasıyla sonuç meydana getiren işlemler yapabilmesi ve bunlardan dolayı da AY. m. 105 ve 125 gereği yargı denetiminin kapalı olması, hukuk devleti açısından ciddi sıkıntılar oluşturmaktaydı. 16 Nisan 2017 tarihli referandumla kabul edilen anayasa değişikliğinde ise yürütmedeki iki başlılığın kaldırılmasının da etkisiyle, Cumhurbaşkanının hem TBMM’ne karşı hem de özellikle doğrudan halka karşı bir siyasi sorumluluk altına girmekte olduğu görülmektedir. Şöyle ki, başkanlık sistemlerinde normalde olmayan, seçimleri yenileme yetkisine sahip olan TBMM, bu yetkisini kullandığı anda sadece kendisinin değil Cumhurbaşkanının da seçime gitmek zorunda kalmasına kapı açmış olacaktır. Bu da bir nevi, araları iyi olmayan Cumhurbaşkanına karşı siyaseten bir hesap sorma anlamına gelecektir. Aynı zamanda bunun, uzlaşamamanın etkisiyle sistemin tıkanmasını bertaraf etmeye yönelik pozitif bir katkısı da olacaktır. Cumhurbaşkanının, TBMM’ye karşı dolaylı biçimdeki bu siyasi sorumluluğunun yanında, halka karşı ise doğrudan bir siyasi sorumluluk altında olduğu açık bir realitedir. İster kendisinin isterse TBMM’nin seçimleri yenileme yetkisini kullanmasıyla olsun ya da 5 yıllık görev süresinin tamamlanmasıyla olsun, ikinci dönemi için tekrar seçilmek isteyen bir Cumhurbaşkanı adayının ikinci defa seçilmemesi, onun ilk dönem performansının başarısız görülerek halktan onay alamaması, dolayısıyla da halka hesap vermek zorunda kalması anlamına gelecektir...

Böylesi bir siyasi sorumluluğun, belki ikinci dönemini yaşayan bir Cumhurbaşkanı açısından söz konusu olamayacağı ileri sürülebilir. Ancak bu öngörünün de haklı olduğu pek söylenemez. Kendi adına kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünen bir Cumhurbaşkanının, bu ikinci döneminde büsbütün sorumsuzca ve keyfi biçimde hareket edemeyeceği açıktır. Zira Cumhurbaşkanının bir partiye mensup olduğu da hesaba katılırsa, kendisinden sonra partisinin cumhurbaşkanlığı için yine demokratik yarışa gireceğini düşünen bir Cumhurbaşkanının, kendi partisi adına ikinci dönemini de halka hesap verme psikolojisi içinde geçireceği veya geçirmesi gerektiği, göz ardı edilemez bir gerçeklik olarak kendini göstermektedir.

Cezai sorumluluk yolu açıldı

Cumhurbaşkanının görevi esnasında bir suç işlemesi nedeniyle söz konusu olan cezai sorumluluk konusunda ise, 1982 AY. m. 105/3’e bakıldığında, “vatana ihanet” suçu dışında, Cumhurbaşkanının cezai açıdan hiçbir sorumluluğunun olmadığını ifade edebiliriz. Kapsamının ne olduğu belli olmayan bu vatana ihanet suçunun, Türk Ceza Kanunu dahil hiçbir ceza kanununda tanımlanmadığı da bilinmektedir. 1982 AY. m. 38/1 ile 5237 sayılı TCK m. 2/1’deki, “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez” hükmü gereği bir cumhurbaşkanının hangi fiilleri işlediği hallerde vatana ihanet suçu işlemiş olduğu kanunen açıkça tanımlanıp belirtilmediği sürece, onun TBMM’de suçlandırılıp AYM’de yargılanması için gönderilmesi durumunda bile, “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” temel hukuk ilkesine aykırılık gerekçesiyle bir mahkumiyet kararının verilemeyeceği açıktır. Bu konuda Yüce Divan sıfatıyla AYM’nin TCK m. 2/3 gereğince kıyas ve geniş yorumda bulunması da yasak olduğu için, mecburen beraat kararı vermesi gerekecektir. Böylesine, adeta hayali bir vatana ihanet suçu sebebiyle suçlandırılması için de anayasadaki en yüksek nitelikli çoğunluk oranı olan ve sağlanması neredeyse imkansız olan TBMM üye tam sayısının 4’te 3 çoğunluğunun öngörülmesi, Cumhurbaşkanının az da olsa var zannedilen cezai sorumluluk ihtimalini fiilen sıfıra indirmektedir.

16 Nisan’daki referandumla kabul edilen anayasa değişikliğine baktığımızda ise Cumhurbaşkanının cezai sorumluluk yolunun önündeki engellerin kaldırılarak işlerlik kazandırıldığı görülmektedir. Şöyle ki, AY Değişiklik metni m. 9’da “Cumhurbaşkanı hakkında, bir suç işlediği iddiasıyla…” demek suretiyle, sorumluluk alanını vatana ihanet suçu ile sınırlamayarak, bütün suç tipleri açısından Cumhurbaşkanından hesap sorulabileceğine dikkat çekilmektedir. Ayrıca, görevi esnasında hangi suçu işlemiş olursa olsun bir Cumhurbaşkanının yargılanması için Yüce Divan (AYM)’a gönderilmesinde aranan, TBMM üye tam sayısının 4’te 3 oranının düşürülerek 3’te 2’ye getirilmesi de Cumhurbaşkanının ceza sorumluluğunun hayata geçirilmesini kolaylaştıran olumlu bir düzenleme olmuştur. Bununla yakından ilgili diğer bir olumlu düzenleme de, “…Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen Cumhurbaşkanı seçim kararı alamaz” yönündeki hükümdür. Böyle bir yasak getirilmeseydi, Cumhurbaşkanının, aleyhine ceza soruşturması açılması konusunu görüşen TBMM’de karşı, seçimleri yenileme yetkisini, adeta bir şantaj aracı yaparak baskı yapabilmesi ve bu suretle de kendisinin Yüce Divan’a sevk edilmesini engelleyebilmesi mümkün hale gelirdi.

AYM’ye üye atama yetkisi

Anayasa Değişiklik metni m. 9, Cumhurbaşkanının yanı sıra, cezai sorumluluk bakımından Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların da Cumhurbaşkanı gibi aynı hükümlere tabi olmalarını öngörmektedir. Ayrıca, bu durumlarda Cumhurbaşkanlığı görevinin, Yüce Divan’a sevk kararı ile değil de, ancak yargılama sonunda seçilmeye engel bir suçtan alınacak bir mahkumiyet ile sona ereceği kuralına da bu anayasa değişikliğinde yer verildiği görülmektedir. Böylelikle değişiklik öncesinde Anayasa’nın hüküm getirmediği için, görevinin evleviyetle, o da TBMM’nin sevk kararıyla sona ermesi gerektiği yönündeki spekülatif yorumların da önü kapanmış olmaktadır.

Sonuç olarak, hem siyasi hem de cezai sorumluluk bakımından, anayasa değişikliği öncesine göre, karar ve işlemlerinden dolayı denetlenebilmesi ve hesap sorulabilmesi daha da kolaylaştırılan bir Cumhurbaşkanından nasıl olup da bir diktatör çıkabileceği ve yönetimini otoriterleştireceği gibi hayali iddialar ve tezviratlar ileri sürülebilir. Cumhurbaşkanını Yüce Divan sıfatıyla yargılama yetkisi olan Anayasa Mahkemesi üyelerinin Cumhurbaşkanınca atanmış olmasına yönelik itirazlar da yersizdir. Zira AYM üyelerinin tümünü Cumhurbaşkanı belirlememektedir. Önceden 17 üyenin şimdi ise 15 üyenin 3’ünü TBMM dolaylı biçimde ve 3’te 2 çoğunlukla seçerken, kalan üyelerin de sadece 4’ünü doğrudan, diğerlerini de ilgili yerlerin gösterdikleri adaylar arasından Cumhurbaşkanı belirlemektedir. Anayasa değişikliği sonrasında ise askeri yargının kaldırılması çerçevesinde Askeri Yargıtay ve AYİM’den gelen üyeliklerin düşmesi ile Cumhurbaşkanının AYM’ye üye atama yetkisinde ise eskisine göre bir zayıflama yaşanmıştır. Ayrıca bir Cumhurbaşkanının 5 yıllık görev süresi içinde 12 yıl boyunca görev yapan AYM üyeliklerinden, muhtemelen en fazla 2 veya 3 üyenin belirlenmesi üzerinde inisiyatif kullanabilmesi söz konusu olabilir. Böylesi bir durumda yargının, yürütmenin emrine gireceği söylemlerinin hiçbir hukuki değeri olmamak bir yana, bu söylemlerin siyasi bir manipülasyondan öteye bir anlamı da olmayacaktır.                               

[email protected]