Asabiyenin ve pragmatizmin fevkinde bir siyaset ihtiyacı

Ali K. Metin / Yazar, Şair
26.05.2018

İslami hassasiyetlerle motive olan bir siyasetin bugün bilhassa “kurucu” fikirlere ve öznelere ihtiyacı var. Savunmadan eylem hattına geçmiş bir siyaset bu yolla ancak dünyayı değiştirme istidadı gösterecektir. Böyle bir iddia veya derdimizin olmaması halinde ise İslamcılığı pragmatik bir tarz-ı siyaset seviyesine irca etmekle kalacağız.


Asabiyenin ve pragmatizmin fevkinde bir siyaset ihtiyacı

Popülist siyasetin tamamen pragmatizme irca edilemeyeceği bir gerçek. Gelenek, din ve milliyetçilik en azından bugünkü sosyolojik koşullar içerisinde popülist siyasetin belirleyici unsurları olmaya devam ediyor. Bunları ise menfaat bağlamı içinde düşünmemiz doğru olmaz. Ne halk ne de elit veya entelektüeller için menfaat her şey demek değil. Bunun tersi için de aynı şeyi söylemek mümkün. Tamamen idealleri için yaşayan, aşkın değerler ve doğrulardan başka kaygı taşımayan varlıklar değiliz. Lakin bu apriori hükümler reel tercih ve temayülleri tespit etme konusunda yeterince açıklayıcı olamayıp fazlasıyla soyut düzeyde kalmaktadır. Reel yani somut varlıklar olarak insanın/insanlığın halleri, ideallerle çıkarlar arasındaki ara bölgede teşekkül etmektedir. Siyasal sosyoloji ile siyasal iletişimin kritik unsurlarını esas itibariyle ara bölgenin topografyası belirliyor. Burada nispeten ve dereceli şekilde ortaya çıkan “muğlaklık”ın hem sosyolojik hakikat (realite) hem de siyasal iletişimin rasyonalizasyonu açısından bir sorun. Sorunların aynı zamanda bir imkan olarak kullanılabileceği de pek tabii ki doğrudur.

Yeni Kızıl Elma

Muğlaklık belirsizliğe olduğu kadar belli bir kayganlığa yahut kırılganlığa dalalet eder. Muğlak olanın (öznelerin) bütünüyle güvenilmez olduğu söylenemez ancak nereye kadar güvenilebileceği konusu kuşku vericidir. Zira kayda değer düzeyde bir idealizasyon eksikliğiyle varittir. İdeallere atıf yapan söylemler etrafında ara bölgedekilerle politika yapıcılar arasında net, anlaşılır, gerçekçi bir mutabakattan söz edemeyiz, en azından bu hususta ciddi müşküller vardır. Popülist siyaset tam da ara bölgedeki bu muğlaklıktan güç alma stratejisiyle sıralanır. Bunu siyasal bir güce dönüştürebildiği düzeyde başarıya ulaşmış olacaktır. Fakat kabul edelim ki bu yine de muğlaklığın, dolayısıyla reel unsurlarla sınırlı bir hareketin başarısıdır. “Kızıl Elma söz konusu başarının neresindedir?” diye soracak olduğumuzda, ilgili birçok şeyin muğlak ve flu durumda olduğu kolayca fark edilir. Kızıl Elma metaforunun bile bir bakıma söz konusu muğlaklıktan beslendiği, en azından pragmatizmi aşan bir ideali yeterince imlemediği tespit edilebilir.

Bu anlamda iktidar partisinin 2023 vizyonuyla ibraz etmeye çalıştığı Kızıl Elma idealinin neye tekabül ettiği aşağı yukarı bellidir: 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisinde ve yine en büyük 10 askeri gücünden biri olmak. Başka nedir dediğimizde, Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan 24 Haziran seçim manifestosundaki şu cümlelerde cevabı bulabiliriz: “Ahdim olsun ki; dar gelirli vatandaşlarımızın hayat standardı yükselecek. Herkesin mal güvenliği, ticareti daha güvenli hale gelecek. Biz hangi sözü verdiysek tuttuk. Bundan sonra da aynı şekilde devam edecek. Yeni dönemde Türkiye muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkacak. Türkiye küresel bir güç olarak dünya sahnesindeki yerini alacak. İhracattaki yükselişimiz devam edecek. Dışa bağımlılığımız azalacak. Yerli ekonomimiz süratle hayata geçecek. Şehirlerimiz, kültür ve sanat üreten kimlikli şehirler haline gelecek. Vergiler düşürülecek. El birliğiyle dünyaya markalar sunacak bir güç olacağız.”

İmkan ve sınırlar

Bu manifestoda içkin Kızıl Elma ülküsünü sanıyorum Türk asabiyesinin “tarihsel arka planı” içinde değerlendirmek doğru olacaktır. İktidar partisi, denebilir ki belli süreden beri milli hassasiyetler üzerinden siyaset yapma çabasını göstermekle kalmayıp bunu giderek toplumsal hatta siyasal bir mutabakata evirme konusunda stratejik bir tavır izlemekte. Motivasyonunu hem retorik hem de vizyon bakımından Büyük Türkiye (Kızıl Elma) rüyasından alan bu siyaset, daha çok milliyetçi partiler tarafından temellük edilen Türk asabiyesini bu süreçte bir imkan olarak değerlendirmeyi arzu etmektedir. Ancak Türk asabiyesi toplumun ezici çoğunluğunda potansiyel olarak var olsa bile, bir tür uyku halinde olup -milliyetçi odaklar dışında- siyasi iradeye tahvil edilebilecek dinamizmi gerçek hayatta göstermemektedir. Bu asabiyeyi milli bir iradeye ve şahlanışa dönüştürmek için lazım olan yegane şey Kızıl Elma’yı yeniden ibraz etmektir. Türk ruhu, asabiyesini tarih boyunca gösterdiği gibi, bugün de Kızıl Elma’nın meyveye durduğunu fark ettiği takdirde aynı şahlanışı göstermesi sürpriz olmayacaktır. Devletle halk arasındaki kültürel, siyasal bölünmenin ve/veya doku uyuşmazlığının –önemli düzeyde- ortadan kalkmış olması sürecin en önemli muharriklerinden biriydi. Böylece Kızıl Elma ülküsüyle halk arasındaki engeller de kaldırılmış oldu.

Söz konusu asabiyenin milli bütünleşmeye doğru evrilmesinde “beka sorunu” hiç şüphesiz en önemli ve en tabii belirleyici olma vasfını koruyor. Fakat beka sorunu, bir taraftan yeterince inandırıcı olamamak, diğer taraftan siyasi iradenin ipoteğine alınamayacak düzeyde ontolojik bir mahiyete sahip olmak dolayısıyla siyaset yapıcılara toplumu konsolide etme imkanını yeterince veremiyor. Bu yüzden beka sorununa istinaden sağlanan milli bütünleşme/mutabakat, gayet tabii partiler üstü bir gerçeklik olarak tezahür etmektedir. 15 Temmuz akabinde Yenikapı Ruhu olarak deklare edilen milli mutabakat böyle bir gerçeklikle mücessemdi. Bu mutabakatın kısmen de olsa siyasi iradeye tahvil edilebilir bir boyutu elbette vardır. Nitekim Cumhur İttifakı bir tarafıyla böylesi bir kaynaşmanın sonucuydu. Konjonktürel zorlamalarla siyasetin sadece zirvesinde değil tabanda da belli bir zihinsel ve psikolojik entegrasyon kendiliğinden vuku bulmuştu denebilir.

Ne ki siyaset, beka sorunuyla tahkim edilemeyecek boyutlar içerir. Bunun için esas mesele, beka sorunu etrafındaki mutabakatın rüzgarını arkasına almış bir Kızıl Elma ülküsüyle milli mutabakattan milli iradeye doğru geçişi sağlamak olmalı. Fetih siyaseti vb., günümüz koşullarında esasen Kızıl Elma yerine ikame edilemeyecek kadar tarih dışında bir yerde duruyor. Afrin operasyonundan bir fetih senaryosu ve söylemi üretmeye çalışmak bugün -siyaseten dahi- büyük aymazlık olacaktır. O yüzden siyasetin kodları değişmiş, Kızıl Elma özü itibariyle artık mahiyet değiştirmiş durumdadır. 24 Haziran seçim manifestosunda bunun bir teyidini görüyoruz. Bununla beraber, Türk asabiyesindeki ana özellik yeni Kızıl Elma ülküsünde olduğu gibi devam etmektedir: Gücün (hakimiyetin) tesisi ve müreffeh bir hayatın temini. Vaat edilen hedef genel anlamıyla budur. Dünya sistemine ve değerlerine yönelik bir imleme -henüz- söz konusu değildir. Bir bakıma Japonya, Çin, Güney Kore örneği üzerinden giden bir yükseliş arzusuyla Kızıl Elma ülküsü tespit edilmiştir.

 Böylece dünya sisteminin (güçlerinin) arzu ettiği bir yöne doğru gidip gitmediğimiz sorgulama konusu yapılabilir. Fakat dünya sisteminin neyi isteyip istemediğinden çok, bizim hakim sistemle bir derdimizin olup olmadığını sorgulamak bizim açımızdan çok daha önemli. Büyük Türkiye ideali mevcut dünya sistemiyle uyum içinde bir düzeyi işaret ediyorsa, bunu hiç değilse İslami perspektiften bir sorun olarak kabul etmemiz gerekiyor. Türk asabiyesi, söz konusu Kızıl Elma ülküsüyle yeterince harekete geçiriliyor olabilir ve “ara bölge”deki toplumsal unsurları toparlayıcı bir dinamik olarak değerlendirilebilir. Lakin “asabiye siyaseti” bugün artık popülist siyasetin bir parçası veya uzantısı olarak kendisini ele vermektedir. Bunun bütünüyle yadsınabilir bir siyaset olmadığını elbette biliyoruz. Dünya gerçekliği (küresel sistem) bir bakıma bu siyaseti dayatıcı bir güce sahip. Fakat siyasetin bütünüyle asabiyeci-popülist bir eksene sabitlenmesini sorunsallaştırmadığımız takdirde dünya sistemi karşısında güçlü, dönüştürücü ve onurlu bir duruş sergileyebileceğimiz şüphe götürür.

Türkiye’deki İslamcı düşüncenin belirtilen bu eksene konuşlanması ve/veya kilitlenmesi tarihi anlamda büyük kayıp olacaktır. Bu bir bakıma bağımsızlık ve bütünlük temelli Osmanlı İslamcılığı ile yetinmek anlamına gelmektedir. Oysa ortada sorgulanması gereken bir sistem sorunu var ve İslamcı düşünce asıl işlevini sisteme yönelik eleştirel, dönüştürücü hatta devrimci yaklaşımlarında göstermek zorundadır. Osmanlı İslamcılığındaki beka faktörünü hiç şüphesiz küçümseyemeyiz; bugün iktidar partisinin bunu daha da etkin bir düzeye getirmesi Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun hayrına olacaktır. Etnik dağılmaya karşı İslam’ın birleştirici özelliği, bu toprakların en büyük şansı sayılmalı. Fakat bunu hovardaca kullanamayacağımızı da unutmamak gerekir. Bunun için milli, kolektif bütünleşmeyi sağlayacak bir Kızıl Elma’ya mutlak surette ihtiyaç var. Osmanlı İslamcılığının aşılması gereken yanı tam da burasıdır. Fakat nasıl? Daha açık ve basitçe formüle etmek gerekirse, İslamcılık nasıl bir dünya tasavvuru ve vaadi ortaya koymaktadır? O yüzden mesele, sadece “bütünleşme sendromu”yla sınırlı bir düzlemde ele alınamaz. Bu sendroma kilitlenmiş bir tarz-ı siyaset, bizi en nihayetinde küresel sistemin arzusuna ve/veya koyduğu marjlara uygun şekilde milliyetçi muhafazakarlığa duçar edecek bir kırılma halidir. İslamcı düşünce artık savunma hattından çıkıp eylem hattına geçmek zorundadır. Batı dünyasındaki İslamofobinin, büyük ölçüde güvenlik endişeleriyle ilgili olsa bile İslami düşünceyi bloke edici maksatlardan azade olduğunu hiç kimse iddia edemez. Kapitalizm bugün sadece Doğu’nun veya İslam dünyasının değil Batılı ülkeler bakımından da bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam ediyor. Kapitalizme karşı gelişecek fikri ve siyasal bir hareketin İslami düşüncenin inisiyatifinde zuhur etme ihtimali, Batı dünyasını belki de “itiraf edemeyeceği” kadar tedirgin etmektedir. Muhtemelen İslam, Batı’nın bilinçaltında nereden, nasıl  parlayacağını kestiremediği bir “öteki varlık/varoluş tarzı” olarak etkisini hala sürdürüyor. Başka deyişle Batı, kendisinden iyice emin olamadığını kendisine bile itiraf etmekten imtina etmektedir. Bundan duyduğu rahatsızlığı belli etmek istemediği gibi, çok kültürlülük söylemleri ve pratikleriyle kendisine atfettiği “üstün bilinç” algısını her açıdan tahkim etmeye çalışmaktadır.

Pragmatizme toslama 

Buradan bakıldığında gerek Türkiye’nin gerekse bütün İslam dünyasının dünya sistemi karşısındaki yerini ve anlamını iyi düşünmemiz gerekiyor. Asabiyeci-popülist siyaset, bu yer ve anlamı temyiz ederek ontolojik imkanlarıyla buluşturacak bir perspektif hatta hassasiyeti bize veremez. Asabiye faktörü, siyasetin eyleyici “özne”sini teşekkül ettirme açısından elbette önemli. Konjonktürel siyasetin koşulları içersinde bu daha da önemli hale gelebilir. Ancak İslami hassasiyetlerle motive olan bir siyasetin bugün bilhassa “kurucu” fikirlere ve öznelere ihtiyacı var. Savunmadan eylem hattına geçmiş bir siyaset bu yolla ancak dünyayı değiştirme istidadı gösterecektir. Böyle bir iddia veya derdimizin olmaması halinde ise İslamcılığı pragmatik bir tarz-ı siyaset seviyesine irca etmekle kalacağız sanıyorum.

[email protected]