Avrupa Birliği’nin idealindeki Türkiye

Dr. Celal Fedai / Yazar
18.03.2017

Toynbee’nin Türkiye ve Avrupa kitabının ilk cümlesi: “29 Ekim 1923’te, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin bir kararıyla ‘doğan’ Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş anıttır.” Batılı entelijansiya için Türkiye, geçmişteki Türk devletlerine benzemediği için takdire şayandır. Madariaga da en az Toynbee kadar net konuşur: “Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..”


Avrupa Birliği’nin idealindeki Türkiye

“Avrupa Birliği İdeali”nin, Batılı entelijansiyanın çağlardır gördüğü en büyük düş olduğu gerçeğini hatırda tutmadıkça, Türkiye ve Avrupa arasında yaşanan sorunların ardında yatan temel sebepleri doğru anlamamız mümkün görünmüyor. “Tarihi kaderi” üzerinde seyrettiği için bir entelijansiyaya sahip olan Batı, ortak bir düş görebildi; biz ise çeşitli nedenlerden ötürü tarihî kaderimizden uzak düştük ve o kader için ömrünü adayan, kendi düşlerini görüp öylece göçüp giden entelektüellerimiz olduysa da bir entelijansiyamız olamadı.

O halde nedir böylesine büyük bir farkı doğuran “entelijansiya” ile “entelektüel” arasındaki ayrım? Bu konuda, bir söyleşisinde çok erken yaşlarından beri bilinçli bir “Siyonist” olduğunu bilhassa vurgulayan ama paradoksal biçimde liberalizmi savunan Isaiah Berlin’in görüşleri dikkate değer. Berlin’in entelijansiya ile entelektüel arasında yaptığı ayrım, her ne kadar 19. yüzyıla bakarak yapılmış görünüyorsa da bugünü de anlatmakta: “Entelektüeller, sırf fikirlerle ilgilenen insanlardır, estetlerin eşyanın olabildiğince güzel olmasını istemeleri gibi, entelektüeller fikirlerin olabildiğince ilginç olmasını isterler.” Buna karşın Berlin’e göre entelijansiya, belli toplumsal fikirler etrafında birleşmiş, serbest eleştiriye ve bireysel özgürlüğe inanan, gericiliğe karşı; insan hakları ve makul bir toplumsal düzen için bir ortak davada mücadele eden ve birbirini yoldaşlar olarak gören kişilerdir. Avrupa’da Rönesans’tan beri yaşanan toplumsal değişimler, entelijansiyanın gayretlerinin ürünüdür. Avrupa Birliği İdeali, bu gayretlerin en üstünde yerini alır çağlar boyu.

Batılı entelijansiyanın düşü

Bu bağlamda, Stefan Zweig’ın 1932 yılında Floransa’da verdiği bir konferansının şu başlığı ile içeriği karşılaştırılmaya değer: “Tarihsel Gelişimi İçinde Avrupa Düşüncesi”. Başlık böyle ama Zweig, bu başlık altında Avrupa Birliği İdeali’nin iki bin yılını anlatmayı seçmiştir. “Avrupa kültürü”nü, “görkemli bir ortaklık” olarak gören Zweig, bu ortaklığın yarattığı “dilekte ve yaşamda birliğe yönelik özlem”i anlatmayı ister. Avrupa Birliği, ona göre Babil Kulesi’dir. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bu birlik, Latin dili, musiki ve sanatta devam eder ve “Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesinin politik, aynı zamanda da politikalar üstü bir sisteme dönüşmesi ise ilk kez on dokuzuncu yüzyılın sonlarında olur.” Öyle ki yaşanan savaşlar bu birliğe dair isteğin coşkusunu arttırır. Sözgelimi Emil Verhaeren, yirminci yüzyılı “Amerikano”ların yüzyılı ilan eden Walt Whitman’dan etkilenerek bu uğurda şiirler yazar ve entelijansiyaya şöyle seslenir:

“O zaman sizler, düşünürler, bilginler, siz ustalar

Sizler bulacaksınız gelecek zamanların kurallarını.”

 Romain Rolland’ın dört ciltlik Jean Christophe romanının kahramanı da “Avrupa Birleşik Devletleri” ideali için mücadele eder durur. Lakin Zweig’a göre, Avrupa Birliği İdeali’nin önünde engel olarak duran “ulusçu güçler” de hareket halindedir. Zweig, Hitler’in iktidarını görür gibidir: “Devlet ile devletlerüstü Avrupa devleti arasındaki kavga sorunu, özellikle içinde bulunduğumuz zaman diliminde tarihin dramatik bir noktasına tırmanmış durumda.”

Stefan Zweig, 1944 yılında, Avrupa Birliği İdeali’ne olan inancını kaybettiği bir zamanda, eşiyle birlikte intiharı seçti. Fakat öngörüleri doğru çıktı. Rönesans’tan beri verdiği uğraşlarla pozitivizmi, laikliği, ilerleme fikrini yerleştiren Avrupalı entelijansiya, idealinin peşini bırakmadı ve İkinci Paylaşım Savaşı’nın acılarının hemen üstünde “Avrupa Birleşik Devletleri İdeali” yükselmeye başladı. Bir entelijansiyadan mahrum bırakılmış biz Türkler için, ibretlik bir serüvendir bu. Entelektüel ve entelijansiya ayrımlarından başlayıp ne kadar kafa yorsak azdır.

Peki ya “Avrupa Birliği İdeali” içinde “ideal Türkiye” nasıldır? Yani Avrupa nasıl bir Türkiye istemektedir?

Bu sorunun cevabı için ömrünü Zwieg gibi birleşik Avrupa ideali uğrunda harcayan Salvator de Madariaga’ya bakmak gerek. Madariaga, bu hususta kritik bir isim zira. 1932’de Milletler Cemiyeti’ne katılmamız konusunda: “Davet edilirsek katılırız.” diyen Mustafa Kemal’in sözlerinin üzerine harekete geçip yirmi dokuz ülke adına bir çağrı hazırlayan isimdir o. Eserleriyle, Avrupa Birliği’nin önünde beliren komünizm tehlikesine karşı büyük çaba sarf eder. Avrupa’yı oluşturan milletleri zaaflarıyla güçlü yanlarıyla ele alıp onları birbirine kaynaştırmaya çalışır. Bizim açımızdan asıl üzerinde durmamız gereken, onun, 1950’li yıllarda Avrupa Birliği’nin oluşumu için verdiği entelektüel çabadır.

‘İslamî tefekkür’den kopuş

Madariaga’nın, önsözünü Fransız Akademisi üyesi André Maurois’nun kaleme aldığı Avrupa’nın Portresi kitabı, Avrupa’nın nasıl bir Türkiye istediğinin en net ifadesini sunar bize. Ona göre, Türk devrimlerinin ilhamı Londra ve Paris’ten geldiği müddetçe Türkler, Yunanlılardan daha çok Avrupa’nın bir parçasıdır. O da Arnold Toynbee gibi düşünmektedir belli ki. Toynbee’nin 1924 yılında yayımlanan Türkiye ve Avrupa kitabının ilk cümlesini hatırlayalım:  “29 Ekim 1923’te, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin bir kararıyla ‘doğan’ Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş anıttır.” Batılı entelijansiya için yeni kurulan Türkiye, geçmişteki Türk devletlerine benzemediği için takdire şayandır. Bu yüzden Madariaga da en az Toynbee kadar net konuşur: “Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar, yeniden İslamî tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..”

“İslamî tefekkür”den kopmuş bir Türkiye… İşte Avrupa Birliği’nin idealindeki Türkiye budur. Yeni kurulan Cumhuriyet, “İslamî yaşantı” ve “İslamî tefekkür” ayrımının farkında olarak devrimlerini gerçekleştirdi. Alman araştırmacı Gotthard Jaschke’nin, 1951’de yayımlanan Yeni Türkiye’de İslamlık eseri bu bakımdan çarpıcı sahneler sunar. Jaschke’nin sonradan yazdığı yazılarının eklenmesiyle Hayrullah Örs tarafından aşkla çevrilen kitabından açıkça görülür ki Türkler, bırakın İslamî tefekkürü, İslamî yaşantıya dahi dönsün istenmemektedir. Erich Mayer’in dediği gibidir: “Din, bir hükümdar ve kraliçeden iyi huylu, yumuşak bir hayat arkadaşına” gelmiştir. Devrimler buna göre ve bunun için yapılmıştır zaten. Madariaga da ruhunu Londra ve Paris’ten alan bu devrimlere bakarak konuşur.

Geçen zaman içinde işlerin değiştiğini görüyoruz… Avrupa tarafından, Türklerin İslamî yaşantıya dönmesi, İslamî tefekküre dönmemesi şartıyla kabule şayan sayılmaya başlanır zira. Avrupa çok iyi bilmektedir ki Türkler, İslamî tefekküre dönerse tarihin seyri başka olacaktır. Özellikle şu son tespitlerimiz, kimilerine hamasî bir söylem gibi gelebilir. Oysa bunlar, bu satırların yazarına ait tespitler değildir. Madariaga da selefi Toynbee de böyle düşünmektedirler. Onların ardı sıra gelen bugünün Batılı entelijansiyasının görüşü de bundan farklı değildir. Nitekim “İslamî yaşantısı” olan ama “İslamî tefekkür”ün semtine uğramayan FETÖ’nün, Avrupa tarafından kullanılabilir bulunarak bu derece sevilmesi durduk yere değildir.

Milletinin meylinden sonra devleti de “İslamî tefekküre” dönmeye meyletmiş bir Türkiye, Avrupa Birliği için asla kabul edilebilir bir şey değildir. 16 Nisan Referandumu’nun görünen ve görünmeyen faillerinde yarattığı rahatsızlığın nedeni, işte bu imkânın Türkiye için iyiden iyiye belirmiş olmasıdır. Türkiye, tarihi kaderine dönmek istiyor ve artık “şok doktrinleri”yle kontrol edilemiyor.

15 Temmuz gösterdi ki Türkiye’nin entelijansiyası, devletinin tarihi kaderine dönmesi için canını veren millettir. Lakin devletin de milletin yükünü hafifletmesi ve her alanda milletin ruhuna meyille kendini bulan bir entelijansiyanın oluşması için çaba sarf etmesi gerekiyor. 15 Temmuz’da devlet, milletini gördü. Milletin de devletini görmesinin vakitleri geliyor…

[email protected]