Berlin’de hakimler var (!)

Aydın Enes Seydanlıoğlu / Yazar
21.07.2018

Aşırı sağcı terör örgütü NSU’nun sekiz Türk’ü katlettiği olaylarla ilgili davada çıkan nihai karar, Nazi ideolojisi besleyenlere cesaret verecektir. Bundan böyle Almanya’da yabancılara yönelik ırkçı saldırıların giderek artacağını tahmin etmek zor değildir.


Berlin’de hakimler var (!)

Prusya Kralı II. Frederick, Potsdam ormanlarında gezinirken güzel ve yüksek bir tepeye rastlar. Kralın beğendiği bu yerde bir yel değirmeni vardır ve Kral buranın istimlak edilmesini ister. Ancak yel değirmeninin sahibi yaşlı adam bu duruma itiraz eder ve satışa razı olmaz. Bunun üzerine sinirlenen kral “Benim Prusya kralı olduğumu bilmiyor musun?” diyerek kızar ve değirmeni zorla alacağını söyler. Bu cevaba karşılık olarak değirmenci ise krala çok bilinen şu sözü söyler: “Alamazsın! Berlin’de hakimler var.”

Bu tarihi anekdot yıllar boyunca Almanlar arasında adaletin iktidardan üstün olduğunun simgesi olarak anlatılmıştı. Ancak, geçtiğimiz günlerde Münih Yüksek Eyalet Mahkemesi’nde görülen ve beş yıl süren NSU davasının nihayet 438. duruşmasında çıkan karar, “Berlin’de hakimler var” deyimiyle mütemadiyen hukuk devleti olmakla övünen Almanya’da yargı sisteminin suçları aydınlatmada sınıfta kaldığını, siyasi saiklere yenik düşerek hukukun egemenliğinin (rule of law) örselendiğini gözler önüne sermiştir. Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü, 2000-2007 yılları arasında Almanya’da yaşayan sekiz Türk, bir Yunan ve bir Alman polisi olmak üzere 10 kişiyi öldürmüştür. Örgüt üyeleri Beate Zschäpe, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın 90’lı yıllarda tanışarak NSU’yu kurdukları tahmin edilmektedir. Nazi ideolojisi temelinde düzenledikleri ırkçı eylemlerle polis takibine takılan örgüt, yapmayı planladıkları bir eylem hazırlığının polise ihbar edilmesiyle deşifre olmuştur. Örgütün yer altına inme süreci de bu olaydan sonra başlamıştır. İşledikleri ırkçı cinayetlerin yanı sıra örgütün para temin etmek üzere aynı yıllarda 15 kez banka soygunu yaptığı, ayrıca iki kez bombalı saldırı gerçekleştirdiği de dava dosyasına işlenmiştir.

Örgütün cinayetleri ırkçı bir motivasyonla işlediği bilinse de cinayetlerin ve eylemlerin arkasındaki ırkçılık ihtimali üzerine gidilmediği gibi, adli makamlarca tüm bu suçların mafya tarzı organize suç örgütü faaliyetleri olduğu dahi iddia edilmiştir. Ölenlerin yakınları ise hem polis hem medya tarafından senelerce “şüpheli” olarak muamele görmüştür. 

9 Eylül 2000 tarihinde Nürnberg şehrinde çiçekçi Enver Şimşek, iki silahtan çıkan sekiz kurşunla vurulmuş ve bu cinayetten sadece 9 ay sonra, 2001 yılının Haziran ayında Nürnberg’teki bir terzi dükkanında ve Hamburg’taki bir manav dükkanında iki Türk esnaf daha iki silahla öldürülmüştür. Türkleri hedef alan bu üç cinayetin ardından Alman polisi, cinayetlerin Çeska CZ 83 marka bir silahla yakından ateş edilerek gerçekleştirildiğini duyurmuştur. 29 Ağustos 2001’de bu sefer Münih’te yine bir Türk manav Çeskamarka silah ile öldürülmüştür. Dört Türk esnafın esrarengiz ölümleri, Alman medyasında da geniş yer tutmaya başlamıştır. O dönemin gazetelerinde bu endişe verici cinayetler üzerinden yapılan haberlere bakıldığında, medyanın sarf ettiği söylemleriyle, öldürülenlerin yakınlarının acılarının görmezden gelindiği anlaşabilir. Medyanın, ırkçı motifli cinayetler olabileceği ihtimaline hiç değinmeden, sadece öldürülen Türklerin ve yakınlarının uyuşturucu, hırsızlık, mafya ilişkileri gibi olası suç çevreleriyle bağlantı kurmaya çalıştığı görülmektedir. Enver Şimşek’in Nürnberg’te öldürülmesinin akabinde “İşportacılar Arasında Kavga”, “Mafya Çıkmazı” daha sonra işlenen cinayetlere istinaden ise “Şüpheli Araç Ticareti”, “Haraç Mafyası”, “Mahallede Sosyal Çatışma” gibi manşetler, devamı gelecek cinayetlere Alman medyasının tutumunu açıkça sergilemiştir. 25 Şubat 2004’te Mehmet Turgut, Rostock şehrinde çalıştığı dönerci dükkanında başına sıkılan üç kurşunla öldürülmüştür. Anayasayı Koruma Dairesi Komisyonu’nun, olayda uyuşturucu ticareti olabileceğini düşünmesi üzerine polis, soruşturmayı, tıpkı diğer mağdurlarda olduğu gibi, Mehmet’in ailesi ve yakınları üzerine yoğunlaştırmıştır.

Ardından 9 Haziran 2004’te bu kez de Köln’de bir Türk kuaför dükkanı önünde içine çivi yerleştirilmiş parça tesirli el yapımı bir bombanın kullanıldığı büyük bir patlama meydana gelmiştir. Bu olaydan bir yıl sonra, 9 Haziran 2005’te, Nürnberg’te İsmail Yaşar, iş yerinde başına ve vücuduna aldığı kurşunlarla öldürülmüştür. Bu menfur cinayetler serisi 2006 yılında Dortmund’da esnaf Mehmet Kubaşık ile devam etmiştir. Kurbanın o dönemde 15 yaşında olan kızına polis sorgusu sırasında babasının uyuşturucu satıcısı olup olmadığı ve ona cinsel istismarda bulunup bulunmadığı soruları yöneltilmiştir. (Alexander Bosch, Amnesty International, 07.09.2016).

İstihbarat mensubu oradaydı

NSU cinayetlerinin diğer kurbanı olan ve Almanya’nın Kassel şehrinde internet cafe işleten Halit Yozgat da kafasına sıkılan iki kurşunla hayatını kaybetmiştir. Alman medyasının öldürülen kurbanın yaşadığı muhitteki artan şiddete vurgu yaparak, “Yıkılış” başlığıyla duyurduğu olayda, Türklerin çeteler kurdukları ve şiddete başvurdukları yazılmıştır (HNA, 07.04.2006). Davanın belki de en dikkat çeken tarafı ise Alman istihbarat mensubu olan ve örgüt içinde ajan olarak yer alan Andreas Temme’nin 10 cinayetten altısında olay yerinde bulunmasına rağmen cinayetlerin önlenmemesidir. 2005’te kanıtlanan bu bilgi nihayetinde gazetecilere sızdırılmıştır. Halit Yozgat cinayetinde polis, cinayetin gerçekleştiği anda olay yerinde bulunan Andreas Temme’e ulaşmıştır. Buna rağmen Temme, dönemin Hessen İçişleri Bakanı ve aynı zamanda Eyalet Anayasayı Koruma Dairesi sorumlusu olan Volker Bouffier’in talimatıyla soruşturma kapsamı dışında tutulmuştur. Örgüt, 2011’deki bir banka soygununun ardından örgüt üyelerinden ikisi Uwe Böhnhardt ve Uwe Mundlos’un ölümleri üzerine gündeme düşmüştür. Bu olayın hemen akabinde örgütün diğer lideri Beate Zschäpe polise teslim olmuş ve NSU’yu tanıtan birçok DVD sunmuştur.  

Ölüm listeleri

Örgüt lideri Beate Zschäpe’nin baş sanık olarak yargılandığı davada, dokuz kişi daha örgüte yardım ve yataklık suçundan yargılanmasına rağmen örgütün diğer elemanlarının kim olduğu ve toplamda kaç kişi oldukları soruları yanıtsız kalmıştır. Örgüt hücresinin aranması esnasında binlerce kişiden oluşan “ölüm listeleri” bulunmasına ve bu listelerde hedef kişilerin ev adreslerinden yaptıkları işe kadar her türlü detaylı bilgi bulunmasına rağmen bu listeleri oluşturanlar içerisinde başka örgüt üyelerinin de bulunabileceği ihtimali göz ardı edilmiştir.

Örgütün faaliyetlerini gerçekleştirdiği esnada ortaya çıkan bir diğer şaşırtıcı olay ise Alman İç İstihbaratı Anayasayı Koruma Komisyonu’nun 1998 yılında aşırı sağcı terör örgütü NSU’nun üç üyesini Jena’da bomba imha ederken tespit etmesine rağmen herhangi bir işlem yapmamış olmasıdır. NSU, ilk kez 2000’de istihbarat dosyalarına geçmiş ve iki ay kadar istihbarat tarafından takip edildikten hemen sonra Eylül 2000’de ilk cinayetini gerçekleştirmiştir. Terör örgütünün deşifre edilmesinden sonra uzun bir süre istihbaratta örgütle ilgili binlerce dosya ve belge imha edilmiş ve bu belgeleri imha eden görevlilerin kim olduğu asla aydınlatılamamıştır. NSU, 2001’de Köln’de İran kökenli birine ait dükkana bomba yerleştirmiş ve bir kişinin bu şekilde yaralanmasına sebep olmuştur. Basına sızdırılan bir dosyayla, Johann Helfer isimli bir istihbarat görevlisinin bu eylemle bağlantısı olduğu anlaşılmıştır. Diğer birçok eylemde olduğu gibi bu bombalı saldırıyla ilgili de herhangi bir işlem yapılmamıştır. Ortaya atılan bir başka iddiaya göre ise istihbaratın, örgüt içerisinde bulunan muhbirlerini, polisin örgüte yönelik gerçekleştireceği operasyonlardan haberdar etmesidir. Bu sayede emniyet güçleri örgüt üyelerini yakalamak konusunda güçlük çekmiş ve emniyet bu durumu farketmesine ve gerekli makamlara durumu bildirmesine rağmen konuyla ilgili herhangi bir süreç işlememiştir. Ağustos 2014’de Thüringen NSU soruşturma komitesi tarafından yayınlanan açıklamalarda istihbarat-NSU ilişkisi ciddi bir şekilde ortaya çıkartılmış ve akabinde Thüringen Eyalet Meclisi öldürülenlerin yakınlarından özür dilemiştir.

Davanın aydınlatılmasında katkı sağlayacak kilit isimlerin gizemli şekilde ölmeleri -ki çoğu cinayetlere şahit olan kişilerdi- bazı istihbarat daire başkanlarının istifa etmesi, davanın gittikçe gündeme oturmasına sebep oldu. Mağdur yakınları, avukatlar ve davayı takip eden insan hakları aktivistleri davanın ilgili kurumlar tarafından manipüle edildiğini iddia etse de bu süreçte kamuoyunda yeterli destek bulamadı. Nihayet beş yıldır sürmekte olan davada geçtiğimiz haftalarda karar çıktı. Davanın tek sanığı olan Zschäpe, müebbet hapis cezasına çarptırılırken örgüte yardım ve yataklık eden diğer dört kişi iki yıldan 10 yıla kadar hapis cezasına çaptırıldı. Ancak mağdurların aileleri başta olmak üzere davanın takipçileri ve avukatlar karardan memnun olmadıklarını bildirdi. Dava sonuçlanmasına rağmen akıllardaki sorular cevaplandırılmamış ve yargılanan ve birer “piyon” olan beş sanığa verilen cezalarla mesele çözüme kavuşturulmuş gibi gösterilmiştir. Hessen Eyaletinde NSU davasıyla ilgili bilgi içeren bir belgenin mahkeme kararı ile 120 yıl erişime kapatılması da adli makamlara yönelik güçlü şüpheleri haklı çıkartmıştır. Mahkeme kurumsal ırkçılıkla hesaplaşmamış, cinayetlerin arkasındaki ırkçı motivasyonu dikkate almamıştır.

Danışıklı dövüş

Son olarak ise Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi, sanıklardan Ralf Wohlleben’in tahliyesine hükmederek, beş yıl boyunca bir hukuk davası değil, adeta danışıklı dövüş seyrettiğimizi göstermiştir.  NSU davasının görüldüğü 6. Ceza Dairesinden yapılan yazılı açıklamada, savunma avukatının Münih Eyalet Yüksek Mahkemesine müracaatı ve savcılığın da onayıyla Ralf Wohlleben’in tutukluluk halinin kaldırılması kararı alındığı ifade edildi. 10 yıl hapis cezası alan Wohlleben 6 yıl 8 ay tutuklu kaldığı ve kaçma tehlikesi bulunmadığı gerekçesiyle karar kesinleşene dek serbest bırakıldı. Davada ikinci önemli husus, sanık olarak yargılanan ve NSU terör örgütünün işlediği dokuz cinayette kullanılan Ceska CZ 83 tipi silahı tedarik ederek örgüte yardım ve yataklıktan suçu kesinleşen Ralf Wohlleben’in, hakkındaki karar kesinleşse bile, toplam cezanın üçte ikisini tamamladığı gerekçesiyle bir daha cezaevine girmesine gerek kalmayacak olmasıdır.

Aşırı sağcı terör örgütü NSU’nun sekiz Türk’ü katlettiği olayların aydınlatılarak beş yıldır esas suçluların cezasını çekmesini beklediğimiz davada çıkan nihai karar, bize “pereat mundus fiat justitia” (Adalet yerine gelsin de varsın dünya yıkılsın) formülünün önemini bir kez daha hatırlattı. Cezalandırma, tarihten bu yana salt kefaret değil, aynı zamanda suç önleme yöntemidir. Suçun her zaman fırsatlara ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde bu sözüm ona mahkeme kararın, Nazi ideolojisi besleyenlere cesaret vereceğini ve Almanya’da yabancılara yönelik ırkçı saldırıların giderek artacağını tahmin etmek zor değildir. Dileriz ki NSU kararı, “Berlin’de hakimler var” deyimini tarihe gömmeyecektir.

@EESeydanlioglu