Bir acayip sanatçı mottosu

Dr. Celâl Fedai / Yazar
15.04.2017

Türkiye’de sol, sanatçısıyla, siyasetçisiyle ABD, Avrupa ve Rusya’nın gerçekliğinde hapsolduğundan, dedelerinin dağlarında taş ocakları kurup çıkardıkları taşlarla milletimizin külliye inşasına gelmiyor. Katedral inşası için kullandığı ‘evet’i, külliye için kullanmaya yanaşmıyor. İnşa işi, bu yüzden gene onu düşleyenlere kalıyor…


Bir acayip sanatçı mottosu

1985 yılında Avrupa resim sanatında evvelce benzeri olmayan bir şey yaşanmadı… Evet, çok mühimdi o yılların önde gelen ressamlarından Anselm Kiefer, Joseph Beuys, Enzo Cucchi, Jean Christophe Ammann ve Jannis Kounellis’in Basel’de, dört farklı zamanda bir araya gelip sanatın, hayatın ve tabii siyasetin esas, usul ve üslubunu konuşmaları. Her bakımdan son derece profesyonelce gerçekleştirilen buluşmalar, kayda alınıp yayımlandığında, Avrupa resim tarihi açısından benzersiz bir durumu da ifade etmiyordu. Ama sadece siyasî çizgisi bakımından değil sanat hayatı bakımından da “tarihi kader”inden kopmuş bizim için etmeliydi… Çünkü bu konuşmaların üst başlığı, laikliğinde kuşku duyulmayan bu beş ressamın da ortak derdinin tam ve tekmil bir dışa vurumuydu: “Bir Katedral İnşa Etmek”.

1985’te Türkiye’de, “külliye inşası” için bir araya gelen şairler, yazarlar, siyasîler elbette vardı ama şimdilik, bu bahsin Avrupa için anlamını biraz daha kurcalayalım ki Türkiye’de hayatımızın her alanında bir külliye inşasından söz ettiğimizde tüyleri diken diken olanlar, kendilerini o çok sevdikleri Avrupalı sanatçıların aynasında dosdoğru görebilsinler.  

Türkiyeli sosyalistlere baskı

İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra Avrupa’da resim sanatı, enstalasyon çılgınlığını yaratan aklın, sözde avangart pozlarıyla cebelleşmek durumundaydı. Birçok akım türemişti. Ses, sesi duymuyor; göz, gözü görmüyordu. Daha dikkat çekici olanı ABD, sanatın merkezini Avrupa’dan New York’a taşımak için Soğuk Savaş yılları boyunca milyonlarca dolar harcıyordu. Francis Saunders’in, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı kitabında dediği gibiydi: 1947 yılında kurulduktan sonra ABD’nin kültür bakanlığıymış gibi çalışan CIA’in en etkili çalışmalarından biri, sanatı, bilimi, kültürü yönlendirmeye ilişkindi: “Madem bol ürün almak dış siyaset gereğiydi, o halde gelecek yılın havası önceden hazırlanmalıydı.” Başta hayır kurumları olmak üzere, özel sektörmüş gibi görünen oluşumlarla, gazete, dergi gibi medya organları manipüle edilmekle kalmadı;  ABD’nin siyasî vizyonu, Arthur Koestler, Stephen Spender, Jackson Pollock gibi entelektüeller, şairler, yazarlar, ressamlar üzerinden tüm dünyaya, son derece profesyonel eller tarafından yayıldı. Modern sanat müzeleri, galeriler işin en kolay yanıydı. Daha da ötesine gidilerek türlü sanat kuramları oluşturuldu. Zira komünist Rusya da 1917 Ekim devriminden beri boş durmuyordu. En başta Fransız entelijansiyasının vicdanını ele geçirmişti Ruslar. ABD’de bile güçlü taraftarları vardı. Propaganda savaşlarında komünizm için çoktan “başarısızlığa uğrayan Tanrı” sıfatı yakıştırılmıştı. Lakin öyle kolay değildi; Ruslar her yeni duruma karşı kolayca karşılık bulabilmekteydi.

Sosyalist Rusya’nın Türk sanatçıları üzerindeki baskısını hatırlayalım… Pek az bilinen bir gerçektir: Nâzım Hikmet, Jakond ile Siyau gibi bireysel fantasmanın yankılandığı eserler kaleme aldığında, derhal Troçkistlikle suçlanır ve aforoz edilir. Komintern’in Rundschau dergisinin 1933 tarihli 28’inci sayısında Nâzım için şu bilgiler yer alır: “Türk burjuvazisi, çeşitli küçük burjuva dönek gruplarını özellikle Nazım Hikmet’in Troçkist muhalefet grubunu, komünist partisine karşı kullanmasını biliyor. Grup sadece komünist partisine karşı yürütülen karalama kampanyasına hizmet etmekte kalmamaktadır. Bu gurubun önderi olan Türk şairi Nazım Hikmet’e gelince birçok kere tutuklanıp daha sonra serbest bırakıldı, uzun bir süre kendini komünist olarak tanıttı ve daha sonra Kemalist toplantılara konuşmacı olarak katıldı. Kemalist hükümet onunla tıpkı İngiliz hükümetinin Hindistan’da küçük burjuva dönek Roy’la oynadığı oyunu oynamak istemektedir: Yani Nazım Hikmet’i “Devrimci Önder” olarak göstermek amacıyla yargılamak!”

Rus Komünist Partisi’nin 1930’larda Türkiyeli sosyalistler üzerinde etkisi öyle güçlüdür ki Nâzım Hikmet, adeta tecrit edilir. Şiirde “iç söyleşi”ye zorlanır. Benerci Niçin Öldürdü? kitabındaki intihar meselesi, Nâzım’ın bizzat kendiyle ilgilidir. Şair 1936’ya, Şeyh Bedreddin Destanı’na kadar siyasî, sosyal temalara dönemeyecek kadar fikrî sarsıntı geçirir. 1940’lı yıllarda Türkiye’deki Komünist Parti’nin legal yayın organı olan Yeni Edebiyat dergisi için de aynı durum geçerlidir: Komünist Rusya, Türkiye’deki sosyalist yazarların hangi konularda nasıl roman yazacaklarına, film çekeceklerine; hangi eleştirel görüşleri benimseyeceklerine karar vermektedir. Abidin Dino, gerçekçilik üzerinde bir küçük “açılım” yapmak istediğinde Komünist Parti Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner tarafından tabir caizse “kulağı çekilir”. Ve daha birçok örnek… Türkiyeli sosyalistlerin 1990’lara kadar SSCB’den aldıkları fikrî talimatları takip etmek mümkün ama ne yazık ki şimdiye kadar yayınevlerinin, dergilerin, şahısların nasıl ve ne kadar maddî destek aldığına dair bir bahis açılabilmiş değil.  

Avrupa ve ABD ile Rusya, kendi gerçekleri içinde kendi “Katedrallerini İnşa Etmek”le meşgul oldular hep. Soğuk Savaş ve öncesi dönemde de bu böyleydi, bugün de böyle. Bu yüzden 1985 yılında adlarını andığımız beş ressamın, sadece resim sanatının gelişimine katkısına atfen “katedral inşası”ndan dem vurmadıkları çok açıktır. Sözgelimi içlerinden sosyalist olarak bilinen ve resimlerinin bir yerine ucu aşındığı için artı gibi duran haç işaretini bir mühür gibi yerleştiren Joseph Beuys, Çin’e sosyalizmin girişini önemserken, bu yolla Avrupa’nın inancının da girdiğini belirtmekte sorun görmez. “Katedral inşası”, sadece resim sanatının değil Avrupa’ya dair her şeyin yenilenmesi demeye gelmektedir.

Türkiye’de sanatçıların durumu, Avrupa, ABD ve Rusya’ya bağlılıkları açısından değerlendirildiğinde, sanatın ve siyasetin tarihinde görülmedik derecede acıklı bir durumdur. Nâzım Hikmet’in meşhur “Davet” şiirinde “Akdeniz’e doğru bir kısrak başı gibi uzanan” Türkiye resmi çok sevilir sanatçılar arasında ama çokları, kasıtlı şekilde o kısrağın sadece başıyla ilgilenir. Pek az erbab-ı sanat, kısrağın gövdesiyle ve vaktiyle gittiği yerlerle ilgilidir. Çünkü onlarla ilgileniyor olmak Avrupa, ABD ve Rusya’nın kendi gerçekleri içinde hep “katedral inşası”yla ilgili olduklarını görmeyi gerektirecektir. Bu da ilgilisini, “bir külliye inşa etmek” fikrinin muhatabı kılacaktır. Reddetsin ya da etmesin…

Türk solunun mihrabı

Bir külliye inşa etmek!.. Bu büyük bir sorumluluk ve mesele olarak Türkiye’de en çok sanatçıların önünde duruyor. Nâzım Hikmet’in komünist enternasyonalizminin bu duyguyu anlaması beklenemez. Sadece o mu? Türk siyasi tarihinde sol yelpazede yer alan hemen hiçbir çizgi, burada tebarüz eden kaderi anlayamamıştır. Türk solu, bugünlerde ABD ve Avrupa’ya taptığı gibi vaktiyle de Rusya’ya öyle tapmıştır ki Tanrı’sı hayali olmuş ama fark edememiştir. 1944’de Kırım Tatar’larını Özbekistan, Sibirya yollarında katleden Stalin’e ne o günlerin sosyalistlerinden ne de sonradan gelenlerden bir tepki vardır. Kırım Tatarları, sürgüne gönderilmesi Rus bürokrasisince unutulan iki köyün gemiyle nakledilecekleri yalanıyla yola çıkarılır ama gemiler batırılmak suretiyle Karadeniz’de boğdurulduğunu anlatırlar. Bu anlatılan ya da başka anlatılanlar… Hiçbiri hâlâ Türk solunu ilgilendirmez. Kaderimizin gereği olan “külliye inşası”na kayıtsızlık, Türk solunun yedinci okudur adeta.

Resim sanatına olan yeteneksizliğinin hıncını, resim sanatını tahrip ederek çıkaran Marcel Duchamp, 1915’te şöyle bir öngörüde bulunmuştu: “… Bir toplum oluşturma(lı), bireylerin, soludukları havanın parasını ödemek zorunda oldukları (hava sayaçları); hapsetme ve seyrekleştirilmiş hava, karşılığı ödenmediğinde bir boğ(ul)ma yeter(lidir) gerektiğinde (havayı keserek).” Bugün bu öngörü, dünyanın her yerindeki Müslümanların gerçeği oldu maalesef. Müslümanlar, gırtlaklarında hava sayaçlarıyla yaşatılmak isteniyor. Türkiye’de bir “külliye inşa etmek” isteyenler, bunu engellemek için çırpınıyorlar. Sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için adaletin olduğu bir “külliye” vaat ediyorlar. Ama yazık ki Türkiye’de sol, sanatçısıyla, siyasetçisiyle ABD, Avrupa ve Rusya’nın gerçekliğinde hapsolduğundan ötürü, dedelerinin dağlarında taş ocakları kurup çıkardıkları taşlarla milletimizin külliye inşasına gelmiyor. Katedral inşası için kullandığı “evet”i, külliye için kullanmaya yanaşmıyor. İnşa işi, bu yüzden gene onu düşleyenlere kalıyor…

[email protected]