Çin: Merkezi ‘liberal’ krallık

Cengiz Sözübek / Yazar
6.05.2017

Sosyal ve siyasi anlamda liberalizmin ilk şartının “liberal ekonomi” olduğunu düşündüğümüzde, ekonomisi devasa boyutlara ulaşan ve girift küresel ekonomik ağ ile küresel yapının ayrılamaz parçasını oluşturan Çin’in liberalizme geçmesi ve tüm dünyada liberal değerlerin önderliğini yapması mümkün mü? Çin için yeni adres “merkezi liberal krallık” olabilir mi?


Çin: Merkezi ‘liberal’ krallık

“Çin’in daima uluslar birliğinin dışında kalmasını, böylece hayallerini beslemesini, nefretini artırmasını ve komşularını tehdit etmesini göze alamayız. Bu küçük gezegende kızgın bir tecrit ediliş içinde yaşayacak, kabiliyetli bir milyar insan için yer yoktur.” (ABD Eski Başkanı Richard Nixon, 1967)

“Çin’in barışçıl gelişimi, hegemonya peşinde koşan geleneksel kalıbın dışına çıkmıştır. Birleşik Devletler Çin’in, milletler topluluğunun güçlü, müreffeh ve başarılı bir üyesi olarak yükselişini memnuniyetle karşılamaktadır.” (ABD Eski Başkanı Barack Obama, 2011)

Amerika’nın kurucularından Püritenler “Tüm dünyanın gözü üzerimizde, bir tepe üzerindeki şehir gibi olacağız” demişlerdi. Özellikle II. Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde Batı için “kurtarıcı” olarak görülen Amerika hep bu eşsiz olma hissiyatına sahip oldu. Çincede Çin kelimesinin anlamının “Orta/Merkezi Krallık” olduğunu düşündüğümüzde, benzer bir hissiyatın Çin devletinin ve ulusunun genetik kodlarında bulunduğunu söyleyebiliriz. Çin’in kendisini dünyanın merkezinde tanımladığı bu politik duruşun, Çin devlet ricalinden ortalama bir Çinliye uzanan keskin bir milliyetçiliği, kesif bir ulusal gururu ve beraberinde de kendisini dışarıya kapatan kibri de getirdiği söylenebilir. Öyle ki, Sovyetlerle birlikte anılmaya başlandığı Soğuk Savaş’ın son dönemecinde kısa süreli “enternasyonal” ütopyalar bile ulus devletine halel getirmedi. Çin tarihinin büyük bölümünde bir ulus devlet olarak kaldı, kendileri açısından ise belki de kalmayı başardı.

Bugün dünya ekonomik sisteminde önemli bir yer işgal etmeye başlayan Çin’i işte bu “tarihi refleksleri” ile birlikte okumamız gerekiyor. Roma, Britanya, Osmanlı, Sovyetler gibi çok uluslu imparatorluklar dönemlerinde dahi “merkezi krallığını” tek bir ulus devlet üzerinden kuran ve devam ettiren bir Çin geleneği var karşımızda. Diğer yandan ise, Çin’in bilinçaltına işleyen bu korumacı ve kendisini tecrit eden psikolojisinin arka planında başta İngiltere ile uzun yıllar süren Afyon Savaşları ile Japonya ile savaşındaki derin acılar yatıyor. Çin’in bu anlamda Türkiye’nin uzun yıllar yaşadığı “Sevr sendromu”nu yüzyıllar boyunca yaşadığı söylenebilir.

‘Kapalı Çin’ kararı

Çin bir ulus devlet olarak kalma tercihini, küresel imalatın ve ticaretin merkezi olduğu ve kabaca 19. yy ortalarına kadar süren dönemlerde de devam ettirdi. Bugün küreselleşmeyi, küreselleşmenin Çin’e ve nihayetinde küreselleşen Çin’in küreselleşmeye etkisini tartışırken bu gerçeği de hatırlamamız gerekiyor. Çin bugünkü ekonomik üstünlüğe ve nüfus avantajına daha önceden de sahipti. Çin, kapalı ve tecrit edilmiş bir ulus devlet olarak kalmayı tercih etti. Bu kararı almasında ulusal kimliği etkili olduğu gibi İngiltere’nin sömürgecilik politikasının ve komşularıyla yaşadığı sorunların getirdiği reflekslerin de Çin’in ördüğü setin arkasına daha fazla gizlenmesini tetiklediği bir gerçektir.

Kendisine atfettiği merkezi krallık olamasa da küresel endüstrinin merkezi atölyesi olan Çin, benzer ekonomik üstünlüğe sahip olduğu dönemlerde verdiği “kapalı Çin” kararı yol ayrımıyla yeniden karşı karşıya. Aslında bu kararı, bir başlangıç niyeti olarak 40 yıl önce verdi. 1978 yılında Çin Komünist Partisi’nin başına geçen ve 1992’ye kadar fiili olarak Çin’in devlet başkanı olan Deng Xiaoping öncülüğünde “Reform ve Açılım” siyaseti kabul edildi. Moskova’da eğitim gören Xiaoping’le Çin, Gorbaçov’lu Rusya’dan yaklaşık 15 yıl önce “Açıklık ve Yeniden Yapılanma”ya geçmeye karar verdi. Önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde ABD ekonomisini geçmesi beklenen ve küresel endüstrinin ana motoru muazzam Çin ekonomisinin temelleri de bu kararla atılmış oldu.

Çin ekonomisinin adeta kontrol edilemeyen bir büyümeyle dünya gündeminde olması, küreselleşme ve bununla birlikte neo-liberal dönemin geleceğiyle ilgili tartışmalara da dahil olmasına yol açıyor. Trump ile birlikte yükselen şovenizm, milliyetçilik ve üst yapıda “devlet kapitalizmi” tartışmaları beraberinde Batı’nın mütekebbir bir şekilde duyurduğu “Tarihin sonu: Liberalizm” son büyük aforizmasının da sorgulanmasını getirdi. Amerika’nın siyasi liderliğini yaptığı liberalizmin sonunun mu geldiği yönündeki sorulara, belki de en ilginç cevap Çin Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından geldi. Ocak 2017’de Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda konuşan Jinping “küreselleşmenin ve serbest ticaretin güçlü bir savunucusu” olduklarını açıkladı. Amerika tecrit politikalarını, devlet kapitalizmini tartışırken; ekonomisini devlet kapitalizmi ve dışa kapalı ekonomik modeliyle büyüten Çin tarafından müstehzi bir cevap geldi. Her ne kadar liberalizmden ziyade küreselleşmeyi öne çıkartsa da Uzak Asya ekonomileriyle birlikte Çin ekonomisinin geldiği nokta “liberalizm”le yüzleşmeyi de icbar ediyor.

Batı’nın son putu

Peki Batı’nın yemek zorunda kaldığı son putu olan “liberalizm”, Çin’de varlığını sürdürebilir mi? Sosyal ve siyasi anlamda liberalizmin ilk şartının “liberal ekonomi” olduğunu düşündüğümüzde, ekonomisi devasa boyutlara ulaşan ve girift küresel ekonomik ağ ile küresel yapının ayrılamaz parçasını oluşturan Çin için liberalizme geçiş ve belki de tüm dünyada liberal değerlerin önderliğini yapmak mümkün mü?  Çin için yeni adres “merkezi liberal krallık” olabilir mi?

Çin küresel ekonomi anlamında merkezi bir noktada bulunuyor. Atlantik-Avrupa eksenli küresel kuzey Batı ile Afro-Asya ve Latin Amerika eksenli küreselleşme yolundaki Güney arasında köprübaşı konumunda. Tarihi geçmişi ve siyasi iklimi ile Batı’ya ne kadar uzaksa, özellikle Avrupa başta olmak üzere Batı ekonomilerinin yerini almaya başlamasıyla o kadar da yakın. Batı’nın yüksek teknolojisini yakalayana kadar doğal pazarı olan Doğu ve Güney ülkelerine kendisini kabul ettireceği bir kimliği de yok. Çin ekonomik bir dev olduğu kadar siyasi ve felsefi anlamda da bir cüce olmaktan kurtulamıyor. Kuşkusuz bu tercih, tam anlamıyla güçlenene kadar kendisini gizleyen bilinçli bir taktik de olsa Çin’in en azından vaat ettiği büyük bir “anlatı”, sahip olduğu güçle mütenasip bir yönetebilme iradesi ve hegemonya dili henüz yok.

Önümüzdeki on yıllarda küresel ekonominin neredeyse tüm fay hatlarının Çin’in planlarına göre şekilleneceği yönündeki tahminlerde haklılık payı elbette yüksek. Örneğin, Çin-Pakistan ekonomik koridoru bile tek başına Avrasya’nın tam kalbinde açılan bir hatta tekabül ediyor. Bu koridor ile Çin dünya petrol ticaretinin yüzde 70’inin geçtiği deniz yoluna komşu olurken, Orta Asya’ya, Hürmüz Boğazı ile Ortadoğu’ya, diğer taraftan Hint Okyanusu ile tüm dünyaya doğrudan bağlantı kuran stratejik bir alan açıyor. Bu proje sadece ekonomik amaçlarıyla öne çıksa da, ölçeği daha da büyüyerek çıkar çatışmasına dönüşmesiyle Çin’i mecburen bir “siyaset” belirlemeye sevk edecek.

Küresel liderlik rolü

Trump’ın “ne etliye ne sütlüye karışırım” taktiğini uzun yıllardır siyasi bir pragmatizm olarak benimseyen Çin, istese de istemese de tıpkı Amerika gibi küresel meselelerin doğrudan tarafı olacak. Örneğin, son derece stratejik bir yerde yaşayan ciddi sayıda Müslüman nüfusa sahip olan Çin’in Pakistan mahreçli bir terör saldırısına vereceği cevap ne olacak? Bu cevap, kendi iç bütünlüğünü olduğu gibi Orta Asya’daki ve Gwadar-Hürmüz hattında tüm Ortadoğu’daki çıkarlarını etkileyebilecek potansiyele sahip. Son zamanlarda artmaya başlayan “Orta Asya kökenli DEAŞ’çı” haberleri de Fergana Vadisi’ne konuşlanmaya başlayan DEAŞ üzerinden süren küresel mücadelenin bir parçası. Mesela Çin, 1994 yılında dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Claes tarafından açıklanan “Sovyetler sonrası NATO’nun düşmanı radikal İslâmcılar” konseptine uygun olarak Taliban, El-Kaide ve DEAŞ’le savaşan Batı’nın durduğu yerde durarak “hedef” mi olacak?

Winston Churchill II. Dünya Savaşı’ndan sonra “İngiltere’nin hegemonyasını Amerika’ya emaneten verdiği”ni söylemişti. İngiltere’nin o dönemde yaşadığı “metal yorgunluğun” benzerini bugün Amerika da yaşıyor. Trump ile birlikte “toparlanma” sürecine girmeye karar verdiği anlaşılan Amerika’nın, küresel liderlik rolünü “emaneten” vereceği bir ülke olabilir mi?

Soğuk Savaş’ın “yenilmesi mukadder rakibi Rusya” bu emanet için en uygun adaylar arasında. Ancak, Çincede “aç toprak” anlamına gelen Rusya’nın siyasî ve askerî gücünün yanında kötürüm bir ekonomiye sahip olması bu ihtimali zayıflatıyor. Atlantik bloğunun, Çin ile olan savaşı yakın dönemde kazan-kaybet noktasına getirmesi kendisi açısından makul değil. Trump’lı Amerika’nın bu “toparlanma” sürecinde Rusya’nın askerî, Japonya’nın ekonomik olarak güçlendirilerek Çin’e karşı konuşlandırıldığı ve Hindistan’ı da tabi müttefik olduğu yeni bir blok orta vadede Çin’e karşı tahkim edilebilir.

Tüm bu küresel tektonik yapılardaki muhtemel hareketlenmelerden önce, Çin için en önemli konu kimlik bunalımı olacak gibi görünüyor. Bir Çin atasözü olan “Güçlü olamıyorsan, zayıf da değilsen; bu işin sonu yenilgidir” yol ayrımı Çin’in karşısında duruyor. Ancak buradaki sorun, güçlü olmasından ziyade bu gücünü nasıl adlandıracağı ve anlamlandıracağı ile ilgili olacak. Ulus devlet olarak kalmakla, küresel liberalizmin sığınacağı “ekonomisiyle büyük Amerika, siyasetiyle küçük Amerika” limanı bir emanetçi olmak arasında karar verecek. Bu karar da sadece kendisini değil, tüm dünyayı etkileyecek.