Darbeler ve arındırma politikaları

Yrd. Doç. Dr. Ömer Aslan / Polis Akademisi
15.07.2017

AK Parti hükümetinin 15 Temmuz sonrası giriştiği tasfiyelere şaşırmak sanırım darbeler literatürünü bilmemekten kaynaklanıyor. Doğru olan bastırılan darbe girişimleri sonrası alınacak tedbirleri darbenin doğasının (aktörleri, tarzı, şiddeti) belirlemesidir.


Darbeler ve arındırma politikaları

15 Temmuz hain darbe girişiminden bir sene sonra hem darbe girişimine hem de geçen bir yıla dair söylenecek çok şey var. Bunlardan ilki darbeler ve dış aktörler ilişkisi olabilir. Daha önce bu yayında belirttiğimiz gibi, darbeciler dünyanın neredeyse her yerinde dış aktörlerin,olası kalkışmalarına yönelik tutumlarını iyi kötü bilerek/tahmin ederek harekete geçerler. Türkiye’deki tüm darbelerde de böyle olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Akamete uğrayan darbe girişimlerinde de her aktör için bu böyledir. Talat Aydemir ve arkadaşlarının 21 Mayıs 1963 darbe girişimi esnasında Başbakan İsmet İnönü, kalkışma henüz daha bastırılmamışken Hava Kuvvetleri Komutanlığına geçmiş, NATO’daki dostlarına bir darbe girişimiyle karşı karşıya olduklarını ancak hükümetin NATO’ya bağlı olduğunu bildirme ihtiyacı hissetmişti. Bastırılan darbe girişimlerinden sonra da dış boyutun ihmal edilmemesi bu bakımdan oldukça önemlidir.

Dış aktörlerin rolü

Darbelerin ve darbe girişimlerinin dış aktörlerini de sadece ABD, Sovyetler/Rusya ve diğer küresel aktörlerle sınırlamak büyük hata olur. Mısır’da 3 Temmuz darbesi ve Suudi Arabistan-Pakistan ilişkileri gösteriyor ki Ortadoğu’da da başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere darbeci güçler bulunmaktadır. Ortadoğu’da bölgesel düzen değişimi süreci devam ettiği müddetçe bölgesel aktörler de Türkiye’de darbeler ve darbelerle mücadele süreçlerinde rol oynayacaklardır. Bunun nedeni Türkiye’nin bölgesel ve küresel aktörlerin hesapları açısından aşağıdaki hikayedeki ‘uzun gelincik’ gibi olmasıdır: “Eski Roma’da Graçüs Ailesinin bir üyesi ve oldukça popüler ve güçlü bir kişi olan Senato lideri, nihayet koltuğunu oğluna bırakmış. Oğlu öğüt istemek için babasına bir elçi göndermiş. Elçi, yeni liderin babasını bir gelincik tarlasında bulmuş ve oğlunun talebini iletmiş. Baba cevap vermeyerek tarlada yürümeye devam etmiş ve denk geldiği her uzun gelincik çiçeğinin kafasını bastonuyla koparmış. Elçi başka öğütü olup olmadığını sorunca, Baba ‘Hayır’ demiş. Elçi Roma’ya dönüp oğula mesajı iletince Senato’nun yeni lideri ‘mesajı aldığını’ söylemiş.”

15 Temmuz tecrübesi ve aradan geçen bir yıl, dış aktörlerin darbelerdeki rolüne dair iki önemli mesaj taşıyor. Bunların ilki, darbe girişimini bastırdıktan sonra dış boyutunu yeterince iyi yönetemediğimizdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da BM Genel Kurulu açılışı için gittiği ABD’den dönerken söylediği gibi FETÖ “Hukukla değil, ilişkiler ağıyla başka işler çevirme peşinde”. Türkiye’nin ise aynı ilişkiler ağını gayr-ı resmi düzeyde kurmakta başarılı olmadığı görülüyor. Geçen bir sene içerisinde ABD Kongresinde 15 Temmuz konulu birkaç oturumun darbe girişimi/FETÖ yanlısı sahneleri ve bu oturumlara FETÖ’cülerin dahi davet edildiği hatırlanırsa durumun vahameti daha iyi anlaşılır. Bunun arkasında Batılı başkentlerde İslamofobi ve İslamcıfobi olduğu kadar bizim başarısızlığımız da söz konusu. İkinci mesaj ise, içeride güçlü bir iktidarın ve halkın demokrasisine sahip çıkma iradesinin, dış aktörlerin, istihbarat servislerinin rolleri ve planlarına galebe çalacağıdır.

Toplumsal rehabilitasyon

Darbe girişiminden bu yana geçen süre, bazı kurumların böylesi bir kalkışmaya çok daha hazırlıklı olduğunu da gösteriyor olmalı. FETÖ tehdidini birçoklarından çok daha önce gören ve FETÖ’den arındırma sürecine 17-25 Aralık darbe girişimi sonrası başlayan Emniyet Genel Müdürlüğü ve Polis Akademisi gibi kurumlar darbenin bastırılmasında kritik rol oynadıkları gibi kalkışma sonrasında da sürecin yönetilebilmesini sağladılar. Aynı şeyi TSK için söylemek ise mümkün değil. Burada da en başta Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şura’da gerekli adımların atılması gerekiyor.

Böylesine derin ve en kanlı darbe girişiminin ardından, toplumsal rehabilitasyon ihtiyacı, yani normalleşme, en akut ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Hiç şüphe yok ki 15 Temmuz darbe girişimi Türkiye toplumunu birarada tutan sosyal dokuya büyük zarar verdi. Bu zararın 28 Şubat darbesinden çok daha büyük olduğu da söylenebilir. 28 Şubat’taki elit darbe koalisyonun darbe kültürü gözlerimizin önündeydi; kimin kime karşı olduğu ve hangi amaçla bu harekata giriştiği çok netti. Ancak 15 Temmuz darbecilerinin büyük bir kısmının uzunca bir süre ‘Müslüman mahalle’nin içinde görülmüş kesimden gelmesi, darbe bildirisinde ise tam bir seküler Kemalist bir dışlayıcı dilin kullanılması çok daha toksik bir durum ortaya çıkardı. Sonuçta tümden bir toplumsal rehabilitasyon ihtiyacı doğdu. Geçen bir yıl ise bu konuda yeterli adım atamadığımız bir yıl oldu. 

15 Temmuz ile birlikte Türkiye’de ordu ve halk arasında darbelere izin veren eski bir psikolojik eşik aşıldı. Halkın 27 Mayıs’tan başlayarak tüm darbelerde seçilmiş liderlere yönelik askeri darbeler karşısında sessiz kalması darbelere izin veren en önemli faktördü. Örneğin, 27 Mayıs darbecilerinden Numan Esin “Türkiye’de 1960-1980 arasındaki 20 yıllık dönemde bu üç askeri harekata halktan tepki gelmemesini iki türlü yorumlamak mümkün. Birincisi, ordunun, Türkiye’de halk nezdinde, gerçekten olağanüstü güçlü bir yeri var. Yani “Orduya karşı gelinmez. Ordu bizim her şeyimizdir. Orduya karşı çıkmak mümkün değildir. Ordunun yaptığı doğrudur” görüşü egemen. Halkta, doğru olduğuna inanmasa bile, boyun eğme eğilimi var” der.

Psikolojik eşik

Önceki darbelerde halkın sessiz kalması, darbecilere yaptıkları işin doğru olduğunu düşünme/giriştikleri kalkışmadan şüphe etmemelerini sağlamış, darbelere ilk planda katılmayan ordu mensuplarını ve diğer aktörleri de çok daha kolay ikna etmelerini sağlamıştı. 15 Temmuz darbe girişiminde darbecilerin beklemediği tek şey vardı, o da halkın ‘ordusunun yaptığı bir işe’ karşı çıkmasıydı. Bugün darbecilerin mahkeme ifadelerinden ve itiraflarından bu açıkça görülmektedir. 15 Temmuz’un en büyük kazanımlarından birisi ‘boyun eğme eğiliminin’ sona ermesi olabilir. Bir başka darbe girişimine karşı Türkiye’nin en büyük güvencesi de budur ve bu sigortayı koruyacak önlemlerin alınması, sorunların ivedilikle giderilmesi şarttır. AK Parti hükümetinin 15 Temmuz sonrası giriştiği tasfiyelere şaşırmak sanırım darbeler literatürünü bilmemekten kaynaklanıyor. Bastırılan darbe girişimleri sonrası doğru olan alınacak tedbirleri darbenin doğasının (aktörleri, tarzı, şiddeti) belirlemesidir. 27 Mayıs’ta halk darbeye karşı direnseydi ve darbe başarısız olsaydı, Demokrat Parti Hükümeti de bir daha darbe girişiminde bulunulmaması ne tür tedbirler alacaktı? 27 Mayıs darbecilerinden Sıtkı Ulay, kendisine “Milli Emniyet denen bir kurum var, onlar neden sizin içinize sızıp olan biteni hükümete haber vermediler?” diye sorulunca, “Gerek Ankara’da ve gerekse İstanbul’da bazı Milli Birlikçi arkadaşlar önceden Milli Emniyetin de içine sızmışlar” derken, bu farazi tasfiye yalnızca ordu ile mi sınırlı kalacaktı? Hem de burada bahsedilen sızma FETÖ’nün on yıllara varan her kuruma örgütlü sızmasının yanında devede kulakken…

Refahyol Hükümeti 28 Şubat darbesine direnebilseydi ve püskürtebilseydi, benzeri darbe girişiminin bir daha yaşanmaması için hangi alanlarda önlem alması gerekecekti? Alacağı tedbirler, yapılacak kaçınılmaz tasfiye yalnızca ordudaki cunta ile mi sınırlı kalacaktı? Yoksa bu tedbirler paketinin medya, ‘sivil’-toplum örgütleri, bazı işçi sendikaları, emniyet, belki bazı işveren örgütleri, YÖK, bazı politikacılar ve bürokrasi ayaklarını da kapsamasını beklemeyecek miydik? İki emekli generalin bize “Askerler harekatın ortamı oluşmadan harekete geçmezler”, “Hiçbir ordu -bizim ordumuz da öyledir- tek başına ihtilal yapmaz. Bazı güçlerin desteklemesi lazım” dediğini düşünürseniz, harekat ortamının oluşmasına bilinçli şekilde, açıkça katkıda bulunanları, hele de darbe bir sert örgütün işiyken ‘darbecilikten’ muaf görmek ne kadar mümkündür? Veya ne kadar doğru olur? 2015 yılında görüştüğümüz, FETÖ’den çok çekmiş bir emekli tümgeneralin o dönem MİT tırlarının durdurulması hadisesiyle alakalı “Bu olaylarla olası bir darbenin ülke içi ve dışında altyapısını hazırlıyorlar” dediğini bir kez daha hatırlatmak isterim. Burada önemli olan ‘harekat ortamı hazırlayıcılığının’ iyi tanımlanması, sağlam delillerle kanıtlanması ve kriterlerin iyi ve net belirlenmesidir.

[email protected]