DEAŞ’ı doğuran geleneksel dindarlık mı?

M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
12.08.2017

Geleneğin kodlarını biraz olsun muhasebe eden bir kimse DEAŞ’ın gelenekten doğması önerisini reddedecektir; zira geleneğin motoru reel dünya ve gündelik hayat iken DEAŞ reel dünyadan ve gündelik yaşamdan uzaklaştığı nispette fantazi düşkünü gençleri kendisine çekmeyi başarmıştır.


DEAŞ’ı doğuran geleneksel dindarlık mı?

Görselliği yüksek olan deve idrarı şovu Caner Taslaman’ın Ebubekir Sifil ile yürüttüğü tartışmada öne sürülen iddiaların bir kısmını gölgede bıraktı. Oysa bu iddialar kamuoyunda makes bulması hasebiyle tartışılması gereken önemli iddialar. Bunlar arasında güncel bir şaşkınlığa cevap olması muhtemel bir öneri, hakkında en fazla tartışmanın yürütülmesini hak ediyor. DEAŞ terör örgütünü doğuran şeyin ne olduğu sorusu zaten uzun bir süredir İslam aleminde tartışılan bir soru. Elbette bu sorunun tek bir cevabı olması mümkün değil. Multikausal bir sorundan bahsederken kişinin karşısına pek çok doğru cevabın çıkması bu cevaplardan birisini tercih etmek zorunluluğunu bizlere dayatmıyor. Aksine cevaplar arasında bir sıralama yaparak daha az ve daha fazla etken olanları tespit edebiliriz. Buna mukabil Caner Taslaman bütün ikincil; yani daha fazla yahut daha az etkin unsurları bir kenara atarak DEAŞ’ı doğuran şeyin İslam’ın geleneksel yorumu olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaya göre geleneksel İslam vahşete açık kapı bırakan bir takım rivayetlere itibar ediyor ve DEAŞ gibi örgütler bu rivayetlerden yola çıkarak cinayetlerini işliyor. Bu önerme tartışılması gereken bir önerme; bir hışımla reddedilemeyeceği gibi modern hevesler ve kendisine Müslüman diyenlerin cinayetlerinden duyulan utanç sebebiyle de bir çırpıda kabul edilir cinsten değil. Öylesye bu öneriyi ilmi ciddiyetten sapmadan yürütmeliyiz.

Tarihi tecrübeye muhtacız

İnsanoğlunun o güne kadar hayal edemediği barbarlıklarla karşılaştığı ilk olay elbette DEAŞ terör örgütünün cinayetlerinden ibaret değil. Dünya insanlığın ilk devirlerinden beri katlanarak giden bir barbarlık serüvenine şahitlik ediyor. Ancak bu hadiseler arasında çok temel bir ayrım dikkatimizi çekmekte: Barbarlık bir milat sonrası akıl almaz şekilde kitleselleşiyor. Savaş hukuku bir kenara bırakılıyor; bununla birlikte kanunlar katl-i âmlara izin verecek şekilde dizayn ediliyor. Kitleler kanunlar eliyle meşrulaştırılan bir biçimde kıyıma maruz bırakılıyor. II. Dünya savaşı sonrası Nürnberg mahkemelerine ışık tutan ünlü Radbruch prensibi kanuni olan herşeyin hukuki olmayacağını öne sürmüş ve tüm dünyada hüsn-ü kabul görmüştü. Nazi rejiminin acılarını bir hukukçu olarak yaşayan Gustav Radbruch’un bu öneride bulunması bir zorunluluk halini almıştı; zira Naziler işledikleri her cürümü bir kanun maddesine müsteniden işlemekteydi. İnsanlık, tarihinde görmediği oranda kitlesel bir vahşetin kanunlar eliyle işlendiğine tanıklık etmişti. Bu noktada Batı’daki tarihi bir yüzleşme ister istemez konumuzun merkezine gelip oturuyor: Aydınlanmanın Diyalektiği!

Ortak payda modernite

II. dönem Frankfurt okulunun iki ünlü filozofu Max Horkheimer ile Theodor Adorno’nun müzakerelerinin mahsülü olan Aydınlanmanın Diyalektiği ne yazık ki ülkemizde hak ettiğince değer görmüş bir eser değil. İki Marxist filozof açıkca şu soruyu soruyor ve tartışıyordu: Aydınlanma tüm insanlığı kurtaracak bir süreç olma iddiasıyla başlamıştı. Boş bağlılıklar ve inançlar bir kenara itilmiş, insanlar düşünmeye başlamıştı. Düşüncenin bilimi olarak adlandırılan ideolojiler bu düşünebilme yetisinin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkmış, her biri insanlığa altın bir çağ vaad etmiş ve dünyayı iyiye götürecek reçeteler ortaya koymuştu. Nasıl oluyordu da bu kadar hüsn-ü niyet sahibi yapılar olan ideolojiler insanlık tarihinin en büyük kıyımlarının altına imza atmaktaydı? Bir tarafta Nazizm, diğer tarafta Stalinizm insan muhayyilesini zorlayan cinayetleriyle dünyayı dehşete düşürmekteydi. Oysa insanoğlu düşünerek vahşetten kurtulmalı, düşünmediği devirlerde var olan haksızlıklara, zulümlere bir son vermeliydi. Asıl sorun ne olabilirdi?

Elbette bir gazete yazısında Aydınlanmanın Diyalektiği analizi yapma imkanına sahip değiliz. Bununla birlikte eserin bize sorduğu temel sorunun üzerine kendi önermelerimizle gitmemiz, üzerinden 60 yıl geçtikten ve dünya yeni tecrübeler edindikten sonra oldukça mümkün.

“Modern dünya ne zaman doğdu?” sorusunun tek bir cevabı yok. Ekonomik olarak ne zaman doğduğu ile siyasi olarak ne zaman doğduğu soruları bizlere örtüşen cevaplar vermiyor. Bununla birlikte 1648 tarihli Westfalia anlaşması modern siyasi tasavvurun oluşmasında son derece etkili olmuştur denilebilir. O güne kadar her inançtan ve aidiyetten insanın bir şehirde bir arada yaşabileceği kabul edilmekteydi. Westfalia ile tarihte ilk defa aidiyetler arasına sınırlar çekilmiş ve toprağını kendisinden olmayandan temizlemek gibi bir temayül ortaya çıkmıştı.   Modern insan bu temayülün müesses hale geldiği, sınırları olan, pasaportla seyahat edilen bir dünyaya doğdu. Bu sebeple bir Suriyeliyi Suriyeli olarak adlandırmak ve varlığından rahatsız olmak modern insan için doğal eğilimler. Tarihin gördüğü en radikal bölgesel temizliği yapan Hitler bu bakımdan modern çağın bir insanı olarak karşımıza çıkıyor. DEAŞ’ın kendi bölgelerinde yaşayan farklı topluluklara yaptığının ise bundan bir farkı yok; aynı Naziler gibi kanunlarını ortaya koyuyor ve cinayetlerini bu kanunlara istinad ediyor. Dahası tüm bunlara akıl ile bir açıklama getirmek de modernitenin bir sonucu.  Sadece bu misal bile hakkında sayfalarca tartışmayı hak eden bir misal. Ancak DEAŞ ile ideolojik vahşet arasındaki paralelliği ortaya koyarken değinmemiz gereken başka ortaklıklar olması her birisine getireceğimiz izahı muhtasar tutma zorunluluğunu dayatıyor. Bu bakımdan sosyolojik ortaklıkları bir yana bırakarak düşünsel ortaklıklardan dördünü tartışmalıyız:

I. Ara dönemlerin yok edilmesi: Selefi din anlayışı ilk üç kuşaktan sonra günümüze kadar gelen kuşakları ve yorumlarını neredeyse toptan reddediyor. Kendilerince ortaya koydukları altın çağ selef olarak adlandırılan ilk dönemlerden ibaret. Aradaki dönemlere herhangi bir itibar gösterilmediği gibi açık bir düşmanlık da söz konusu. Benzer bir temayülün Nazizm’de aynen var olduğunu görüyoruz. Hıristiyanlık öncesi Germenlik Hitler’in kafasında idealize edilen bir dönemdir. Roma ordularına karşı savaşan Hermann Hitler’in gözünde en yüce şekilde idealize edilen kişidir.

II. Mitos üzerine kurulu idealler yaratılması: Hitler başta olmak üzere Naziler’i derinden etkileyen iki kimse ile karşılaşıyoruz: Bavyera Kralı II. Ludwig ve bestekar Richard Wagner. Söz konusu kimselerin Hitler ideolojisine olan katkıları Hıristiyanlık öncesi devirlerin yüceltilmesi ve idealize edilmeleri olmuştur. Masallar ve efsaneler ile teosofik bir dünya görüşü ortaya konmuş, insanlar sağlamasını  gündelik hayatta bulmayan bir ideolojinin peşine takılmıştır. Benzer bir durum DEAŞ’tan bahsederken de karşımıza çıkar. Zaten gelenek olarak reddedilen ara dönemlerin şekillendirdiği gündelik yaşantı, pazar alışkanlıkları, beşeri münasebetlerin hemen hepsi tümden yıkılmaya çalışılmıştır. Bu durum DEAŞ’ın premodern bir yapı olduğu ve modern müesseseleri yıktığı şeklinde yorumlansa da tarihi tecrübe bizlere asıl modern ideolojilerin radikalleştiklerinde modern kapitalist müesseseleri yıktığını hatırlatır.

III.  İdealin yüceltilmesi-insanın alçaltılması: Zaten ara dönemleri reddeden iki hareket de mücrim, güvenilmez ve sahip olunan ideal haricinde her hangi bir değeri olmayan bir insan tipini tarif eder. Bir kimse Nazi ideolojisi uyarınca Germen ırkına mensup olsa dahi sol görüşe sahipse insani değere sahip değildir ve ortadan kaldırılması gereklidir. Zira en yüce ideal olan “Almanlık” idealine ihanet içindedir. DEAŞ terör örgütünün Müslüman dahi olsa kendi idealleri ile çatışan kimseleri tekfir etmesi aynı cümledendir. Bu yapılara mensup olanların “feda kültürü” ne sahip olmaları da aynı ârazdan kaynaklanmaktadır.

IV. Tüm dünyayı kurtarma ideali: İnsanı uğruna feda edecek kadar yüce bir ideale sahip olan bu iki yapı da hedefini tüm dünyayı bozuk bir düzenden kurtarmak olarak tespit etmiştir. Aynı komünizmde olduğu gibi lokal bir geçiş sürecinden sonra tüm dünyayı kusurlarından arındırmak ve ideal altın çağı kurmak DEAŞ ile Nazizm’de de görülen özelliklerdir. Esasen bir ikisi hariç tüm ideolojilerde bu tarz global hedeflerin var olduğunu görmek mümkündür.

Yukarıdaki dört misal den başka onlarca misal daha oraya koymak mümkün. Ancak ortaklıkların en önemli özelliği DEAŞ’ın gelenek ile kesişmekten ziyade düşünsel olarak modern ideolojiler ile kesiştiğini ortaya koyuyor olması. Bu bakımdan geleneğin kodlarını biraz olsun muhasebe eden bir kimse DEAŞ’ın gelenekten doğması önerisini reddedecektir; zira geleneğin motoru reel dünya ve gündelik hayat iken DEAŞ reel dünyadan ve gündelik yaşamdan uzaklaştığı nisbette fantazi düşkünü gençleri kendisine çekmeyi başarmıştır. Bu bakımdan Taslaman’ın önerisi herşeyden çok tarihsel tecrübemizin duvarına çarparak boşa çıkıyor.

Harici-DEAŞ mukayesesi

DEAŞ’ı doğuran şeyin gelenek değil modernite olduğunu öne sürerken oraya koyacağımız en önemli delil İslam tarihinde modernite öncesi karşılaşılmadık bir mistifikasyon hareketi olduğudur. Buna mukabil sıklıkla Haricileri örnek göstermek özellikle Taslaman’ın iddialarını delillendirmek açısından mümkün değildir. Zira Hariciler rivayete muhtaç olmayacak kadar Peygamber’e (SAV) yakın bir dönemde yaşadılar, içlerinden kendisini görenler oldu. Oysa Taslaman “Peygamber’den mervi uydurmalar DEAŞ’ı yaratıyor” iddiasına sahip. Bununla birlikte Hariciler kurumları ve ananeleri oturmuş bir İslami toplumda yetişmiş bir jenerasyon değil. Şu halde “Geleneksel İslam’la yetişen toplumdan DEAŞ çıkar” önerisine tarihi delil olarak Haricileri önermek iki benzemezin mukaysesesi, yani kıyas-ı maalfarık olacaktır. Dolayısıyla DEAŞ benzersiz bir hibrit yapıdır, tarihten gelen misaller ile mukayese kabul etmez.  

[email protected]