Devletin yeniden inşası ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi

Yrd. Doç. Dr. Ali Aslan / SETA, Araştırmacı
11.02.2017

“Evet” ve “Hayır” bloklarının tartışmayı hangi söylem üzerinden yapmak istediklerini anlamak zor değil. Değişim yanlıları tartışmayı genişleten ve rasyonel bir şekilde ele alan sosyolojik söylemde, değişim karşıtları ise tartışmayı daraltan liberal-formel veya ideolojinin derin sularında boğan fundamentalist söylemde tutmaya çalışmaktadır.


Devletin yeniden inşası ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi

Referanduma giderken Cumhurbaşkanlığı sistemi üzerinden esaslı bir siyasi mücadeleye şahitlik ediyoruz. Kamuoyu tartışmalarında genel itibariyle üç rakip söylem öne çıkıyor. Bunlardan ilki, Cumhurbaşkanlığı sistemini salt bir güçler ayrılığı tartışmasına indirgeyerek meselenin siyasi-toplumsal içeriğini göz ardı eden formel-hukuki çerçevedir. Bu bağlamda, “güç yozlaştırır, mutlak güç mutlak yozlaştırır” gibi iktidarın ekonomi, kültürel ve uluslararası boyutlarını görmezden gelen liberal bir klişe gündemde tutulmaktadır. Cumhurbaşkanlığı sistemi gibi ülkede köklü yapısal bir değişim sunan kritik bir siyasi mesele, siyasetin “olağanüstü” boyutunu dışlayan dar bir pozitif hukuk ve anayasacılık sorununa hapsedilmektedir.

İkinci söylem ise, eski devlet düzenini mutlaklaştırarak atılan her adımı bir bozulma olarak sunan fundamentalist ideolojik çerçevedir. Nasıl ki formel-hukuki söylem meseleyi salt içeriğine odaklanarak daraltıp boğuyorsa, fundamentalist söylem de bu yapısal siyasi değişim hamlesini Cumhuriyetin “köklerinden kopuş” şeklinde kriminalize ederek tartıştırmamayı amaçlamaktadır. Toplumda tortulaşmış ideolojik inanışları “rejim değişikliği” söylemiyle harekete geçirip bir muhalefet bloğu yaratarak meselenin tartışılmasını engellemektedir.   

Kurumsallaşma hamlesi

Üçüncü söylem, Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesini ülkenin siyasi-toplumsal serencamı içerisinde ele almayı amaçlayan sosyolojik çerçevedir. Bu söylem esas itibariyle toplumsal gelişmelerle ülkenin hukuki-siyasi kurumsal yapısı arasındaki tarihi etkileşimi ortaya koyarak tartışmanın sınırlarını genişletmeyi hedeflemektedir. Yaşanan köklü toplumsal gelişmelerle kurumsallaşma arasında bir uyuşmazlık olduğu ve kapsamlı bir kurumsallaşma hamlesiyle buna karşılık verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu söylemde Cumhurbaşkanlığı sistemi, devletin yeniden inşa süreci kapsamında anlam kazanmaktadır. “2023 Hedefi” ise bunun en somut halidir.

Buradan “Evet” ve “Hayır” bloklarının tartışmayı hangi söylem üzerinden yapmak istediklerini anlamak zor olmayacaktır. Değişim yanlıları tartışmayı genişleten ve rasyonel bir şekilde ele alan sosyolojik söylemde, değişim karşıtları ise tartışmayı daraltan liberal-formel veya ideolojinin derin sularında boğan fundamentalist söylemde tutmaya çalışmaktadırlar. AK Parti ve MHP’nin oluşturduğu “Evet” bloğu ortaya çıkan toplumsal şartlarla devletin yeniden inşasını hedefleyerek tartışmayı genişletmeye ve rasyonel bir noktaya çekmeye çalışırken, “Hayır” bloğunu oluşturan CHP, HDP ve toplumsal muhalefet devletin yeniden inşasını durdurmak adına tartışmayı bir hukuk sorununa indirgeme ve/veya ideolojik ithamlarla tartıştırmama mücadelesi vermektedir.

Devletin krizi ve AK Parti

Formel-hukuki ve fundamentalist söylemlerin tüm çabalarına rağmen zamanın ruhu sosyolojik söyleme yakın durmaktadır. Türkiye devletinin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu, yani yeni bir ideolojik çerçeveye ve kurumsallaşmaya ihtiyacı olduğu toplumun çok büyük bir kesimi tarafından kabul edilmektedir. Peki böyle bir köklü değişim ihtiyacının gerekli olduğu noktasına nasıl geldik?

Türkiye Cumhuriyeti 1920’lerde laik-milliyetçi bir siyasal topluluk zemininde cumhuriyet rejimiyle yönetilen egemen bir ulus-devlet olarak kuruldu. Laik-milliyetçi kimlik rejimi meşrulaştıran ideolojik çerçeve olarak işlev gördü. Diğer meşruiyet çerçeveleri güvenlikleştirilerek sistemin dışına itildi. Kurumsal yapı kağıt üzerinde cumhuriyetçi olsa da uygulamada oligarşik bir yönetim ortaya çıktı. Bu kurumsal yapı, bürokratik oligarşiyi halkın temsilcileri karşısında avantajlı tutma hedefi güttü. Devlet yapısı da laik-milliyetçi bürokratik oligarşinin iktidarıyla uyumlu bir aparat olarak işlev gördü. Bürokrasi dışında diğer toplumsal siyasi aktörlerin ulus-devlet yapısını sürekli olarak zorladığını biliyoruz.

2000’li yıllara gelindiğinde laik-milliyetçi ideoloji bir yandan liberal-demokratik ideolojinin dışarıdan ülkeye nüfuz etmesi ve toplumsal grupların ekonomik ve kültürel anlamda güçlenerek kendi ideolojik çerçeveleriyle kamusal alana girmeleriyle başat meşruiyet çerçevesi olma konumunu yitirdi. Laik-milliyetçi ideoloji, topluma yeterince nüfuz edemediği gibi toplumun çok önemli bir kısmını da temel vatandaşlık haklarından mahrum bırakıyor ve mutlak bir şekilde yönetilen konumuna indirgeyerek büyük tepki çekiyordu.

Laik-milliyetçi ideolojinin ete kemiğe büründüğü olirgarşik kurumsallaşma da yeni toplumsal şartlar ve güç dengeleriyle çelişerek krize girdi. Bunun zirve noktası, 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesini öngören anayasa değişikliğiyle sonuçlanan “367 krizi”ydi.  Toplum kendisine vaat edilen demokratik cumhuriyet idealinin, yani halkın kendi kendisini yönetmesinin pratiğe geçmesini talep etti. Ulus-devlet yapısı ise üstten ekonomik küreselleşme alttan da toplumsal kimlik taleplerinin baskısıyla evrenselliğini yitirerek derin bir açmaza girdi.

Böylece, AK Parti öncülüğünde devletin ideolojik, kurumsallaşma ve devlet yapısı anlamında yeniden inşa edilmesini kapsayan bir yeniden yapılanma süreci başladı. Bu sürecin ilk aşaması laik-milliyetçi, oligarşik kurumsallaşma ve dışlayıcı ulus-devlet yapısı şeklinde organize olan eski devlet düzeninin tasfiye edilmesiydi. Gerçekten de devletin yeniden inşa edilmesi için bir zemin temizliğine ihtiyaç vardı. Bu süreçte demokratik reformlar, anayasa değişiklikleri ve dış politika açılımları bu zemin temizliğine yönelikti.

İkinci aşamada ise devletin yeniden inşa edilmesi süreci başladı. Bu süreç bir yandan devletin meşruiyet çerçevesini sağlayacak yeni bir kimlik tanımı yapılmasını, demokratik cumhuriyet idealini pratiğe dökecek yeni bir kurumsallaşmanın ortaya konmasını ve ulus-devlet yapısının bu yeni kimlik ve kurumsallaşma hamlesini taşıyacak şekilde revize edilmesini kapsamaktadır. Bu bağlamda, “yerli ve milli” kimlik yeni düzenin meşruiyet çerçevesini, Cumhurbaşkanlığı sistemi ülkeyi oligarşik bir yönetimden demokratik cumhuriyete taşımayı hedefleyen kurumsallaşmasını ve “güçlü devlet” yapısı da Türkiye’yi pro-aktif ve içselleştirici bir ulus-devlete dönüştürmeyi amaçlayan devlet yapısını oluşturmaktadır.

Sistem tartışması

Bu dönüşüme muhalefetin tepkisi devletin yeniden yapılanma sürecini sekteye uğratmaya çalışmak oldu. Muhalefet bu üç boyutlu dönüşümü laik-milliyetçi ve/veya hegemonik liberal-demokrat ideolojiye referansla güvenlikleştirdi. Yaşanan kimlik dönüşümü laiklikten geri adım olarak sunulurken, yeni kurumsallaşma demokratik cumhuriyeti sona erdirmekle yaftalanmakta, güçlü devlet ise bölünme ve parçalanma olarak lanse edilmektedir. Devletin yeniden inşa süreci “milliyetçi-dinci faşizm,” “tek-adam yönetimi” ve “federasyon” iddialarıyla çerçevelenerek durdurulmaya çalışılmaktadır.

Bu üç iddia, Cumhurbaşkanlığı sistemi tartışmaları bağlamında “rejim değişikliği” söylemi başlığı altında paketlenip laik-üniter-cumhuriyetten geri adım olarak sunulmaktadır. Açacak olursak, Cumhurbaşkanlığı sisteminin milliyetçi-muhafazakar çoğunluğu iktidar yapıp geri kalan toplumsal kesimleri azınlık konumuna düşüreceği dillendirilmektedir. Daha da ötesi, milliyetçi-muhafazakar çoğunluğun ağır bastığı bir yönetimin doğal olarak “dinci-faşist” bir nitelik göstereceği gibi üstenci ve dogmatik bir bakış açısı ortaya konmaktadır. Yine, Cumhurbaşkanlığı sistemi halkın kendi kendini yönettiği cumhuriyet rejiminden bir kişinin mutlak bir şekilde yöneten diğerlerinin ise yönetilen konumunda kalacağı bir tek adam rejimiyle sonuçlanacağı iddia edilmektedir. Ve nihayet, Cumhurbaşkanlığı sisteminin kaçınılmaz olarak federatif bir yapı öngördüğü ve bölünmeye yol açacağı öne sürülmektedir.

Tüm bu iddiaların geniş bir “Hayır” bloğu oluşturmayı amaçladığı aşikar. Cumhurbaşkanlığı sisteminin milliyetçi-muhafazakar çoğunluğun mutlak yönetimini getireceği iddiası laik-milliyetçi CHP tabanını konsolide etmeye yönelikken, güçler ayrılığını sona erdiren tek adam rejimi iddiaları ise AK Parti seçmeni de dahil demokratik cumhuriyet ideallerini norm olarak gören toplumun geneline yönelik bir argümandır. Federasyon ve bölünme iddiaları ise daha çok “Evet” bloğunu oluşturan AK Parti ve özellikle de MHP tabanını hedeflemektedir.

Lakin muhalefetin iddiaları referandumda gereken halk desteğini alırsa topluma sunduğu korkuların gerçekleşme ihtimali daha da yüksek gözükmektedir. Devletin yeniden inşa sürecinin durdurulması, laik-milliyetçi kimlik temelinde dar bir ideoloji, demokratik cumhuriyet idealini hiçe sayan oligarşik bir kurumsallaşma ve parçalanmaya kapı aralayan defansif bir ulus-devlet yapılanmasıyla örülü eski devletin geri dönmesi riskini taşımaktadır. Keza muhalefetin topluma vaadi, devletin bulunduğumuz noktadan daha ileriye taşınması değil, son dönemde sıkça dile getirilen Cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönülmesi, yani ölü geçmişi hortlatmayı önermekten başka bir şey değil.

Bir dönüşüm süreci

Elbette bir yandan rakip liberal-demokratik ideolojinin küresel çapta hegemonyasının sarsılması ve İslamofobik siyasetin Batı’da tehlikeli boyutlara ulaşması, diğer yandan reaksiyoner ulus-devlet anlayışının yükselişe geçmesi muhalefetin iktidar umutlarını yeşertebilir. Ancak bu iki sürece ters olarak elitler karşısında tabandan demokrasi talepleri yükselmektedir. Günümüzün demokrasi talepleri 1990’ların merkezkaççı, özgürlükçü ve parçalayıcı kimlikleri ön plana çıkaran özelliklerini taşımaktan ziyade; daha çok kolektivist, merkeziyetçi, sistem-karşıtı ve eşitlikçi bir nitelik göstermektedir. Demokratik taleplerdeki bu radikal kırılma, halk desteği sınırlı ve hiyerarşik-dışlayıcı bir toplumsal yapılanma öngören muhalefetin –elbette sayısı az etkisi büyük liberal muhalefetin de– elini zayıflatmaktadır.

Sonuç olarak, tüm bu siyasi manzara devletin yerel ve milli değerler zemininde, milli iradeyi diğer tüm iradelerin önüne koyan bir kurumsallaşma içerisinde ve sert güç çatışmalarına gebe olan dünyada güçlü devlet yapısıyla yeniden inşasını zorunlu kılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı sistemi, dolayısıyla, yasama-yürütme-yargı arasındaki ilişkileri düzenleyen teknik bir hukuki mesele olarak görülemez. Cumhurbaşkanlığı sistemi cumhuriyetten kopuş anlamında bir rejim değişikliği olarak da görülemez. Cumhurbaşkanlığı sistemi Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeniden inşasını öngören kapsamlı bir dönüşüm sürecinin kritik bir adımı olarak görülmelidir. Bu dönüşüm sürecinin ulaşmayı hedeflediği nokta demokratik ve güçlü bir cumhuriyettir.    

[email protected]