Din-dünya ilişkileri nereye doğru gidiyor?

Murat Güzel / Açık Görüş Kitaplığı
14.07.2018

Prof. Dr. Yasin Aktay, sekülerleşme sosyolojisine hakim literatürün dinselliğin en önemli göstergelerini bile aslında sekülerleşmenin birer göstergesi saymaya çalıştığını, dindarlar arasında yaşanan, yaşanması gayet doğal olan görüş ayrılıklarını bile sekülerleşmenin kanıtı saydığını söylüyor.


Din-dünya ilişkileri nereye doğru gidiyor?

Batılılaşma dönemi boyunca Türk düşüncesi ve siyasetinde hemen her zaman tartışılan önemli konuların başında gelir dinin insan ve toplum hayatındaki yeri. Özellikle sosyolojik teoride dinin önemli bir toplumsal kurum olarak tasnifi, modernleşme tarihimizde dinin günlük hayatımızda ya da siyasetteki yerini sürekli tartışmamızı açıklıyor görünse de bu yerin ne olması gerektiğine ilişkin sürdürülen tartışmaların büyük bir kısmının normatif ve buyurgan bir yan taşıdığını da söyleyebiliriz. Tartışmaların bu normatif ve buyurgan kısmının özellikle laiklik ve din ve siyaset ilişkilerine dair gelişirken sekülerleşme kavramıyla ilgili sosyal bilim literatürünün de zihniyet değişimi, gündelik hayat alışkanlıklarında ve hayata dair tasavvurlardaki dönüşümü tespit ve hatta teyit etmekle ilgili olduğunu görebiliriz.

Hatta sosyal bilimleri de mümkün kıldığı iddia edilebilecek modernlik durumunun, hemen her şeyi yaşanan dünyanın dışından bir nedene istinaden açıklayan ve böylelikle yaşanan dünyayı ‘büyülü’ bir halde tasavvur etmemize imkan sağlayan geleneksel-dinsel toplumların zıddına Weberyan bir tarzda ‘dünyanın büyüsünün giderilmesi’ sonucu ortaya çıktığı iddialarının mütemmim bir cüzü olarak dünyevileşme ve sekülerleşmenin modernleşmenin normal bir sonucu sayıldığı ileri sürülür aynı literatürde. Modernleşme ile ilgili bütün tespit ve analizlerde tarihsel bir evrim anlatısı olarak insanların gündelik hayatlarında dini etkilerden bağımsızlaşmaları olarak sekülerleştikleri, bu sürecin modernleşme sürecinin handiyse olması gerekli, vazgeçilmez bir parçası olduğuna dair kolayca karşı çıkamayacağınız bir öngörü de yer alır.

‘Tarihin sonu’ aşaması

Sekülerleşme yanlısı addedebileceğimiz bu öngörüye karşın, 1970’lerden itibaren sadece Türkiye’de ve İslam’da değil, dünya genelinde ve Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm gibi büyük dinlerin hemen hepsinde yaşanan canlanma, dinselliklerde varsayıldığı gibi bir azalmanın yerine bir artışın da vuku bulduğunu gösterdi. Bu olguya karşın, hem dindar hem de seküler sayabileceğimiz birçok sosyal bilimci tarihsel anlatıdan vazgeçmek yerine bu anlatının geçerliliğinde uzlaşmış görünüyorlar: Her iki kesim de sekülerleştiğimiz iddiasını sürdürüyor. Seküler-laik sosyal bilimciler dinsellikte ve dindarlaşmada görünen artışın modernleşme karşıtı yanlarına işaret ediyor, yine de nihai planda yaşananın bir sekülerleşme olduğu vurgusuyla bir tesellli arıyorlar. Dindar sosyalbilimcilerin sekülerleşmeye dair yaptıkları saptamayı ise bir tür yakınma ve endişeli bir uyarı olarak görmek mümkün. Esasen her iki kesimin de böylelikle sosyolojik bir gelişme olarak sekülerleşme tezinde buluştuklarını görebiliyoruz.

İslam ve Sekülerleşmenin Kaynakları kitabında klasik modernist teorisyenleri bile yanlışlayan bunca dini gelişmeye karşın, din ve dünya ilişkilerindeki gidişatın niçin daha fazla sekülerleşmeye doğru olduğunun düşünüldüğünü soran Prof. Dr. Yasin Aktay, sekülerleşme sosyolojisine hakim literatürün ilginç bir biçimde dinselliğin en önemli göstergelerini bile aslında sekülerleşmenin birer göstergesi saymaya çalıştığını, dindarlar arasında yaşanan, yaşanması gayet doğal olan görüş ayrılıklarını bile sekülerleşmenin kanıtı addettiklerini savlıyor. Böylelikle sekülerleşme anlatısının da eninde sonunda herkesin ulaşacağı bir tür “tarihin sonu” aşamasına denk düşen bir kültürel ya da hayat tarzı savunusuna dönüştüğünü tespit eden Aktay, bu anlatının nihai olarak sekülerleşmenin tarihin sonundaki muzaffer ideolojiye denk düştüğüne dikkat çekiyor. Kitabında Aydınlanma, Liberalizm, Muhafazakarlık, Sekülerleşme gibi kavram ve ideolojileri sorgulayan Aktay böylelikle sekülerleşme anlatısının yerindeliğine ilişkin önkabulleri de sarsıyor.

Nihilist, kuşkucu, sürgün bir düşünür

1880’li yıllara kadar pek çok modern politik teoloji ve ideoloji, insani varoluşun ayrılmaz bir parçası olarak görülebilecek kaygının çizgisel ve ilerlemeci bir tarih anlayışıyla telafi edilebileceğini var sayan işgüzar bir iyimserlikle malüldü. Nietszche sonrası ve hatta İkinci Büyük Savaş sonrası Fransız düşüncesinin varoluşçuluk, postmodernizm, postyapısalcılık gibi sapaklara evrilmesinde Emil Michel Cioran’ın önemini vurgulayan Sadık Erol Er, bu göçmen, sürgün ve vatansız düşünürün nihilist ve kuşkucu bir tavırla kurduğu felsefi zemini 2000’li yıllarda Türkiye’de de sıkça okunan düşünürün eserlerine dayanarak çözümlüyor. Bir Alacakaranlık Düşünürü, Sadık Erol Er, Çizgi, 2018

Beytü’l Hikme’yi karartan oryantalist koza

Geleneksel İslam medeniyetinin oluşturduğu önemli kurumlardan biri de Beytü’l Hikme’ydi. Tarihsel, kültürel ve siyasi anlamda sadece İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de önemli bir yere sahip olan Beytü’l Hikme’nin oryantalist/Avrupamerkezci hegemonik bilimsel otoriteler tarafından, boğucu bir övgü halesiyle kuşatılarak parçalarından bir bölümünü teşkil eden bir kütüphaneye indirgendiğini vurgulayan Yüksel Kanar, Beytü’l Hikme’nin etrafında örülmüş bu oryantalist önyargılar kozasını parçalayarak Dimitri Gutas ile George Saliba’nın eserlerine dayanarak Beytü’l Hikme’yi nasıl kavramamız gerektiğine ilişkin epey bilgilendirici bir okuma gerçekleştiriyor. Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme, Yüksel Peker, Mahya, 2017

@uzakkoku