Dünyayı kim değiştirir?

Ercan Yıldırım / Yazar
15.09.2018

Doğmamakta direnen yeni dünya sistemini, yeni felsefeleri, yeni düşünceleri, yeni sanat akımlarını, insan varlığında sabit kalan amorf kayıtsızlığın yol verdiği yeni bir savaş mı yoksa tarih boyunca olduğu gibi Doğu’dan Batı’ya akan insan kitleleri, mülteci-göç akını mı belirleyecek? Bekleyip göreceğiz!


Dünyayı kim değiştirir?

Dünyayı fikirler, projeler, insanlar değil ihtiyaçlar, devletler, savaşlar değiştirir.

Savaşlar sonuç olduğu kadar sebeptir, savaşa götüren gerekçeler birer teoriden doğmaz, ihtiyaçlar, iktisadi beklentiler, insanın varoluşsal güvenlik arayışları çözümsüzlükte donunca devreye savaş girer.

Çatışmadan yeniyi doğuramayan, oluşu vuruşmayla yükselten bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar, iktisadi beklentilerini oluşlarına yedirdiğinde beka meselesiyle karşı karşıya kalır, naif savaş mağduru pozisyonundaki safiyet kapitalist duygudaşlığı örtmeye yetmez. Sermaye temerküzünü sevdiği kadar, kâr, biriktirme, yığma, fırsatçılık, stokçuluk, faizcilik konusunda meşruiyet zeminini geniş tutan insan gerçekliği var. Eni konu modern ve kapitalist bireyden bahsediyoruz; ilke olarak eşitlikçidir insan fakat kendisinin ayrıcalık hakkını bâki görür; dünyayı sahici arayışlar değiştirmez, safiyetle başlayıp kalantor yücelik arayışıyla oluşunun sonuna getirmek isteyen irade değiştirir.

Modern Kavimler Göçü

Dünyayı göçler değiştirir, insanın iktisadi arayışını ontolojik seviyeye vardıran, iliklerini titreten kaygı hali… Kavimler Göçü dünyayı kökünden sarstı, bugünkü Avrupa’yı doğurdu, yani İslam âleminin öteki’ni, küfür havzasını varetti. Bu göçle gelenler aynı zamanda Roma’yı yıktı, Güneş Batmayan İmparatorluk için ilk mutabakat metnini de oluşturdu. Kavimler Göçü ile varolan Avrupa bugün mülteci akını korkusuyla yaşıyor; neoliberal dönem göç furyası Avrupa’daki ideolojileri belirliyor zira; faşist rejimlerin ılımlı versiyonlarını çoktan sahiplendiler bile. Kavimler Göçü ile başlayan barbar tutum bugün yerini fobik tamlamalara bırakıyor.

Bu sefer karşılarında bir Roma yok, enteresandır, yine göçlerle yerleştikleri Amerika kıtasında yerlileri kıyan vahşi damar, kendini Afganistan’da, Suriye’de, uzak Asya’da, Afrika’da gösteriyor. Mülteci korkusundan jiletli teller yapan, alenen göçlerle gelecek değişime “çelme takmaya” çalışan, Breivik tarzı katliamcı otokritiği anlayışla karşılayan Avrupa, Amerika, kendi topraklarını zindana çevirenlerin göçe kalkışmasıyla beka kaygısını histerik sancılarla yaşıyor. Dünyayı göçler, göçlere neden olan ihtiyaçlar değiştirir. Amerika’yı kuranların “yeni dünya” yolculuğu, kurucu yer değiştirme örneklerinin başında gelir; Amerika kıtasına gidenler de ikinci bir Kavimler Göçü oluşturacak renkliliğe sahipti. Dünyayı yatay yer değiştirenler yönlendiriyor, Atilla’nın seferinin göçe tekabül etmemesi köklü değişimi engelledi fakat Cengiz’in yürüyüşü dünyayı yeniden belirledi.

Cengiz’in önünde kaçan kolonizatör Türk dervişleri, zanaatkârlar, ustalar, alimler Anadolu’ya yığıldı. Diyar-ı Rum yatay göçlerin nihayetinde yeni bir terkibe, İslami bir nizama sahip oldu. Burada kurulan sistem dünyayı kökünden sarsan gelişmelere kapı araladı.

Kavimler Göçüyle gelip en müreffeh ve tek İmparatorluk Roma’yı tüketen barbarları küçük kıta Avrupası’na hapseden Anadolu’daki bu yeni yapı oldu. Feodalizm içinde kıvrandıkça, dışa açıklık elinden gittikçe Kavimler Göçü’nün barbarları, yeni arayışlara geçti. 100 yıl Savaşları’yla kendi iç hesaplaşmalarını tamamlamak istediler, İpek ya da Baharat Yolları’nı yitirdikten sonra feodalizmi de güçlendirecek, kapitalizmi bilkuvve içinde tutacak sıkışmışlık sonradan kendini kapitalizm olarak gösterecek “çıkış yolu”na itti.

Dünyayı teoriler değil ihtiyaçlar değiştirir, topu 100 Yıl Savaşları’nda kullananlar, Roma’nın denizaşırı ticaretini hatırladılar, içe kapandıkça, feodal darlık içinde bunaldıkça tekniğe yöneldiler. Kavimler Göçü’nün barbarları silah geliştirme sürecinde sağlam gemilerle dışarı açıldı. Göçlerle kurulan Anadolu’daki Türk varlığı, göçlerle Batı ruhunu oluşturan barbarların yeni bir yola girmesini sağladı.

Dünyayı sanat eserleri, edebiyat, felsefe değil “çaresizlik” değiştirir; Kavimlerin çaresizliği Roma’nın başını yaktı, dünyayı İmparatorluk’tan feodal çıkmaza, dogmaya, Hıristiyan teolojisine soktu. Asya’dan sadır olan Türk çaresizliği, Cengiz çaresizliği Anadolu’yu kurdu, İslam aleminin önderi değişti, Haçlı Seferleri’ni doğurdu, Haçlıları aynen Şia gibi kırdı, geriletti. Kıta Avrupası’nın çaresizliği Amerika’yı doğurdu, Amerika zihinlerde bir fikir olarak değil, altın, gümüş madenlerinde “oluş”tu.

Yahudilerin çaresizliği yatay göçü getirdi, İsrail Ulus Devleti’ne giden yollar, Roma’yı deviren barbarlığın tekrarlanmasıyla döşendi. Tarihin duldasında kalan Alman tininin çaresizliği Hıristiyanlığın parçalanmasını, Protestanlığın doğuşunu, laik dünya görüşünü, en önemlisi artık modern devlet oluşumundan paylaşım savaşı kavramını doğurdu.

Kutsal Roma Germen İmparatorluğu 19. asırda farklı yolla yeniden kurulduktan sonra Alman çaresizliği iki dünya savaşıyla dünyayı değiştirdi. Roma medeniyetini tarihe gömen Germen tini Anglosakson ve Frank varlığı karşısında varolma savaşı yürüttü, dünyaya yeni felsefeler, yeni mezhepler, yeni sanatlar, yeni insan kavramı getirdi.

Verdun’dan Guernica’ya

Peleponnes Savaşı bir daha hiçbir zaman ayağa kalkamamak üzere Atina’nın yenilgisini getirmedi aynı zamanda neredeyse felsefe tarihini, düşünceyi hareketlendirdi. Sokrat Atinalıların yenilgiden sonra lükse, şatafata, gösterişe, dış güzelliğe ehemmiyet vermesini eleştirerek onlara “kaybettikleri asalet”i hatırlattı. Talebesi Eflatun mağara istiaresiyle varoluşu ifade ederken Aristo ona karşı çıkarak varlığı, tözü bir araya getirdi. Hoca-talebe diyalektiğinden doğan felsefe tarihi varlığını Peleponnes Savaşı’na borçlu!

Öyle değil mi zaten, liberal demokrasi de modern anlamdaki demokratik değerlerin oluşması da bir bakıma 1. ve 2. Paylaşım Savaşları’ndaki “insanlığı tüketen” katliamlara borçlu. Aydınlanma değerleri geldi Verdun’daki ağır bombardıman altında kaldı, tarihin gördüğü en kanlı muharebelerden biri Fransız kültürü, Germen felsefesi arasındaki milyonlarca top mermisiyle yaşandı.

Guernica Kasabası’nın Hitler’in uçaklarıyla bombalanmasından çıkan Picasso tablosu sanatın, felsefenin, düşüncenin ihtiyaçların, savaşın, devletin gerisinden geldiğinin kanıtıdır. İki dünya savaşı arasında güçlendi Dada, gerçeküstücülük… Sorarsan Freud’un bilinçdışısı zaten insanların ihtiyaçları için yok etmeyi meşrulaştıran, faşizmi doğuran boyun eğici istençlerinin çocukluğa dair izleri, geçmişe dair kalıntılarından ibarettir. Halbuki bilincin, şuurun Suriye’de kıyıya vuran Umran bebek portresini, yarın İdlip’te başlayacak ve Verdun’a, eşine dünya savaşlarında rastlanacak kitlesel katliama varacak operasyonunu başlatmak için gerekçesi, ülke çıkarları en fazla.

Putin’in, Trump’ın, Batılı liderlerin, İran ve Esed’in bilinçdışına bakmaya gerek var mı, bu yeni paylaşım savaşındaki gelişmeleri izah etmek için…

Savaşların gölgesinde…

Düşüncenin, sanatın, insana dair duygu durumlarının donduğu dönemleri açan kilit genellikle savaşlar oluyor. Dünyayı da umumiyetle yine bu toplumsal yıkımlar yeniliyor. Düşüncenin, felsefenin inşaya varan bir teorik-pratik yapı kurma gücü hiçbir zaman olmadı. Bu kilidi yalnızca dinler açabilir, Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın kurucu söylemi dünya çapında yaygınlaşsa bile yapı, nizam, söylemin medeniyete dönüşecek baskısı savaşlarla kurulur.

Roma’yı Hıristiyanlığın mesajları mı yoksa ihtiyaçlarını giderme kaygısındaki barbar istilaları mı tüketti… Dogmayı aklın üstüne çıkaran, Kilise’yi tüm toprakların ve insanların sahibi kılan feodal Ortaçağ Roma’nın yıkılmasıyla mümkün oldu. Barbar istilalarını karşılayacak Roma iradesi, ihtiyaçların azalmasına bağlı “medeniyet yorgunluğu” nedeniyle çöktü. Ekonomik refah, kölelik ve yoksulluk arasındaki dengeyi kurma endişesi köhneleştirdiği için barbarlar medeniyeti dağıttı. Dogmanın daha 18. asırda bile cadı diye insan yakması ne yazık ki Eflatun’un felsefesiyle doğrulanıp Kilise otoritesinin Aristo’nun müesseseleşmeye yatkın felsefesi sayesinde mümkün oldu.

Savaşlar, ekonomik korkular, endişeler, ihtiyaçlar ve devletler dünyayı değiştirir; felsefe, düşünce, sanat doğan yeni dünyaya ya altlık olur ya karşı çıkar! Uzun Ortaçağ boyunca “insan inandığını bilemez, bildiğine inanamaz” ilkesi egemen oldu.  Araf’taki Dante, feodal yapı ve skolastik zihin ile ferdi öne çekmeye başlayan, varlığı düşünmenin parçası haline de getiren Aydınlanma zihni arasında yaşadı. Modern kapitalizmi ve Dante’nin de savunduğu imparatorlukları 100 Yıl Savaşları inşa etti. Doğmakta olan yeni dünyanın farkına Makyavel vardı, “efendi”sine ulus devlet reflekslerini verdi. Platon da Aristo da “şehir devletleri”ni mutlak addediyordu, savaşlar, ihtiyaçlar ve insan egosunun en marjinal yetilerini normalleştiren kapitalizm, feodal yapılardan imparatorluklara, fedarasyonlardan ulus devletlere kadar yepyeni birimleri ortaya çıkardı.

Düşünce, felsefe, sanat her yeni dünyadan bir “ortak iyi”, “erdemler silsilesi” beklentisine girse de Nietzsche’de zirvesine ulaştığı gibi insanın ihtiyaçlarını, pragmatizminden doğan menfaat ortaklığını kader ile Tanrı’ya yamaması hayal kırıklıkları, nihilizm ve “benlik yarıkları” oluşturdu.

30 Yıl Savaşları, modern dünyayı inşa etti. Kilise’nin otoritesini yok edecek büyük savaş literatürde “din savaşı” gibi görülür; halbuki Kilise’nin elinde tuttuğu çok büyük araziler, yapılar, kurumlar ihtiyaçları günden güne artan insanları, devletleri rahatsız ediyordu. Feodal dönemde üretim “ihtiyaçları karşılamak”, modern kapitalist dünyada “mübadele” içindir; İmparatorluklar “haraç” toplayarak, kapitalistler sömürgeyle, faiz ve kârı artı değer göstererek büyür.

Haçlı Seferleri’ni kıta Avrupası’nın açlıkla imtihan gören insanları yapmıştı, Doğu’daki “baldan ırmaklar”ı ele geçirmek istiyorlardı. Türklerin Haçlı zihni kırmasıyla Avrupa’daki genişleme durdu, küçülme başladı, tarım arazileri ve nüfus azaldı, 100 Yıl Savaşları ile vergiler katlanılmaz boyuta ulaşınca nüfusla birlikte işgücü kaybı maliyetleri iyice artırdı… Sadece ekonomik refah değil güvenlik kaygısıyla da yeni yerler aranmaya başladı.

Amerika kıtası sadece yeni bir yaşam alanı değil aynı zamanda yeni bir “haraç toplama” mekanizması olarak kuruldu, işlev gördü. Modernite metafiziği öldürmedi, tam tersine Hıristiyanlıktaki kurtarıcılık fonksiyonu modern “ilerleme” ile huruç harekatını başlattı.

18. asırda bile hâlâ ihtiyaçlar, insan varoluşunun önünde yer alıyordu. Ordular yemek ve altın vaadiyle toparlanıyor, yiyecek ve altın bitince dağılıyordu!

30 Yıl Savaşları bugünkü dünya düzenini inşa etti, ulus devletleri kurdu, sekülarizmi ve laikliği devletin merkezine yerleştirdi, Sanayi Devrimi’ne giden süreçte, bilim sadece felsefeyi değil Varlığı da belirleyen oldu. Düşünce, felsefe Durkheim’ın insanı silen dayanışmacılığına ontik düşüşten, terk edilişten otantiğe ve ontolojiye geçişi öngören bir Güç İstenci’ni savunmanın ötesine geçemedi. Aristo’nun “bütünü parçaya nispetle önce” gören anlayışına karşı “parçanın ve tikelin bütüne öncül olduğu”nu savunmak arasında gidip gelen düşünce tarihinde ihtiyaçlar yeni faşizmleri, yeni savaşları, yeni insanı ortaya çıkardı. İki dünya savaşında da temel eğilim sosyal Darvincilik idi ikincisinin ardından yeni insanın sureti ortadan kalktı.

Varoluşçuluk, hermenötik, fenomenoloji Yalta sonrası düzende insanın kendilik savunmasını, savaşların dünyayı belirlemesini izah edecek belki de o yaraları ve acizliği kapatacak savunma biçimleri olarak tezahür etti. Neoliberalizm ise artık savaşları yavaş yavaş cepheden alıp küresel entegrasyona çevirdi; Baudrillard simülasyon kavramıyla olmayan savaşı, dünya sisteminin merkezinin mutlak hakimiyetini ve bugün Trump’ın “ticaret savaşı” dediği örtük kavgaları anlattı. Kabul etmek gerekir ki düşünce, felsefe, sanat ihtiyaçların ve savaşların açtığı yeni dünyaların öngörmekte çaresiz kalsa da yeni dönemleri tanımlamada mahir. Neoliberalizmin çevreyi dönüştürdüğü kültür savaşında “hakikatin çokluğu” üzerinden zerreciklerin mutlaklığını getirerek tüm etnik, birey varlıklarını özerk birimlere dönüştürme çabası sonunda 11 Eylül’ü, mültecileri, İslamofobi’yi doğurdu. Savaş, değişim başka ihtimal kalmadığında değil en başta kendini dayatarak gelir.

Gelmekte olan…

Dünyanın asırlar boyu geçirdiği değişimde sabit kalan, dünyayı dünya yapan asıl ilkesi ihtiyaçların karşılanması, insan varlığının beka kaygısına düştüğünde erdemler risalesini rafa kaldırabilme hikmetidir. İnsanın hikmeti yani sebebinin sebebi yok olmamak için akıntıya kürek çekme meziyetinde karşılık bulur… Eski dünya sistemi yerini yenisine devretmemek için çırpınıyor. Fakat günümüzün anlayışına Bretton-Woods’tan sonra dünyaya hakim olan felsefeye yatkın olarak savaşlar örtük, sanal biçimde veriliyor. Küresel şirketler, dünya sisteminin merkezindeki ulus devletler, ihtiyaçları artmaya başlayan insan varlığı, başta çevre ülkeler olmak üzere kapitalizmin kıyısındaki büyük çoğunluğun beklentileri yükseldi, arayışları ayyuka çıktı. Merkez ülkeler, başta ABD, topraklarında savaş istemese, çatışmaları Afganistan-Suriye hattına taşısa da yeni oligopol arayışlarından, ticaret savaşı adı altındaki yeni tür İmparatorluk tavrından, haraç kesme usulünden Avrupa da, uzak Asya da rahatsız!

İsrail Ulus Devleti’nin güvenlik sorunu, tamponu olarak gördüğü Kürt devleti arayışında ABD binlerce tırlık askeri malzemeyle gözünü kararttığını açıkça gösteriyor. Dünya savaşları arasındaki çaresizliğin, ihtiyaçların, beklentilerin inşa ettiği düşünceyi, felsefeyi, erdemleri rafa kaldıran faşist eğilimler geçerli tek yönelim oldu.

Doğmamakta direnen yeni dünya sistemini, yeni felsefeleri, yeni düşünceleri, yeni sanat akımlarını, insan varlığında sabit kalan amorf kayıtsızlığın yol verdiği yeni bir savaş mı yoksa tarih boyunca olduğu gibi Doğu’dan Batı’ya akan insan kitleleri, mülteci-göç akını mı belirleyecek? Bekleyip göreceğiz!

[email protected]