Entelektüelini arayan Türk düşüncesi

Yunus Şahbaz / Kırıkkale Üniversitesi
16.06.2019

Kültür sosyolojinin iktidar da siyaset biliminin en temel kavramlarıdır. Bir kültürel iktidar tartışması varsa ya da birileri bunu başlatmak istiyorsa en azından siyaset bilimi ya da sosyoloji alanlarından bu tartışmalara bir katkı verilmesi beklenir. Ancak Türkiye’de pek de böyle bir süreç işlemiyor…


Entelektüelini arayan Türk düşüncesi

Son günlerde İslâmcı çevrelerde bizzat bulunmuş ya da bu çevrelerce bir zamanlar muteber kabul edilmiş isimlerin politik ve düşünsel olarak başka kulvarlara savrulmuş söylemleri yeni tartışmaları da tetiklemiş oldu. Bu isimler kendilerini yenilemek söyleminin arkasına sığındıkları için esasen İslâmcılığın bugünkü ‘bitap’ halinin temel sebebinin de değişememek olduğu iddia edilmekte. Zaten Türkiye’de özellikle düşünsel anlamda birkaç yılda bir operasyon masasına yatırılır İslâmcılık. 

İslâmcılığı öldür(eme)mek 

 1994’te Olivier Roy’un İslâmcılığın iflasını (Roy siyasal İslâm diyor), ilan etmesinden beridir sık sık ölümü ilan edilir İslâmcılığın. 2011 yılında ve 2015 yılında da benzeri ölüm ilanı üzerinden epeyce tartışma yürütülmüştü. Bugünlerde de İslâmcılığın ölümü üzerinden olmasa da onu değişememesi ya da yanlış değişmesi, dönüşmesi hatta sistemle ve devletle bütünleşmesi iddiaları üzerinden bir tartışmanın neşet ettiği görülmektedir. Kültürel iktidarın kurulamaması, İslâmcıların AK Parti’yle ve dolayısıyla devletle bütünleşmesi gibi alt başlıklar bu tartışmanın parçalarını oluşturan öğeler olarak öne çıkmaktadır. 

İslâmcılığın krizine ya da bittiğine dair söylemlerin temel iddialarından biri de onun esasında edebiyatçılar eliyle üretilen bir düşünce olduğudur. Bu iddiaya göre, tam da bu yüzden İslamcılık sistematik bir düşünce geleneği kuramamış, sürekli ve istikrarlı bir ekol oluşturamamış ve önemli düşünürler çıkaramamıştır. 

Temel sorun alanları

İslamcılığa dair getirilebilecek belki de en çok elle tutulur eleştiri sistematik ve süreklilik unsurundan mahrum olmasıdır. Bu mahrumiyetin edebiyatçılar eliyle inşa edilen İslâmcılıkla çok ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Aksine İslamcı düşünüşte en istikrarlı düşünsel çabalar Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi isimler tarafından inşa edilmiştir. Söz gelimi Sezai Karakoç yıllardır aynı iddialar etrafında kendi düşüncelerini savunmaya devam etmektedir. Hakeza İsmet Özel de kısmen dönüşse de esasen Üç Mesele’deki düşünsel çizgisini devam ettirmektedir. 

Öte yandan İslamcılığa yöneltilen dünya çapında bir entelektüel, düşünür çıkaramamış olmak ithamından Türkiye’deki liberal ya da sol düşünceyi bağışık kılmak mümkün müdür? Bir başka deyişle, İtalya, Fransa, Yunanistan ve Macaristan gibi Avrupa’nın farklı sosyokültürel ikliminden isimlerin katkılarıyla zenginleşen sol düşünceye Türk sosyalizminin hangi katkısı olmuştur? Hani sol/sosyalist ismi dünya çapında muteber bir entelektüel olarak kabul edebiliriz? Hakeza aynısı liberalizm için de geçerli. Anarşizm ya da Ütopyacılığın ise Türk düşüncesinde, birkaç roman dışında, neredeyse hiç karşılığının bile olmadığı söylenebilir. 

Dolayısıyla, yıllardır İslâmcılık üzerinden, İslâmcılığın hataları, kusurları üzerinden yürütülen tartışmaların esasen Türk düşüncesinin temel problemli noktalarını oluşturduğunu tespit etmek gerekir. Daha açıkça söylemek gerekirse, ekolleşememek, önemli entelektüel simaları yetiştirememek ya da son dönemde çıkaramamak, yeni/orijinal fikir üretememek son dönem Türk düşüncesinin temel eksikliklerindendir. Bu durum İslâmcılığa mahsus olmadığı gibi bunu salt İslâmcılığa mâl etmek mevcut tabloyu eksik okumaya sebep olacaktır. Zaten mevcut duruma dair esaslı bir sorgulamanın yapılamayışının temel sebebi açıkça ortada duran sorunların mahiyetini araştırmak yerine bunu bir kliğe, geleneğe hasrederek hem kendini rahatlatmak hem de karşı tarafa bir gol daha atmak edasıyla hareket edilmesidir.  

Şayet böyle bir sorgulama yapılsa idi, var olduğu iddia edilen krizin en önemli parametrelerinden birisinin 2000’lerin başından itibaren, yaklaşık 20 yıldır ses getiren yeni bir derginin çıkmadığını ve bu dergi etrafında düşünsel bir hareket tesis edilemediğini tespit etmek gerekirdi. Birkaç tekil teşebbüs söz konusu ise de Türk düşüncesine iz bırakma potansiyeli olan bir dergi ve hareket son 20 yıldır oluşturulamadı. Oysa, dergiler düşünsel üretimin en üretken mekanlarıdır ve Cumhuriyet dönemi Türk düşüncesinde de dergiler üzerinden şekillenen düşünsel gelenekler müstesna bir yere sahiptir. Hatta Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi isimlerin düşünceleri çıkardıkları dergiyle adeta özdeşleşmiştir. Kurtuluş Kayalı’nın vurguladığı gibi Diriliş, Hareket, Büyük Doğu gibi dergilerde dergiyle müsemma isimler dışında ikinci bir ismin öne çıkmamasını da ayrıca not etmek gerekir. 

Genelde Türk düşüncesinin özelde de İslamcılığın içinde bulunduğu krizden çıkması ancak yeni ve güçlü entelektüeller eliyle mümkün olabilir. İlginç bir şekilde zaman zaman gündeme gelen kültürel iktidar tartışmalarında, bu kültürel iktidarı kimin kurduğu, aktörlerinin kim/ler olduğu ve şayet yeni bir kültürel iktidar kurulacaksa bunu da kimlerin kurabileceği pek gündeme gelmiyor. Tartışmalar ısrarla soyut bir zeminde ya da dönüp dolaşıp AK Parti iktidarıyla kurulan ilişkide yoğunlaşıyor. Oysa kültür sosyolojinin; iktidar da siyaset biliminin en temel kavramlarıdır. Bir kültürel iktidar tartışması varsa ya da birileri bunu başlatmak istiyorsa en azından siyaset bilimi ya da sosyoloji alanlarından bu tartışmalara bir katkı verilmesi beklenir. Ancak Türkiye’de pek de böyle bir süreç işlemiyor. Ne kimsede sosyal bilimciler bu alanda ne diyor diye bir merak var ne de sosyal bilimcilerin bu meselelere dair bir ilgisi. Son dönemde Independent Turkish’in yürüttüğü kültürel iktidar tartışmalarında görüşlerine başvurduğu isimler arasında sosyolog ya da siyaset bilimci nerdeyse hiç yok. Hatta üniversite camiasından, akademiden hemen hiç kimse yok. 

Köprü kurmak

Dolayısıyla meseleyi getirmek istediğim yer tam da burası; kültürel iktidar tartışmalarında da görüldüğü gibi sosyal bilimler alanındaki Türk akademyası entelektüel gündemden, düşünsel tartışmalardan hayli uzaklaşmış durumda.  Dahası artık üniversitelerde entelektüel yetişmiyor. Belirli bir konuda malumatı olan uzman kişiler yetişiyor. Entelektüel yetişmediği için de çığır açıcı, bir alanda yeni bir tartışmayı tetikleyebilecek iddialı metinler ortaya çıkmıyor. Dönemin fikrî serencamının en iyi takip edilebileceği aylık ya da iki aylık kültür ve fikir dergilerinde arzı endam eden ortalama akademisyen sayısı bu konuda bir fikir verebilir. Kabaca ‘epistemik cemaat’ olarak tarif edebileceğimiz akademya ile dergi çıkaran, yayıncılık faaliyetlerini yürüten kesimler arasında bir uzaklaşma olduğu söylenebilir. Yine akademinin temel çıktılarından olan tezlerin, makalelerin ise nerdeyse tamamen literatür taramasından ibaret kalması bu durumun en vahim göstergesi. 

2018 yılında aramızdan ayrılan Hüsamettin Arslan Hoca’nın baş yapıtı Epistemik Cemaat’in 2007 yılındaki 2. baskısına yazdığı önsözde vurguladığı gibi, Türk akademyasında, istisnaî örnekler olmakla beraber, adeta ‘tezsiz’ tezler yazılmaktadır. Yazarın kendisinin olmadığı, kendi mührünün ve damgasının olmadığı, objektiflik kriterinden muzdarip tezler çoğunluktadır. Oysa entelektüel bir üretimden söz edebilmek için tam tersine yazarın eserde bir izinin, mührünün olması gerekir. Var olan literatürü, birikimi göz ardı etmeksizin onu geliştirmeyi ve dahi aşmayı hedefleyen bir çaba olmaksızın yeni, orijinal fikirlerin neşet etmesi imkânsızdır. 

O halde entelektüel kamu adına akademyadan umudu tamamen kesmek mi gerekir? Aslında bu da mümkün değil zira böyle olsa idi akademinin durumundan bağımsız olarak bir düşünsel krizden söz edilemezdi. Tüm şablonculuğuna rağmen akademik, bilimsel üretimin en önemli özelliği sistematik olmasıdır. Bu sistematiklik literatür tartışmalarıyla metinleri doldurmak şekline dönüşebilmekte ve şişirilmiş tezler, makaleler ortaya çıkabilmekte. Ancak yine de Türk düşüncesinin en temel sorununun sistematiklik ve süreklilik unsurundan yoksun olması göz önünde tutulduğunda akademyanın kazandırdığı sistematik metodun göz ardı edilmesi mümkün değildir. Sistematik, istikrarlı bir düşünsel üretimle, bir metodolojiyle ancak bir ekol oluşturulabilir. Aksi halde dağınık diyebileceğimiz bir düşünsel üretim ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla da tabiri caizse, akademi dışı entelektüel kamunun biraz akademikleşmesi, akademik kamunun da kendi dar sınırlarından çıkarak biraz daha entelektüelleşmesi şeklinde bir köprü kurulabilir. 

Türkiye’nin düşünsel birikimine bakıldığı zaman fark yaratan isimlerin bu köprüyü kurabilmiş isimler olması dikkat çekicidir. Niyazi Berkes, Sabri Ülgener, Ali Fuad Başgil gibi isimler akademinin dar kalıplarına sıkışmayan ve Türk düşüncesine baş yapıtlar kazandıran isimlerdir. Yine Doğan Avcıoğlu, Sezai Karakoç gibi isimler de akademi camiasından olmamakla beraber entelektüel perspektifi, daha doğru bir ifadeyle entelektüel ‘idraki’ son derece geniş ve istikrarlı düşünsel üretim yapan isimlerdir. Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni 900 küsur dipnotlu devasa bir eserdir; Sezai Karakoç tüm diğer meseleler yanında İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü adıyla müstakil bir kitap yazmıştır. Karakoç’un bu kitabı birçok yönden eleştirilebilir ancak böyle bir teşebbüs başlı başına değerlidir. 

Üniversite ve düşünce  

Uluslararası literatüre de bakıldığı zaman esasen akademik anlamda edebiyatçı kimliğiyle öne çıkan isimlerin sosyal bilimlerin diğer alanlarında da önemli eserler verdikleri rahatlıkla görülebilir. Söz gelimi Georg Lukács esasen roman kuramcısıdır ancak Lukács’ın erken dönem eserlerinden Tarih ve Sınıf Bilinci Batı Marksizminin en önemli eserlerinden biridir. Günümüzün önem sosyal teorisyenlerinden Terry Eagleton şiir üzerine çalışmalarıyla öne çıkan bir edebiyat teorisyenidir ancak onun Türkçe’ye de çevrilen İdeoloji kitabı alanındaki en önemli eserlerden biridir. Aydın tartışmalarında sıkça gündeme gelen Jean Paul Sartre’ın akademik bir kariyeri bile yoktur. Bu konuda ulusal ve uluslararası alanda mebzul miktarda örnek verilebilir ancak bunların hepsi esasında şunu söylemek içindir; düşünsel üretimi güçlü ve iddialı isimleri salt edebiyatçı, gazeteci hatta fizikçi vs. diyerek ikinci plana atmak doğru bir tutum değildir. Aksine akademyanın son 50 yılda Sezai Karakoç ayarında ya da Sorbonne’dan doktorası olmasına rağmen bir lisede felsefe öğretmenliği yapan Nurettin Topçu kaleminde entelektüel idraki güçlü kaç tane isim çıkarabildiğini kendine sorması gerekir.  Ancak bu sorgulamayı akademyanın tek başına yapması bir sonuç vermez. Yayıncılık dünyasının ve akademya dışı enetelektüel kamunun da ‘üniversiteden düşünce çıkmaz’ söyleminden daha etraflı sorgulamaları yapması gerekmektedir. Bu karşılıklı özeleştiri ve empati kültürü olmadığı sürece Türk düşüncesinin mevcut krizinden çıkması yakın gelecekte pek de mümkün görünmemektedir. Bu krizden çıkış da ancak akademi ve akademya dışı entelektüel kamu arasında esaslı köprüler kurabilecek ve buradan sistematik, rasyonel aklın sınırlarına hapsolmayan, aklı değil de onu da kapsayacak şekilde idraki öne çıkaran entelektüel atılımlarla mümkün olabilir. Tarihi, toplumu iyi okumak ancak anakronik ya da romantik tarih anlatısına da bağlı kalmamak; mevcut siyasal ve toplumsal gelişmeleri takip etmek ve fakat aktüaliteye de hapsolmamak; teoriyi, uluslararası literatürü yakından takip etmek ancak bu teorilere boğulmamak, bu entelektüelin temel özellikleri olarak tespit edilebilir. Dolayısıyla Türk düşüncesinin idraki güçlü entelektüellerini beklediğini söylemek mümkündür.

[email protected]