Erdoğan karşıtlığının adaletsizlikleri

Dilaver Demirağ / Yazar
9.06.2018

İçerideki Erdoğan itirazlarının iki argümanı da Batı ile aynı aslında. “Diktatör Erdoğan” İslamcı Erdoğan ile içiçe. Erdoğan bu ülkenin Cumhuriyetten bu yana kırmızı çizgilerini ihlal ettiği için istenmeyen adam. Bu kırmızı çizgiler, Batı uygarlığının ikinci sınıf bile olsa uzantısı olmak ve kata Osmanlı/İslam değerlerini öne çıkartmamak.


Erdoğan karşıtlığının adaletsizlikleri

Prensip olarak zorunlu kalmadıkça iç politikaya dönük yazı yazmak istemiyorum. Çünkü iç politikadaki siyasi çekişmeler çoğu kez büyük resmi yani dünyada olup biteni görmemizi engelliyor. Ancak bu kararımı ender olarak askıya alacağım zamanlar olabiliyor. Çünkü bazen kendimi buna mecbur hissediyorum. Bu yazı da böylesi bir istisnanın ürünü olduğu kadar adalet duygusunun da bir gereği kanımca. Öncelikle açık ve net olarak şunu söylemek zorundayım: ABD ve Batı basınının “Diktatör Erdoğan ”şeklindeki sunumu öylesine ikiyüzlü ki insanın midesi kaldırmıyor. Demokrasi denince ağzından bal damlayan Anglo-Amerikan bloğu ve onun hık deyicisi konumundaki Avrupa ülkeleri hep diktatörlerle iş tuttular.

Batılı demokrasiler silahlarını kimlere satıyor? Ebetteki diktatörlere. Ticari ilişkiler kurulurken kimler buna dâhil ediliyor? Elbette resmen ve alenen diktatörlük rejimleri. Hâsılı diktatörlük sakızını çiğneyenler ikiyüzlülükte adeta rekor kırmış halde.

Türkiye’nin AB’ye, demokratik normlara uyum göstermediğini söyleyerek bu yola engel taşları döşeyenler, Türkiye’nin yıllar önce bu ülkenin görüp görebileceği en hızlı demokratik reformları yaptığını unutturuyor.  Peki, Türkiye “müzakerelere başlayalım ve en kısa sürede üyelik sürecine geçelim” dediğinde ne oldu? Tabii ki deyim yerinde ise ipe un serildi.

Gerçekte uygarlıklar çatışmasının en önemli mekânı haline gelen Avrupa kıtası, uygarlık olarak kendisinden tamamı ile farklı bir ülkeyi bünyeye almaya hiç niyetli değildi. Nitekim Avrupa Üzerine Hipotez kitabının yazarı Denis Guénoun, İslam’ın Avrupa’nın dışında değil, içinde olduğunu söyler ve ekler: Avrupa Hıristiyanlığı İslam’ı bir iç düşman olarak tanımlayarak onu teolojik-politik bir düşman olarak kategorize ederken, diğer yandan da kendi teolojik politik bölünmesinden kaynaklanan kimliksel iç çatlağı İslam ile doldurarak kendi kimliğinin bütünselleşmesini sağlamıştır. Guénoun “Avrupa kendisini İslamla yüzleşerek biçimlendiriyor” diyerek İslam’ın Avrupa için ayna vazifesi gördüğünü belirtir. Bu bugünde değişmiş değil. İslamofobi, AB birleşmesinin sağlayamadığı bütünleşmeyi sağlayarak bir kez daha kendi kimliğini oluşturmakta. ABD ve AB’deki İslamofobi bu işlevi gördüğü için, Müslüman olan, üstelik dini kimliğinin altını kalın çizgilerle çizenin, başsız bir gövde halindeki İslam dünyasının kendi iç bütünlüğünü kuracak bir ilişkiler ağı ile Osmanlı’nın tarihsel mirasını sahiplenmesi,  onun düşmanlaştırılmasına yetmekte. Bir anlamda Erdoğan üzerinden ötekileştirilen bizzat İslam’ın kendisi. Tam da bu nedenle Batı’daki teolojik politik siyasetin biçimlendiricilerinin Erdoğan karşıtlığının temelinde yatan şey demokrasi değil. Demokrasi çok uzun zamandır yeni-oryantalist siyasetin ve Avrupa/Batı merkezci kibrin elinde bir sömürgeleştirme unsuru.

İçselleştirilmiş oryantalizm

İşin ilginç tarafı içerideki Erdoğan karşıtlığının da dolgu malzemesi aslında aynı oryantalist yansımaların içselleştirilmesinin ürünü. Bu anlamda medeniyetler savaşı Erdoğan üzerinden, onun ötekileştirilmesiyle işlemekte. İçerideki Erdoğan itirazlarının iki argümanı da Batı ile aynı aslında. “Diktatör Erdoğan” İslamcı Erdoğan ile içiçe. Erdoğan bu ülkenin Cumhuriyetten bu yana temel kırmızı çizgilerini ihlal ettiği için istenmeyen adam. Bu kırmızı çizgiler, kayıtsız şartsız Batı uygarlığının ikinci sınıf bile olsa bir uzantısı olmak ve asla ve kata Osmanlı ve onun taşıdığı İslami değerleri öne çıkartmamak. Neo-con muhalif dil içeride de dışarıda da aynı yaradan sancıyor aslında.  Bu Erdoğan karşıtlığının bir cephesi. İkinci cephesi ise Erdoğan’ın liberal demokrasi çizgisinden sapmış olması.

Ancak bu eleştiriler de bütünü ile tarih dışı, dahası asosyolojik yani sosyolojik temellerden yoksun.

TİP’in müteveffa isimlerinden Uğur Cankoçak’ın aramızdan ayrılmadan evvel unutulan önemli sözlerinden birisi “Demokrasi, halkın Bastille Hapishanesini bastığı gün başladı” sözü idi. Yani demokrasi halkın egemenliği bizzat kullandığı anda gerçek manada bir demokrasi oldu. Peki, liberal demokrasi nedir? Liberal demokrasi, halkın egemen olmadığı, kapitalist sistemin egemen olduğu ekonomik çıkarların siyasi ambalajlara sarılarak sunulduğu eksik bir demokrasidir. Çünkü liberal demokrasi her şeyden önce temsili bir demokrasidir. Bir şeyin temsil edilmesi temsil edilenin gerçek fail, gerçek özne olmamasıdır. Dahası liberal demokrasi çıkar lobilerinin meclis üzerinde tam kapasite savunma uygulaması ve onun çeşitli şekillerde ayartılmasıdır. Yani liberal demokrasi aslında bir demokrasi değildir. Çünkü gerçek manada bir demokrasiden söz edilecekse demosun kratos olması gerekir. Yani halkın iktidar olup (iktidar yetkilerini dolaylı olarak, temsili şekilde değil doğrudan kullanması) yönetimi doğrudan yürütmesi gerekir. Bu liberal demokrasinin kendi iç tutarsızlığı ile ilgili bağlantı noktası.

Ortadoğu’nun darbeci iklimi

Bunun bize bakan yönü ise Batı demokrasisi adını taşıyan yönetsel yapının özgül sosyolojisidir. Mülk sahipleriyle bundan yoksun olan sosyal grupların yani sosyo-ekonomik anlamı ile sınıfların birbiri ile kıran kırana süren mücadelesi, Batı’da Eski Yunan’da başladı Roma ile sürdü, modern çağ ile daha da keskinleşti. Batı tarihinde örneklerini gördüğümüz demokrasiler de tam bu mücadelenin en keskinleştiği anlarda, mülk sınıfı grupların her şeylerini kaybedeceklerinin korkusunu duyduğu noktada varoldular. Batı demokrasisi dediğimiz şey özünde mülk sahibi sınıfların belli bir süreliğine gönülsüzce de olsa İktidarı mülksüzlerle paylaştığı, onların hayat düzeylerinde belli olumlu değişimlerin mümkün olduğu anlardır. Ancak bu demokrasiler hiçbir zaman uzun ömürlü olmadılar. Mülk sahibi sınıflar ya da plütokratik oligarşiler (zengin azınlığın yönetimi) ne zaman ki mülksüz sınıflar karşısında kendilerini emniyette hissetti, demokrasi de batan bir güneş gibi siyasal alandan uzaklaştı. Yani bir grup aydının imrenerek baktığı Batı demokrasisi ya da liberal demokrasi, antagonizmanın bir başka deyimle uzlaşamaz karşıtlıkların çatışmasını uzlaştırıp mülk sahibi sınıfların emniyetini sağlamak için verilen tavizlerden ibarettir. Tam da bu nedenle, böylesi bir sınıfsal karşıtlık ve onun mücadelesinin olmadığı bir ülkede siz liberal demokrasiyi isteseniz de gerçekleştirmezsiniz.  Bu gerçeğe rağmen bunda ısrar ederseniz olsa olsa liberal diktatörler olarak tarihin en büyük şakasının gerçekleştiricisi olursunuz.

Bu sosyal gerçeği atladıkları için bizdeki liberaller, Kemalizmin ya da jakobenizmin liberal kılığa bürünmüş hali olarak varoldu. Nitekim Erdoğan’ı AB reformlarını yerine getirdiğinde alkışlayan onu yere göğe sığdırmayanlar, burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmenin eşiğindeki büyük devrimci diye selamlayanlar, aslında bu topraklarda liberal demokrasinin tıpkı Kemalist dönemde olduğu gibi devlet eliyle oluşmasını isteyenlerdi. Oysaki Erdoğan bir liberal değil İslami Muhafazakâr bir siyasetçi idi. Ama buna rağmen en reformist dönemler onun Başbakanlığında yaşandı. Bu ülke OHAL’den en demokratik siyasi nizama onun döneminde geçti. Peki, ne değişti de bu reformist döneme ara verildi?

Erdoğan iktidara ilk geldiğinde Bush dönemiydi ki bu dönem tam bir küresel sıkıyönetim dönemi olarak bölge halklarına kan ve gözyaşı armağan edilen bir dönem oldu. Bush dönemi neo-con medeniyetler çatışması dönemiydi. Ancak bu döneme ABD tarihinin Büyük Kriz dönemi hariç karşı karşıya kaldığı en büyük ekonomik kriz ara verdi. Yaşanan kriz ile savaş ekonomisinin sürdürülebilirliği yoktu. Dahası Irak işgali sonrası ABD nefreti zirve yapmıştı ve ABD için bölge ciddi riskler içerir bir noktaya doğru sürüklenmekteydi. İşte bu gerçeklerden hareketle ABD’de gönül alıcı, içeriyi toparlayacak birisi başkan seçildi. Liberal Obama bir yandan Afganistan’da savaşı devam ettirirken bir yandan da bölge halklarının gönlünü alacak bir siyaset izledi.

Medeniyetler barışı ile Ortadoğu’yu yumuşak bir biçimde küresel sistemle bütünleştirme süreciydi bu. Burada da anahtar ülke, iki uygarlıkla da tanışmış ve melez bir kimlik yaratmış, Batı’nın bölgedeki ileri karakolu rolü kendisine çok önceden biçilmiş Türkiye idi. 28 Şubat sürecini yaşamış AK Parti de bölge ile Batı arasında köprü rolü oynamayı daha akla yakın buldu. Erdoğan bu dönemde bu iki coğrafya arasında bir arabuluculuk diyeceğimiz medeniyetler ittifakına samimiyetle inandı. Bu bağlamda da Batı’nın bölgedeki dikta rejimleri yerine demokratik bir süreç istediğini samimi olarak düşünmekteydi.

Arap Baharı esnasında model ülke ilan edilen Türkiye, bölge gerçeği üzerinden İhvan’ın AK Partileşmesi sürecinde hamilik rolü oynaması için gereken her tür desteği vererek bölgenin ancak ardında ciddi halk desteği bulacak bir İhvan aracılığı ile kademeli olarak demokratikleşeceğini düşünen bir siyaset izledi. Ancak Erdoğan bu iyi niyetinin safiyane bir umut olduğunu iki olayla birlikte anlayınca tutum değişikliğine gitti.

AB’de iki merkez ülkede, Almanya ve Fransa’da, iktidara toplumun İslamofobik kaygılarına oynayan sağ partiler gelince ve yükselen İslamofobiden Avrupalı sağ siyasetçilerin çok da rahatsız olmadığı anlaşılınca Erdoğan, AB’nin Türkiye’yi içine almayacağını anladı. Bu gerçek bir hayal kırıklığı idi. Ancak en büyük hayal kırıklığı Mısır’daki darbe oldu. AB ve ABD’nin bu darbeye itiraz bir yana, bunu memnunlukla karşıladığını ve ABD’nin İsrail’in arzularına uygun bir biçimde Siyonist akrabalıkları ortaya çıkan Sisi darbesinin ardında olduğunu görünce şunu net anladı: Medeniyetler ittifakı değil, medeniyetler çatışması esas. O noktadan itibaren Erdoğan Mısır’da olanın kendisi için de geçerli olacağını anladı. Sonrasında ise iktidarının sandık dışı yollarla ortadan kalkması için çabalayanların etrafını kuşattığını gördü. Doğal olarak reformlar konusunda frene basarak kendi iktidarını tahkim etme yoluna gitti.

Bu gerçeklik ve bu ülkenin sosyolojisindeki farklıklar anlaşılmadıkça Erdoğan’ı reformist yoldan sapmakla suçlamak adaletsiz olmanın ötesinde tam da Erdoğan’ı yemek için can atan neo-con faşizmine iyi niyetle de olsa lojistik üretmiş olur.

Erdoğan çok insani ve siyasi olarak da anlaşılabileceği gibi, kendini her yönden emniyette hissetmedikçe ve bu değişimin ülkesinin selametine olacağına yürekten inanmadıkça Kopenhag Kriterleri’ne  tekrar dönmeyecektir. Bir özgürlükçü olmama rağmen Erdoğan’ı bu tutumundan dolayı eleştiremem. Çünkü bu his, bu tutum son derece anlaşılır bir gerçektir.

Amin Maoluf’un sözleri kanımca Erdoğan için de geçerlidir: “İslam uygarlığı kendisini emniyette hissettiğinde her zaman açılmacı oldu, buna mukabil kendini varoluşsal anlamda tehdit altında hissettiğinde içe kapandı”. Erdoğan’ın tekrar liberal demokratik reformlar eksenine dönmesi de çok doğal olarak bu ülkedeki muhafazakâr tabanın ve kendisinin emniyette hissetmesine bağlıdır. Bu olmadıkça Erdoğan’ın açılmacı olmasını talep etmek adaletsizce olacaktır. Hele de bölgede savaş rüzgârları fırtınaya dönmüşken.