FETÖ darbe davalarında habercilik sorunu

Dr. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
17.06.2017

FETÖ darbe davalarıyla ilgili haberlerin manipüle edildiğini gördük. İlk başta, neredeyse tamamen sanık savunmaları üzerinden bir gazetecilik yapılması, darbecilerin ortaklaşa tekrar ettiği yalanların gündemi işgal etmesine yol açtı. Oysa gerçek anlamda habercilik refleksi sadece sanık savunmalarının manşete çekilmesiyle değil, iddianamelerin içeriği, avukatların demeçleri, hâkimlerin soruları arasında dengeli bir dil yakalanması ve varsa çelişkilerin ortaya konulmasıyla gösterilir.


FETÖ darbe davalarında habercilik sorunu

15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlığa uğratılması bu milletin tarihine geçecek en destansı anlardan biriydi. Her destansı iş gibi çok zordu, acılıydı, hüzün ve zaferi bize bir arada yaşattı. O geceyi ve sonraki günleri yaşayanlar, yıllarca içlerinde taşıyacakları derin duygularla dopdolu bir ömür sürecekler. Fakat belki de darbeyi bertaraf etmekten daha zor olanı, onun sonrasında verilen imtihandır. Tıpkı, Peygamber Efendimizin (SAV) Tebük Seferinden dönerken sarf ettiği rivayet olunan “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz. O, nefisle cihaddır” hadisinin ya da “Savaş meydanında kazanıp masada kaybetmek” deyiminin gösterdiği gibi dikkatli olunması gereken zamanlardayız.

Kuru intikam değil

İnsanoğlunun ruhunu zafer kadar mesrur eden bir şey daha varsa, o da herhalde adaletin tecellisidir. İşte, o gece zaferi kazanan millet, şimdi de adaletin tecellisi için içi kıpır kıpır dua ediyor, sabır ve ümitle bekliyor. Bu asla kuru bir intikam nöbeti değil, hakikati karartma uğruna yalanı itikat bellemenin, şantajı, montajı, kumpası sıradan bir yönteme çevirmenin, hunharca kan dökmenin, milletin emanetine göz dikmenin bir bedeli olduğunu cümle âleme ve gelecek nesillere bir ibret levhası olarak takdim etme arzusudur. Bu meyanda, 15 Temmuz darbecilerinin yargılandığı davalar hem hızı bakımından Cumhuriyet tarihimizde bir ilktir, hem de adaletin tecellisi adına büyük bir fırsattır. Aynı zamanda zeki, soğukkanlı ve vakur durmamızı gerektiren müzakere masamızdır ve dahi bizim büyük cihadımızdır.

Nitekim mahkemeler hızla devam ederken ilk karar, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fahri Kasırga’nın alıkonulması davasında çıktı. Başta sabık Muhafız Alayı Komutanı olmak üzere, ilgili darbeciler çeşitli cezalara çarptırıldı. Bu sonuca bakarak, geçmiş darbe girişimlerinden sadece 28 Şubat ve 12 Eylül’ün faillerinin -ki onlar da yıllar sonra, bade harabu’l-Basra- adalet karşısına çıkarılabildiği düşünülürse, Türkiye’nin demokratikleşme yolunda kat ettiği mesafe anlaşılabilir. Ancak bu süreçte canımızı sıkan, zafer sevincimizi gölgeleyen, bizde şehitlerimizin hatırasına sahip çıkamama korkusu uyandıran gelişmeler de olmuyor değil. Yine de bunlara bakarak, olumlu büyük resmi gözden kaçıracak değiliz. Nihayetinde Müslüman, şerde dahi hayrı arayıp bulandır. İşte bu yüzden, elbette hem hayrı bulmak, hem de Allah’ın bahşettiği zafer nimetini kaybetmemek adına rikkatli olunması gereken zamanlardayız. Zira kökünün dışarıda olduğu ve yabancı topraklarda mankurtlaştırıldığı iyice ayan olan FETÖ mensupları, küresel felaket korosunu da arkasına alarak Türkiye’ye karşı saldırı, beddua ve ilenç seansları düzenlemeye devam ediyor. Davalar sürerken, özellikle ilk günlerde ortaya çıkan manzara, bize FETÖ’nün küresel algı planlamalarına dair epeyce fikir verdi.

Mukayeseli habercilik

Evvela, basınımızın habercilik refleksinin zayıflığından istifade ederek, FETÖ darbe davalarıyla ilgili haberlerin manipüle edildiğini gördük. İlk başta, neredeyse tamamen sanık savunmaları üzerinden bir gazetecilik yapılması, darbecilerin ortaklaşa tekrar ettiği yalanların gündemi işgal etmesine yol açtı. Neredeyse hepsi, bütün kamuoyunun aklıyla alay edip vicdanına hakaret edercesine, darbeden haberdar olmadıklarını, tesadüfen olay mahallinde bulunduklarını, geçerken uğradıklarını, tatbikat zannettiklerini filan serdederek başta şehit yakınları ve gazilerimiz olmak üzere, milletin gözünün içine bakarak yalan söylediler. Öyle ki, Adolf Hitler’in “Eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. İnsanları, bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir. Sadece tekrar, tekrar ve tekrar söyleyin!” diyen Propaganda Bakanı Goebbels’i mezarında ters döndürecek bir performans sergilediler. Maalesef medyanın bir kısmı da bu kurguya alet oldu. Darbecilerin yargılandığı mahkemelerden geçilen haberlerde FETÖ’nün söylem inşasına hizmet edilmiş oldu. Oysa gerçek anlamda habercilik refleksi sadece sanık savunmalarının manşete çekilmesiyle değil, iddianamelerin içeriği, avukatların demeçleri, hâkimlerin soruları arasında dengeli bir dil yakalanması ve varsa çelişkilerin ortaya konulmasıyla gösterilir.

Mesela darbenin yönetildiği Akıncı Üssünde hiç bulunmadığını veya oradaki sivilleri tanımadığını iddia eden bir sanığın kamera kayıtları, sivillere verdiği cephe selamı gibi görüntüler bizzat ve bilhassa haberciliğin konusudur. Ya da elindeki cismin telefon olduğunu savunan bir darbeciye, bir telefonun ateş açıp bir insanı öldürüp öldüremeyeceğini sormak da haberciliğe dâhildir. Tezatlar bir gazeteci için her zaman en değerli habercilik enstrümanları olmuştur. İddianameleri dikkatlice okuyup sanık savunmaları ve hâkimler ile avukatların soru ve yorumlarını mukayese ederek yapılan bir gazetecilik belki daha fazla emek ve mesai gerektirecek, ama mutlaka çok daha değerli olacaktır. Üstelik bu değer, sadece mesleki bir olgu olarak değil, aynı zamanda demokrasi ve ülke için de ayrı bir anlam taşıyacaktır.

Algı olgudan öncedir

Ardından, belki bunun kadar önemli değil, ama görselliğin gücünü hesaba kattığımızda, ayrı bir mahiyet arz eden bir husus geliyor: Darbecilerin fotoğraflarının kullanımı. Zaten bütün ülke, darbecilerin mahkeme salonuna “grand tuvalet” getirildiğini görünce küçük bir şok geçirmişken, sonrasında medyada darbecilerin “iyi” günlerindeki üniformalı, apoletli, gururla gülümseyen pozlarının kullanılması yeni bir sorun doğurdu. Çoğu şehidimizin açık seçik bir fotoğrafı bile yokken, bu yüzsüzlerin düzgün giyimli resmedilmesi maşeri vicdanı yaralayan bir hadise oldu. Ama her şeyin ötesinde asıl problem, medya haberlerinde, özellikle ilk günlerde söylem inşasının FETÖ’ye terk edilmesiydi. Zira bir şeyin şüyuunun vukuundan beter olduğunu, yani modern iletişim diliyle, algının olgudan önce geldiğini iyi bilen FETÖ mensupları, içeride organize olup yalanda ağız birliği yaparken, biz dışarıda medyası, kamusu, yargısıyla hakikati layıkıyla takdim edemedik. Ancak keşke mevzu bununla bitse… Bir de her devirde yaşanmışlıkları hunharca israf eden, bazen iyi niyetli ama acayip derecede kifayetsiz, bazen de tüccar zihniyetli kişiler devreye giriyor ve FETÖ’nün imaj ve algı operasyonu konusundaki gayretlerine mesnet teşkil ediyor.

Duygular paketlenmiş…

Mesela 15 Temmuz’un filmini yapma iddiasıyla piyasada gezip “teaser” yayınlayan; ne estetik, ne tarih, ne kültür, ne dava bilincine sahip kişiler minare göçürüp Cumhurbaşkanımızın ailesini darbecilere katlettiriyor, kendisinin başına da seccadede silah dayatarak güya merak uyandıran bir iş çıkarıyor. Daha önce hem gişede, hem kamuoyunda batan işler yapmak yorucu mudur, bilmem, ama insanların hayatları, hatıraları, acıları üzerinden har vurup harman savurma çabası bizi yormaya başladı. Şu ana kadar gördüğüm 15 Temmuz film çalışmalarında, duyguları paketleyip tecime elverişli hale getirme gayreti maalesef pek fena sırıtıyor. Bunu da ayrı bir dert olarak, Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İletişim Başkanı sıfatıyla değil, vatandaş olarak içimizden çıkarıp buraya not etmiş olalım. Velhasıl-ı kelam, yine de bu sorunlar ümitsiz olmamız için bir gerekçe değil, bir yandan birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ederken, diğer yandan Allah’tan sabır ve dua ile yardım istemeye devam edeceğiz elbette.

Kendimizi, asrın hüsranından ancak bu dikkat ve rikkatle muhafaza edebiliriz.

[email protected]