Fransa neyi gizlemeye çalışıyor?

Koray Şerbetçi - Tarihçi, yazar
21.04.2019

Uygar Fransa’nın 7,5 yıl süren Cezayir soykırımı sürecinde yaklaşık 1.5 milyon insan acımasızca katledildi. Bağımsızlık kazanıldığında 2 milyon insan daha toplama kamplarındaydı. Yarım milyon Cezayirli de komşu ülkelere sığınmıştı. 2 milyon kişi işsizdi, açlık ve hastalık ülkeyi kasıp kavuruyordu.


Fransa neyi gizlemeye çalışıyor?

Geçtiğimiz günlerde Antalya’da düzenlenen NATO Parlamenter Asamblesi 99. Rose-Roth Semineri ve Akdeniz Ortadoğu Özel Grubu Ortak Toplantısı’nda, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un partisinden parlamenter Sonia Krimi’nin, 1915 Olaylarında Türklerin soykırım yaptığını söylemesi ve PKK terör örgütü aklamaya çalışması Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu’ndan sert bir yanıt aldı. 

Dışişleri Bakanımızın iftiralara verdiği cevap karşısında salonu terk eden Fransız parlamenterin tavrı yaşadığı şokun eseriydi. Zira Fransızların gözünde Batılı olmayan bir milletin herhangi bir devlet yetkilisinin Fransa’ya sesini yükseltmesi hatta daha da cüretkar davranıp Fransa’nın Cezayir ve Ruanda’da yaptıklarını söylemesi akıl alır gibi değildi. 

Frsansız parlamenterin yaşadığı sarsıntıyı anlamak gerek çünkü 19. asırdan beri onların kafasındaki Doğulu aydın, Paris’i ve Parisli yaşamını idealize eden tek fikir önermesi “sizin gibi yaşamak istiyoruz” olan bir tipolojiydi. O nedenle Hoca Tahsin Efendi Türk entelijansiyasının bu tek satırlık romantik ideolojisini şiirle veciz bir şekilde şöyle anlatmıştı: “Ey efendi Paris’’e git akl u fikrin var ise/Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” 

Peki neydi Fransızları bu kadar küstah ve cazip kılan? Bu konuda değerlendirme yapmak için bir Fransız düşünüre başvurmamızın değerlendirmemizi daha nesnel kılacağı fikrindeyim. Fransızlar hakkında fikirlerine başvuracağımız bu düşünür Atatürk’ün de zamanında bir gecede kitabını okuduğu ve kenarına not düştüğü Alfred Fouille’dur. Kendisi kendi ulusunun düşünce yapısının adeta tomografisini çekercesine şu satırları yazmıştır: “Fransızlar kendilerini mutlu edecek şeyin bütün dünyayı mutlu edeceği gibi bir saflığın içindedirler. Bütün insanlık Fransızlar gibi düşünsün ve hissetsin isterler. Fransız ulusal ruhunun yayılmacı ve bulaşıcı olması bundandır.” 

Peki Fransız zihni nasıl işler? Buna da şöyle yanıt veriyor Fouille: “Fransızlar öyle bir akıl mantık yürütürler ki tümüyle gerçeklik sanırsınız. Fakat gözleme dayanmadığı için bulunan gerçeklik olayda değil sadece mantık silsilesindedir.(…) Fransızlar iş yapmaktan çok söylemeyi severler. Söyleyince vazifelerini yerine getirdiklerine inanırlar.” (Alfred Fouille, Avrupa Milletlerinin Karakter ve Psikolojileri, s-70-72-74) 

İnsanlığa bırakılan ifrazat 

Fransız kültürü kendisini Batı medeniyetinde en üst tepelere yerleştiredursun biz de lüks bir lokantanın gözlerden uzak pis mutfağına kaçamak bir bakış atarcasına Fransa’nın insanlık ama bilhassa Doğu iklimine verdiği zararlara kısaca projektörlerimizi gezdirelim. 

Fransa’nın Cezayir ve Ruanda’da yaptıkları bir anda gündeme yükselmesi elbette isabetli oldu. Zira Cezayir ve Ruanda soykırımları gerek Fransa gerekse Avrupa’nın karanlık tarihinin elbette bir kısmını oluşturuyor. Zira tablo tahammülün ötesinde büyük, karanlık ve kanlı. 

Ama Batılı hipnoz mekanizması tüm dünyanın gözünün içine baka baka şu önermeyi tekrar ediyor: 

“Tek bir soykırım vardır o da Yahudi soykırımı. Bunu da Naziler denen bir avuç ruh hastası psikopat yapmıştır. Avrupa demokrasisi de nihayetinde onlarla savaşmış ve insanlığın başından def etmiştir.” 

Bu önermeyle adeta bir taşla iki kuş vurulur. Avrupa medeniyeti ve ulusları bir hamlede ırkçılık ve soykırım suçlarından temize çıkıyor. Siyonistler de yeryüzünde bir tek kendilerinin soykırıma uğradığı tezini işliyor. Mağduriyetle oluşturulan anti-semitizm sonucu “Yahudi” kavramı değil eleştirilmek yan gözle bile bakılmaz hale getiriliyor. 

Oysaki tarih bu önermeyi doğrulamıyordu. Şöyle bir göz gezdirdiğimizde görürüz ki bir avuç ruh hastası psikopat denilen Naziler öyle durduk yere bitmedi. Nazilerin fikri alt yapısı Avrupalı düşünürler tarafından Aydınlanma Çağı’ndan bu yana sözde bilim diye sunulan ırkçı fikirler tarafından 20. asra kadar adeta demlendi. Hem de bu işin beyin takımında Fransız düşünürler önde gelmekteydi. Tabir uygunsa ırkçılık ve soykırım projesinin mimarı Fransız düşünürler ise tetikçileri Alman nasyonal sosyalistler oldu. 

Irkçılık fikrinin babası  

Kendisinden önce küçük fikir kıpırdanmaları olduysa da ırkçılığın teorisini kuran düşünür Kont Joseph Arthur de Gobineau oldu. Gobineau, İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine adlı eserinde beyaz ırkın aklı ve dürüstlüğü, sarı ırkın faydayı ve düzeni, siyah ırkın ise hırsı ve duygusal yetenekleri temsil ettiğini ileri sürdü ve Nordik adı verilen kuzeyli-beyaz ırkı insanlığın en üst basamağına yerleştirdi. 

Gobineau’ya göre ırkların kalıtımla getirdiği özellikler vardı. Batılı-beyaz ırk bir çekim gücüne sahipken sarı ve siyah ırklar itme gücünü bünyelerinde barındırıyordu. Bu nedenle tarih boyunca uygarlık beyaz-Batılı ırkın eseriydi. Biz Türklerin içinde bulunduğunu söyledikleri sarı ırk ve siyah ırk hayvanlar gibi uygarlaşmaya yönelik doğal bir isteksizliğe sahipti. 

Gobineau’nun bilimsellik diye piyasaya sürdüğü bu sakat görüş, dünyayı yağmalayacak olan Avrupalı sömürgecilere kendiliğinden diğer ırklara ne pahasına olursa olsun “uygarlık” götürme misyonunu yüklemiş oluyordu. 

Sadece Gobineau mu? Elbette hayır. Fransızların aydınlanma meşalesi saydığı filozof Voltaire de her ne kadar hümanizm sancağını taşıyor gibi görünse de Batılı-beyaz insan dışında kalanlardan pek hoşlanmazdı. Milletlerin Töreleri ve Ruhları adlı eserinde şöyle demişti: “Bayağı tazı nasıl cins tazıdan farklı ise, zenci ırkı da bizimkinden farklı bir insan türüdür. Eğer bizim anladığımızdan farklı zekaları yoksa bu türün çok düşük olduğu söylenebilir.” 

Fransız sosyal bilimci Montesquieu da Avrupa düşünce ikliminde yer edinmiş önemli bir isimdir. Kendisi özgür toplumun inşasında bir hayli mücadele etmiş bir düşünürdür. Ama bir farkla o da özgürlüğü sadece Batılı-beyaz insanı eksene alarak tarif etmiştir. Zira Montesquieu’yü beyazların ötesindeki ırklar pek ilgilendirmemektedir. Şöyle der kendisi: “En bilge varlık olan Tanrının, ruhu özellikle de iyi bir ruhu kapkara bir bedene yerleştirmiş olabileceği düşüncesini hiç kimse kabul etmez.” Kısacası Fransız özgürlük istiyordu ama sadece kendisi için. 

Napolyon’un mirası 

18. asrın bitmesine iki yıl kala bir Fransız general ordusuyla birlikte Osmanlı toprağı olan Mısır’ı işgal etti. Bu gözü kara Fransız generali geleceğin Fransa imparatoru Napolyon Bonapart’tı. 

Napolyon, Mısır’ı işgal ederken aklında emperyal bir doğu imparatorluğu kurmayı hayal ediyordu. Başlarda türlü hileler ve dönemin Mısır ahalisi ve yerel egemenlerinin gafletleriyle Mısır’da tutunmayı başardı. Osmanlı’nın üzerine yolladığı birlikleri yendi. Ne var ki Mısır’dan kuzeye doğru çıktıkça işi zorlaştı. Fransız generalin İslam dünyasını sömürgeleştirme hayali Akka Kalesi’ndeki Osmanlı valisi yaşlı Cezzar Ahmet Paşa’nın direnişine çarpınca tuzla buz oldu. Ama Fransız general, modern zamanlarda Ortadoğu’da fitne çıkaracak olan tehlikeli tohumları bölgeye saçtı. Ne mi yaptı bakalım: 

Önce Mısır’ı Osmanlıdan koparmak için “Mısır Mısırlılarındır” sloganını ortaya attı. Böylece bir Mısır milliyetçiliği oluşturup Mısır Araplarını Osmanlı’ya düşman etmeye uğraştı. Ardından Lübnan’ın Katolik ahalisi olan Marunilere mektup yazarak aslında kendisinin Haçlı seferi yürüttüğünü ve Müslümanlara karşı orduya katılmalarını teklif etti. Sonra aynı zamanda Lübnan ahalisinden Dürzi ileri gelenlere haber saldı ve maksadının Dürzileri bağımsızlığına kavuşturma olduğunu söyledi. 1799’da Moniteur Universelle Gazetesinde bir bildiri yayınlayarak Suriye ve Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devleti ile Yahudileri bağımsızlaştıracağını ilan etmişti. Bunu yaparken Mekke Şerifi ve Vahhabi hareketinin lideri Abdulvahhab’a da mektup yollayarak Araplara bağımsızlık vermek istediğini söylemişti. 

Fransız generalin saçtığı tohumlar daha sonra İngilizler tarafından sinsi politikalarla sulanacak ve bu zehirli tohumların meyveleri günümüze dek İslam coğrafyasını alt üst edecektir. 

 1830 yılında bir Osmanlı toprağı iken Fransa tarafından işgal edilen ve tam 132 yıl boyunca sömürülen Cezayir’de insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından birisi gerçekleştirildi. İşgalden sonra Fransa işgal kuvvetlerine karşı Emir Abdülkadir önderliğinde bir direniş hareketi başladı ama Emir Abdülkadir’in 1847 yılında Fransız güçleri tarafından ele geçirilmesinden sonra, Cezayir’deki direniş de neredeyse tamamen son buldu. Direnişin kırılmasından sonra Fransa yerli halka karşı daha da sertleşti. Bu doğrultuda yargı organları kaldırıldı, temel hak ve hürriyetler tamamen askıya alındı ve ‘Yerli Kanunu’ (Code de L’indigénat) adı verilen esaret yasası resmî olarak yürürlüğe konuldu. 

Fransa, İkinci Dünya Savaşı sırasında, soluk aldırmadığı Cezayir’in yerli halkını zorla savaşa sürdü ve Cezayirliler hiç ilgilerinin olmadığı bu savaşta öldüler. Ama bu süreçte Cezayir halkı giderek daha baskın bir biçimde bağımsızlık düşüncesine yaklaştı ve bu düşünce yüksek sesle dillendirilmeye başlandı. 

Cezayir’de soykırım 

Cezayir halkının savaşın sonunda, açıkça bağımsızlık için meydana inmesi ve ‘Müslümanlar Uyanın!’ pankartları ve Cezayir bayrakları taşıması üzerine, Fransız sömürge güçleri şiddete başvurdu. 8 Mayıs 1945’te gerçekleşen Setif ve Guelma Katliamı’nda, halkın üzerine ateş açıldı ve 45 bin kişi katledildi. Bu katliam sırasında Fransız kuvvetleri, savaş uçakları ve tank gibi ağır silahlar kullandı. Fransa’nın infaz timleri gözlerini kırpmadan sivil halkı öldürdü. 

Etki tepkiyi doğurdu ve Cezayir halkı bu Fransız barbarlığına karşı silahlı mücadeleye başvurdu. Halkın silahlı mücadele başlatması üzerine Ağustos 1955’te Fransa bölgede olağanüstü hal ilan etti. Bölgeye yüzbinlerce asker yığdı ve Cezayir’i dünyadan tecrit etti. 

Fransa tecrit ettiği Cezayir’de bağımsızlık mücadelesini engellemek için yüzlerce köyü bombaladı, on binlerce insanı toplama kamplarına mahkum etti. Bu kamplarda binlerce insan hayatını kaybederken yüzbinlerce insan da mülteci oldu. 

Cezayir milli mücadelesiyle baş edemeyen Fransa 1960 yılında FLN yetkilileriyle görüşmeyi kabul etti. Ama bu kez de ırkçı Fransızların kurduğu Gizli Ordu Örgütü adlı terör örgütü sivil halka yönelik acımasız eylemlere başladı ve pek çok insanı katletti. Ama süreci değiştiremedi ve Cezayir 1962’de bağımsız oldu. 

Uygar Fransa’nın yedi buçuk yıl süren bu soykırım sürecinde yaklaşık 1.5 milyon insan acımasızca katledildi. Bağımsızlık kazanıldığında 2 milyon insan daha toplama kamplarındaydı. Yarım milyon Cezayirli de komşu ülkelere sığınmıştı. 2 milyon kişi işsizdi, açlık ve hastalık ülkeyi kasıp kavuruyordu. 

Tüm bu yaşanan insanlık suçları Fransız tarihinin kara sayfalarının sadece bir başlığıydı üstelik. Şimdi sanırım bilhassa Fransa’nın neden iki de bir 1915 olaylarını Türkiye’ye karşı bir şantaj ve iftira malzemesi yaptığını daha iyi anlamaktayız. 

@koray_serbetci