Garbın jeopolitik ‘şark meselesi’ ve İzmir’in işgali

Doç. Dr. Nuri Sağlam / İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
26.05.2019

Times gazetesinin 11 Eylül 1918 tarihli nüshasında “Şark-ı cenûbî geçidi, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin güneyinden İran, Afganistan, Hindistan ve Orta Asya’ya açılmaktadır. Almanya harpten sonra Asya’da rakibimiz kesildiği takdirde garp cephesinde Belçika ve Fransa’yı kurtarmış olsak bile bu büyük harbi kati surette kaybetmiş olacağız! Bunu engellemenin tek yolu Türkiye’yi mahvetmektir! Başka çare yoktur!” deniliyordu.


Garbın  jeopolitik ‘şark meselesi’ ve İzmir’in işgali

16 Mayıs 1919 tarihli İstanbul gazetelerinde yayımlanan resmî bir tebliğde, 14 Mayıs günü sabah saat on bir sularında işgal kuvvetleri kumandanı Amiral Webb tarafından Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya bir nota verildiği ve bu notada Paris Konferansında alınan kararlara istinaden İtilaf kuvvetlerinin İzmir’i işgal edeceği bildiriliyordu. Aynı gün İngiliz deniz kuvvetleri kumandanı Amiral Arthur Calthorpe vasıtasıyla Aydın valiliğine verilen bir başka notada, yine Paris Konferansında alınan kararlar ve Mondros Mütarekesinin yedinci maddesi uyarınca İzmir istihkâmlarının işgal altına alınacağı duyuruluyor fakat öğleden sonra tebliğ edilen ikinci bir notada ise işgal olayını Yunan askerinin gerçekleştireceği belirtiliyordu. Bununla beraber neredeyse yarısı sansürlenmiş olan bu resmî tebliğde, muhtemel bir galeyanı önlemek amacıyla hükümet tarafından milletin hukuku ve devletin muhafazası için gerekli tedbirlerin alındığı da ifade ediliyordu. 

Sürekli formatlanabilir bir proje 

30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığımız Mondros Mütarekesinin üzerinden neredeyse yedi ay geçmiş olmasına rağmen ortada İtilaf devletlerinden umduğumuz nihaî sulh anlaşmasına dair en ufak bir işaret bile görünmüyordu. Dolayısıyla bu tebliğ, aylardır sıkıntılı bir intizarın iyice gerginleştirdiği Türk kamuoyunda büyük bir sukutuhayal ve infiale yol açmakla kalmadı, söz konusu notalardaki farklı ve çelişkili ifadeler, milletin mukadderatıyla ilgili ümit ve beklentiler üzerinde âdeta bir muamma etkisi yaratarak zihinleri büsbütün bulandırdı. Çünkü Mütarekeden yedi ay sonra İtilaf devletlerince Almanya’ya tebliğ edilen hususî barış şartları gibi Türkiye’ye de kendine özgü sulh şartlarını içeren bir tebligatta bulunulacağı umuluyor ve böyle bir resmî girişimden evvel İzmir’in hem de Yunanlılara işgal ettirilebileceği ihtimali kimsenin aklından bile geçmiyordu. Zira Yunanlılar her ne kadar öteden beri büyük Helen İmparatorluğu ütopyasını besleyen “megali idea” ideolojisine sahip idiyseler de Birinci Dünya Savaşı boyunca Türkiye ile Yunanistan birbirlerine karşı resmen harp ilan etmedikleri gibi İzmir’in işgaline kadar Türk askeriyle Yunan askeri arasında da herhangi bir çatışma yaşanmamıştı. Üstelik ortalıkta İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini meşru gösterebilecek fiilî bir durum da yoktu. Bu yüzden Türkiye cephesinde şaşkınlıkla karşılanan bu anî ve beklenmedik işgal, o sıralarda hiç kimse tarafından mantıkî delillerle izah edilemedi. Oysa özellikle Birinci Dünya Harbinin ortalarından itibaren Batı basınında Türkiye ve Türklere dair yayımlanan çeşitli makalelerle Amerikan, İngiliz ve Fransız politikacıların gerek kendi parlamentolarında yaptıkları konuşmalar ve gerekse sık sık basına verdikleri demeçler -ki bütün bunlar Türk basınına da yansıyordu- hakkıyla analiz edilseydi, işgalin jeopolitik hedefi önceden kestirilebilir ve sonraki tarihî süreç muhtemelen daha farklı gelişebilirdi. Zira İtilaf devletlerinin Paris Konferansında aldıkları bir kararla İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmeleri, kadîm “Şark Meselesi”ni kendi azamî çıkarları doğrultusunda halletmeye dönük, her aşaması önceden ayrıntılı bir şekilde hesaplanmış ve konjonktürel olarak sürekli formatlanabilecek uzun vadeli büyük bir projenin en stratejik hamlesiydi. 

Kritik referans noktaları 

Bu işgalin kadîm “Şark Meselesi”ni halletme projesinde nasıl bir işlev gördüğünü anlayabilmek için evvela Mondros Mütarekesinden Hilâfetin kaldırıldığı tarihe kadar yaşanan siyasal süreci -öncesi ve sonrasıyla- ayrıntılı ve oylumlu bir analize tabi tutmak gerekir. Bugün yaşamakta olduğumuz bütün iç ve dış siyasî sorunların temeline, ana bileşenlerine ve tarihsel gelişim sürecine de ışık tutacak olan böyle bir analiz, hiç kuşkusuz geniş bir hayal gücü, eleştirel cesaret ve uzunca bir zaman ister. Bu yüzden burada sadece dönemin gazetelerinden hareketle bugüne kadar her nasılsa üzerinde pek durulmamış fakat sahih bir analiz için gerekli ve önemli olduğunu sandığım bazı kritik referans noktalarını işaretlemeye çalışacağım. 

Almanya ve Rusya da dahil olmak üzere bütün Avrupa devletlerinin yaklaşık iki yüz yıldır Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp dağıtma ve onun mirasına konma stratejilerinin genel adı olan “Şark Meselesi”, Birinci Dünya Harbinin başladığı tarihe kadar -ki bu harbin esasen İngiltere ile Almanya’nın sömürge alanı ve miras paylaşma dalaşından kaynaklandığı bilinmektedir- büyük ölçüde İngiliz diplomasisinin kontrolü altında ve İngiltere’nin sömürü-politiğine uygun şekilde gelişiyordu. Ancak harbin üçüncü yılına kadar Avrupa devletleriyle yaptığı ticarette herhangi bir sorunla karşılaşmamış olan Amerika, son zamanlarda birçok ticarî gemisinin Almanlar tarafından batırılması üzerine 6 Nisan 1917’de savaşa girince işin rengi büsbütün değişmeye başladı. Kısa süre içinde gerek harbin, gerekse “Şark Meselesi” çerçevesinde harpten sonra şekillenecek olan neo-kolonyal düzenin kontrol merkezi kıtalar arası boyutta el değiştirerek Londra’dan Washington’a geçti. Zira İngiltere, Umumî Harp öncesinde dünyadaki jeopolitik gücü bakımından her ne kadar Amerika’nın bugünkü konumuna sahip idiyse de harbin öngörülemeyen gidişatı, bu büyük sömürge imparatorluğunu malî ve askerî bakımdan uzun süre kendisini toparlayamayacak ölçüde hırpalamış ve dolayısıyla öteden beri aralarındaki ilişkiyi gergin bir rekabet hattı üzerinden yürüten eski kolonisi Amerika’ya karşı bütünüyle bağımsız bir politika üretecek gücü büyük ölçüde kaybetmişti. 

Öte yandan Amerikalıların tarihsel belleğinde İngilizlere dair hiç de olumlu bir iz yoktu. Mesela sahip oldukları devleti, İngiliz sömürüsüne karşı verdikleri uzun soluklu ve bedeli ağır bir bağımsızlık savaşı sonucunda kurduklarını unutmamışlardı. Bu yüzden İngiltere’nin öteden beri bütün dünyada hürriyet ve demokrasinin hâmîsi rolü oynamasına kızıyorlardı. Fakat bu büyük savaş, bu sahte rolün aktörünü dramatik bir şekilde değiştirdi. Artık sahnede yeni bir “cihan diktatörü” vardı. Savaşın seyri de İngilizlerin bütün hazımsızlığına rağmen bir süredir hem Avrupa’nın kurtarıcısı hem de genel anlamda insanlığın hâmîsi ve âmiri rolünü üstlenen bu yeni aktörün kontrolüne geçmişti. Harbe girmeden evvel sürekli barıştan bahseden ve hatta 23 Aralık 1916 tarihinde savaş hâlindeki bütün devletlere müşterek bir sulh notası da göndermiş olan Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un, 1917 yılının sonlarına doğru İngiltere dahil Avrupa’nın her yerinden yükselen sulh seslerini “Harp, kat’î neticelerin istihsaline kadar harp!” narasıyla bir anda susturmasının gerçek sebebi, Paris-Geneva gazetesinin 13 Ekim 1917 tarihli nüshasında yayımlanan ilginç bir makalede şöyle açıklanıyordu: “Bugüne kadar devamlı ve kalıcı bir sulhun amansız mücahidi görünen Wilson, şimdi zamanımızın Neron’u kesilmiştir. Mösyö Wilson’u, böyle siyasetini tamamen değiştirmeye sevk eden esas âmil, harpten sonra bütün şark coğrafyasında ortaya çıkacak ahvale göre şimdiden siyasî ve iktisadî menfaatler temin etmektir. Bu yüzden Amerika, harbi birkaç sene uzatarak Avrupa’nın askerî gücünü kuvvetten düşürmek ve dünyanın bugüne kadar umumiyetle İngiltere’nin kontrolünde olan bütün ticaret kapılarına sahip olmak emeline düşmüştür.  Yine bu yüzden hiç şüphesiz zamanı gelince Japonları da ezmek isteyecektir!…” deniliyordu. Wilson’un aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra bu sefer de Almanların kayıtsız şartsız teslim olacakları ana kadar savaşmaktan söz eden İngiliz ve Fransızları yine birdenbire artık sulhu düşünme zamanının geldiğine ikna etmiş olması da esasen bu yüzdendi ve bütün bunlar Amerika’nın İtilaf devletleri üzerindeki nüfuz ve tesir gücünü açıkça kanıtlıyordu. Tarihin bundan sonraki süreci ne şekil alırsa alsın Amerika’nın uzun zaman rakipsiz bir surette bütün cihana hâkim olacağı o günlerden itibaren hissedilmeye ve gerek Avrupa gerekse Türk basınında sık sık dillendirilmeye başlanmıştı. Fakat meseleye bugünden bakınca işin daha da ilginç görünen tarafı, Amerika’yı dengeleyebilmek adına Avrupa’da gizli ya da aşikâr yeni bir ittifak siyaseti açılıp açılmayacağına dair bazı spekülatif muammaların, tarihin halledeceği en meraklı bir mesele olarak yine ilk defa o günlerde gündeme getirilmiş olmasıydı! 

Kaba bir cihan diktatörü 

5 Eylül 1918 tarihinde Viyana’da bir araya gelen Müttefik Devletlerin hariciye nazırları, çeşitli müzakerelerden sonra Avrupa basınına verdikleri beyanatlarda, uzun süredir arzu ettikleri umumî sulhun yakın bir zamanda gerçekleşeceğine dair ümitvar olduklarını dile getirdiler. Bu beyanatlara şiddetle itiraz eden İngilizler, Müttefiklerin sulh arzusunu, garp cephesinde gerilemeye başlayan Almanların şark cephesini tahkim etmek amacıyla zaman kazanmaya yönelik bir “sulh taarruzu” olarak gördüler. Nitekim Times gazetesinin 11 Eylül 1918 tarihli nüshasında yayımlanan bir makalede, bu sırada yapılacak bir sulhun, İngilizlerin harpten sonraki dünyaya dair ümitleriyle beraber Asya’daki menfaatlerini de kaybetmesine yol açacağı, bunu önlemek içinse “şark-ı cenûbî geçidi” dedikleri Türkiye’yi mahvetmekten başka çarelerinin olmadığı ileri sürülüyor ve “Şark-ı cenûbî geçidi, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin güneyinden İran, Afganistan, Hindistan ve Orta Asya’ya açılmaktadır. Almanya’nın Asya’ya dair ümitleri harpten sonra Türkiye’den edeceği istifadelere bağlıdır. Almanya harpten sonra Asya’da rakibimiz kesildiği takdirde garp cephesinde Belçika ve Fransa’yı kurtarmış olsak bile bu büyük harbi kati surette kaybetmiş olacağız! Bunu engellemenin tek yolu Türkiye’yi mahvetmektir! Başka çare yoktur!” deniliyordu. 

Viyana müzakerelerinin hemen ardından Müttefik Devletlerin, Avusturya-Macaristan hükümeti vasıtasıyla Wilson’a tebliğ ettikleri sulh notası, bu konuda İngilizlerle aynı fikirde olan Wilson tarafından türlü bahanelerle reddedildi. Derhal harekete geçen İngilizler, 19 Eylül’de Filistin cephesinde büyük bir taarruz başlattı. Liman Von Sanders komutasındaki Türk orduları çok ağır kayıplar vererek kuzeye doğru dağılırken Bulgaristan 29 Eylül tarihinde İtilaf devletleri ile münferit bir mütareke imzalayarak harpten çekildi. Bunun üzerine Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı hükümetleri ortak bir karar alarak Amerika Cumhurbaşkanı Wilson vasıtasıyla İtilaf devletlerine yeni bir mütareke ve sulh teklifinde bulundular. Her iki taraf arasında mütareke şartlarına dair müzakereler devam ederken Türk ordularının Filistin cephesinde Batı basını tarafından alay konusu edilecek derecede ardı ardına aldığı ağır yenilgiler, Türkiye’yi, İngiltere’nin dayattığı son derece onur kırıcı mütareke şartlarını kabul etmek zorunda bıraktı. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Türkiye’nin elini kolunu bağlayan yahut diğer bir deyişle “şark-ı cenûbî geçidi”ni kontrol altına alan İngilizler, Almanların jeopolitik açıdan öteden beri tahkim etmeye çalıştığı “Berlin-Bağdat, Hamburg-Herat” hattını kesmiş ve böylece kadîm “Şark Meselesi”nin halli sürecinde önlerindeki en büyük engeli şimdilik aşmış oldular. 

Chester Projesi

Dünya siyasetinde son derece mahir ve incelikli bir diplomasiye sahip olan İngilizler, söz konusu “şark-ı cenûbî geçidi”ni ilâ-nihâye kontrol edebilmek için alt yapı çalışmalarına çok önceden başladıkları ve lojistik ihtiyaca göre sürekli yeniledikleri siyasî, sosyal, kültürel, dinî, etnik, iktisadî ve benzeri daha birçok jeopolitik ve jeostratejik enstrümanı, kendi azamî çıkarları doğrultusunda tahkim etmeyi zorunlu kılacak çok daha çetrefil bir siyasî sürece girdiklerinin fakrındaydılar. Çünkü her şeyden önce İngiliz diplomasisinin önüne, yirminci yüzyılın başlarından itibaren “Şark Meselesi” ile yakından ilgilenen fakat harbe girinceye kadar bu konuda pek varlık gösteremeyen yeni ve oldukça kaba bir cihan diktatörü çıkmıştı. İngiltere’nin bundan böyle bütün diplomatik manevralarını ister istemez Amerika’ya göre ayarlaması ve kendi sömürü-politiğine -o güne kadar engellediği- Amerika’yı da ortak kılması gerekecekti. 

Amerika’nın “Şark Meselesi” ile ilgili ilk ciddî hamlesi 1908 yılında Osmanlı hükümetine teklif ettiği ve görünürde sadece bir demiryolu projesiymiş gibi duran meşhur “Chester Projesi” idi. Üç yıl boyunca gündemde kalan bu projeye göre, ilk etabı İskenderun Körfezi’ndeki Yumurtalık Limanı’ndan başlayarak Harput, Diyarbakır ve Bitlis üzerinden Van Gölü’ne, ikinci etabı ise Diyarbakır’dan Musul’a oradan da Süleymaniye’ye kadar uzanacak bir demiryolu inşa edilecek ve buna karşılık söz konusu güzergâhın her iki tarafında yer alan yirmişer kilometre genişliğindeki arazinin petrol dahil bütün yer altı kaynaklarının işletim imtiyazı Amerikalı şirkete verilecekti. 

Yardım kamuflajı 

Fakat bu proje, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı coğrafyasının en stratejik bölgelerinde yine görünürde sadece demiryolu döşeyen İngiltere, Fransa ve Almanya’nın ciddî muhalefetiyle karşılaşmış ve 1911’de Trablusgarp Savaşı baş gösterince Osmanlı Mebuslar Meclisi tarafından daha sonra görüşülmek üzere rafa kaldırılmıştı. İşin arkasını bırakmayan Amerikalılar, söz konusu projeyi 1922 yılında bazı değişikliklerle bu sefer de Ankara hükümetine teklif edecekler, hükümetin projeye ilgisi Lozan görüşmelerinde ciddî siyasî krizlere yol açacak fakat buna rağmen 8 Nisan 1923 tarihinde TBMM tarafından onaylanacak ve nihayet konjonktürel şartların icbarıyla 18 Aralık 1923’te yine aynı meclis tarafından iptal edilecekti. 

Bu projenin 1911’deki ilk mukavele metninde, Amerikalı Amiral Chester’ın, Osmanlı hükümetine, ülkedeki mevcut demiryolu hatlarıyla uyumsuz olacağını bile bile daha dar hatlı bir demir yolu yapmayı teklif etmesi, bununla da kalmayıp proje sahasının kuzeyindeki Samsun, Sivas, Erzurum bölgesiyle güneyindeki Suriye ve Bağdat bölgesinde sonradan yapılacak herhangi bir demiryolu hattının otuz sene müddetle kendi hattına bağlanmayacağına dair hükümetten güvence talep etmesi, Amerikalıların “Şark Meselesi”ne duydukları kuduz iştihanın daha o günlerden itibaren nasıl kabardığını göstermesi bakımından son derece ilginç bir örnekti! 

Bununla beraber İzmir’in Yunanlılar tarafından işgale uğradığı günlerde, Amerikalıların Osmanlı hükümetine fütursuzca teklif ettikği evlere şenlik bir projeyle daha karşılaşıyoruz. Devrin gazetelerinde “Dr. Ashill Projesi” olarak adlandırılan ve her nedense yine Bitlis, Van ve Erzurum taraflarıyla ilgili olan bu projeye göre Dr. Ashill, söz konusu bölgede yaşayan yoksul ahaliye ırk ve mezhep farkı gözetmeksizin yardım etmek, bölgenin kalkınması için halka ziraat aletleri dağıtmak ve yollar inşa etmek kabilinden bir dizi faaliyette bulunmayı teklif ediyor. Yalnız bütün bu faaliyetlere harcanacak parayı Amerika hükümeti vereceği için bölgedeki Osmanlı askerinin çekilip onun yerine Amerikan askerinin ikame edilmesini şart koşuyor! Herhalde dünyada emperyalizmin kaba ve küstah diline bundan daha kesin ve keskin bir kanıt olmasa gerektir. Ayrıca Mondros Mütarekesinden Millî Mücadelenin sonuna kadar “yardım heyeti” kamuflajıyla üst düzey generaller, Harvard profesörleri, bürokratlar, siyasetçiler ve iş adamlarından oluşan ve hiçbir zorlukla karşılaşmaksızın Anadolu, Suriye, Irak ve Kafkasya’yı karış karış dolaşarak bütün dünyaya güya bu coğrafyada yaşayan yoksullara insaniyet namına yardım ettikleri imajını yayan çok sayıda Amerikan heyeti bulunduğunu, bu heyetlerin söz konusu faaliyetlere harcanmak üzere her yıl Amerikan hükümetinin tahsis ettiği bütçelere ilaveten Amerikan halkından da yüklü miktarda para topladıklarını fakat bu iş için dağıttıkları el ilanlarının dış kapağına aç ve çıplak bir sürü Hıristiyanın onlara ekmek veren bir Amerikalıya ellerini uzatırken çekilmiş bir fotoğrafını, iç sayfalarına ise Türklerin zulüm ve vahşetini gösteren uydurma fotoğraflar bastıklarını ve her bir fotoğrafın altına da “Türk zulmünden kurtulabilen bu zavallıları şimdi de sefalet öldürüyor, hayatları vereceğiniz bir lokma ekmeğe bağlıdır.” kaydı düşürdüklerini de belirtelim! 

Bugüne kadar, burada sadece birkaç örneğini kısaca naklettiğimiz bu tür haricî kepazeliklerin yanı sıra dönemin Dahiliye Nazırı Ali Kemal’in mezkûr “Dr. Ashill Projesi”ni Mebuslar Meclisinde onaylatamadığı için kabineden istifa etmesi kabilinden -ki Millî Mücadeleye muhalif cephenin en güçlü sesi ve kalemi olan Ali Kemal gibi son derece önemli bir şahsiyetin, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanmak üzere 1922 yılında üstelik söz konusu emperyalist güçlerin işgali altındaki İstanbul’da nasıl olup da yaka paça tutuklanarak paketlenebildiği hâlâ gizemini koruyan bir muammadır- daha birçok dâhilî bedhalıkla daima karşılaştık ve hiç kuşku yok ki bundan sonra da karşılaşacağız. Bununla beraber Amerika ve Avrupa devletlerinin “Şark Meselesi”nin kilidi olarak gördükleri Türkiye’yi ilâ-nihâye kontrol altında tutmak için yüz yıl evvel inşa ettikleri Ermenistan, İsrail ve benzeri birtakım jeostratejik rasat kuleleriyle esasen Amerika’nın küresel menfaatlerine bekçilik eden uluslararası kuruluşları ve nihayet yine salt Türkiye için özel olarak ürettikleri nice soyut ve somut jeopolitik enstrümanı öteden beri millî menfaatlerimiz aleyhine nasıl çeşitlendirerek kullanageldiklerini de görüyoruz. 

Bu yüzden bugün içinde bulunduğumuz bütün siyasî ve toplumsal gerilim hatlarını tam anlamıyla kavrayıp istikbale matuf stratejik hedeflerimizi sağlıklı bir şekilde tayin ve takip edebilmek için öncelikle ve özellikle Amerika ve İngiltere’nin bizi Lozan Antlaşmasına sürükleyen siyasî sürecin iç ve dış dinamiklerini nasıl kurguladıklarını görmek ve bunun için de Türk devrim tarihinin aklın süzgecinden geçemeyen mitik ve kanonik anlatılarıyla hiçbir maliyet hesabı yapmaksızın sadece somut verilere dayanarak soğuk kanlı bir şekilde yüzleşmekten başka çıkar yolumuzun olmadığını anlamak zorundayız… (Devam edecek.) 

[email protected]