Geleneği nasıl anlamalıyız?

Mehmet Akif Çeç / Yazar
17.03.2018

Modern dünyada gelenekçi olmak, meselelere, Hz. Peygamber’den bugüne damıtılarak gelen bir sistemsel düşünce bütünlüğü içerisinden, bir sünnet aurası içinden bakmak demektir. O halde gelenek dendiğinde bugün anlaşılması gereken; İslam’ın orta yolunu ve en meşru ana gövdesini oluşturan, sahih sünnet çizgisidir.


Geleneği  nasıl anlamalıyız?

Modern dönemlerin en çok tartışılan konularının başında gelen geleneğin ne olduğu ve olmadığı konusunda, geleneğe karşı olanlar kadar geleneği sa-vunduğunu iddia edenlerin de zihinlerinin berrak olmadığı ortada. Geleneğin doğru konumlandırılamamış olması, geleneğe dair birçok yanlış kanaat ve önermenin üretilmesine de kapı aralamaktadır. Yanlış bilgi üzerine inşa edilen fikirlerden doğru sonuçlara ulaşma imkanı da elbette olmayacaktır. Bu bakımdan, geleneğin doğru anlaşılması; hem İslam düşüncesinin sahih bir zemine oturtulması açısından hem de iki asırdır sahih ve özgün bir İslam düşüncesinin ortaya konulmasının önünü tıkayan modernist anlayışların üretmiş olduğu gelenek karşıtlığına ilişkin temellendirmelerin hükmü-nün boşa çıkartılması bakımından önemli bir anlam taşımaktadır. Geleneğin konumunun ve kavramsal içeriğinin yerli yerine oturtulması aynı za-manda iki asırdır tartışageldiğimiz modernitenin, aklın, bilimin, epistemolojinin, tecdidin ve daha pek çok temel meselenin de sahih bir zemine otur-tulmasına; böylece Müslümanların, İslam medeniyetinin yeniden inşası noktasında önlerine sahih bir yol haritası koyabilmelerine de imkan sağlamış olacaktır. Esasında geleneği tanımlamak gibi bir durumun söz konusu olamayacağını, geleneğin bir tanımla ifade edilemeyecek kadar karmaşık ve kompleks bir yapı arzettiğini, dolayısıyla burada tanımlama çabasından ziyade bir gelenek tarifi ve tasvirine ulaşmaya çalışacağımızı ifade etmekte de yarar görüyoruz. 

İslam dünyasında, modernleşme sonrasında ortaya çıkan gelenek karşıtlığı, dinle geleneğin birbirinden ayrı olduğuna dair bir temellendirme üze-rine oturtulmuştur. Bu temellendirme, dine ilişkin bütün sorgulamaların gelenek üzerinden yürütülmesine ve böylece dini alanın her türlü müdahaleye açık hale getirilmesine hem kolaylık, hem de meşru bir zemin sağlamaktadır. Din ve gelenek ayrıştırması, dinin “tanrısal” olanı (vahyi) içerdiği, gele-neğin ise “beşeri” mahiyette olanları kapsadığı iddiasından hareketle; kitap (Kur’an) dışında her şeyin dokunulabilir, tartışılabilir, eleştirilebilir ve değiştirilebilir olduğu yönündeki modernist tezlere elverişli bir zihinsel altlık oluşturmaktır.

Din ve gelenek ayrılmaz

Esasında, din ve gelenek şeklindeki rijit bir ayrım ve iki ayrı bölünmüş alana dayalı dualite, modern dönemlere özgü, seküler zihnin üretmiş ol-duğu bir yaklaşımın yansımasıdır. Oysa, modern dönemlere kadar, dini olan ve seküler olan, kutsal olan ve profan olan şeklinde keskin, dualist ayrımlar söz konusu değildi. Din, hayatın merkezinde yer alıyor ve her şeyi bir şekilde kuşatıyor ve belirliyordu. Yani her şeyin bir biçimde dinle ilişkisi ve irtibatı vardı ve her şey  “dini” bir nitelik ve içerik arzediyordu. Modernitenin, kendisini konumlandırmak ve modern öncesiyle kendisini ayrıştırmak üzere “gelenek” adını verdiği bir dünyaydı bu. Geleneğe, modern dönemde adının konulmuş olmasının, adı konulmazdan öncesinde geleneğin olmadığı anlamına gelmeyeceği aşikardır. O halde gelenek hep vardı, fakat geleneğin dışında başka bir sistem ya da paradigma mevcut olmadığından bunun ayrıca isimlendirilmesi gibi bir durum söz konusu değildi. Modernitenin, kendini gelenekten ayrıştırmak üzere kurduğu gelenek-modernlik dikotomisini; gelenekçi düşüncenin de, geleneği moderniteden ayrıştırmada işe yarar bir kavramsallaştırma olarak kullandığını söylemek mümkün. Bu ikilik, esasında her iki tarafın da kendini konumlandırmak ve ayrıştırmak için tercih ettiği bir zımni sözleşmeye dönüşmüştür. Bu ayrış-tırma, batı medeniyet havzası açısından, gelenekle modernlik arasında bir kopmayı ve modernlikle ortaya çıkan farklı ve yeni bir zihniyet ve para-digmanın geleneğe ait olanı “eski” kategorisi içine alarak topyekun defterden silmesini ifade etmekle birlikte; İslam medeniyet havzasında bir kırılma-ya karşın bu tarz bir kopmanın olmadığını, modernitenin tüm tacizlerine ve gönüllü modernistlerine rağmen İslam geleneğinin bünyevi dayanıklılığı sebebiyle geleneğin muhkem mevkilerde hayatiyetini ve direnişini sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Fakat, modernite ile gelenek arasında kuru-lan dikotominin bir benzerini din ile gelenek arasında kurmak zihinsel parçalanmayı ve sekülerleşme tehlikesini işaret eder. Bu sebeple geleneği ola-bildiğince doğru anlama, doğru tarif ve tasvir etme ve sahih bir konuma oturtma zarureti vardır. Buradan hareketle, bugün, geleneği nasıl doğru anla-mamız gerektiğini ortaya koymak bakımından “aura” sözcüğünün sağlayacağı imkandan yararlanmaya çalışacağız.

Gelenek bir dini auradır

İslam toplumlarında modern dönemlere kadar yaşam, dini bir aura içerisinde cereyan ediyordu ve dinin teorik ve pratik boyutlarıyla çepeçevre kuşattığı bu aura bize göre, bir bütün olarak bugün gelenek dediğimiz olguya karşılık geliyordu. Dolayısıyla, bugünkü bölünmüş, seküler zihinle ba-kınca dinden ayrı “beşeri/seküler” bir alan gibi görünen ve gelenek olarak tanımlanan ayrı bir alan yoktu. İnsan eliyle üretilmiş birikimi ifade etmek üzere kullanılan “temeddün” ve “medeniyet” kavramlarının bile “din” kavramıyla aynı kökten türetilmiş olmaları hiç tesadüfi değildir ve geleneksel kavrayışta “beşeri olan”ın da aslında “dini olan”a ait olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Bu bağlamda geleneğin ne olduğuna dair şöyle bir tespitle işe başlamak elimizi kolaylaştırabilir: Merkezinde Kur’an’ın yer aldığı; orjinini, vahyin tecessüm etmiş hali olan sünnetin oluşturduğu; ilk defa Medine’de Hz. Peygamberin etrafındaki İslam toplumunda teori ve pratiğiyle bir model olarak hayat bulan ve sonrasında bu modelin tüm İslam beldelerini ve tüm İslam toplumunu kuşattığı bir aura olarak düşünebiliriz geleneği. Oluşan bu aura, sonraki kuşaklara da aura olarak topyekun halde tevatüren tevarüs ettirilmiş ve her dönem ve kuşakta, ortaya çıkan ihtiyaç ve sorunlara aura içinde çözümler üreterek, kendi dinamikleriyle kendini yenileyerek hayatiyetini sürdürmüş, başlangıçtan geldiği noktaya kadar tarihsel ve zihinsel bütünlüğünü ve bütünsel tutarlılığını muhafaza ederek devamlılığını sürdürmüş, böylelikle orjinle bugün ve bugünle yarın aynı aura içinde adeta birleştirilmiştir. Yani daha özet olarak söylemek gerekirse gelenek; Kur’an, sünnet ve tüm tarihsel süreç içerisindeki icmalar, içtihadlar ile bütün sahih ilmi müktesebat ve pratiklerin oluşturduğu topye-kun “dini aura”yı ve bunun tevatüren ve tekamülen tevarüsünü ifade etmektedir. Bu tekamül, geleneğin kendi aurası içinde, kendi aklı, epistemolojisi ve paradigması ile kendini tecdid eden bir süreci içinde barındırmaktadır. Her şey uzun yüzyıllar boyunca bu aura içerisinde, bu devamlılıkla cereyan ettiği müddetçe İslam ümmeti varlığını ve hayatiyetini sorunsuz bir biçimde sürdürmekteyken, modern dönemlerle birlikte, modernitenin dışarıdan tahripkar müdahaleleri karşısında aura bozulmaya başlamış, bu bozulmayla beraber aura kendi dinamikleriyle kendini güncelleme ve yenileme kabiliyetini de yeterince koruyamamıştır. Böyle bir durum karşısında esasen yapılması gereken şey ne olmalıdır? Bizi biz yapan bu aurayı onararak yeniden işler hale getirmek mi yoksa bizi tamamen başkası haline dönüştürecek olan başka bir auraya geçmek mi? Böylelikle, aslında ortada, bizim aurayı bozmaya ve ele geçirmeye çalışan bir “modernite sorunu” söz konusuyken, maalesef zihniyet kaymasına uğrayan modernistlerin baskın söy-lemleriyle sorun bir “gelenek sorunu”na dönüştürülmüştür. Son iki-üç asırdır geleneğin, yeterli çözümleri üretemiyor olması geleneğin kendinden kay-naklı bir sorun değil, bizim geleneğin içinden bir çözüm aramayı terk etmiş olmamızdan, hayata ve meselelere artık kendi auramızın dışından bakıyor olmamızdan yani modernitenin bizi kuşatmış olması ve bizim modernite dışında bir auranın olamayacağına dair bir teslimiyetin içine düşmüş olma-mızdan kaynaklı bir sorundur. Bu sorunlara karşı üretilebilecek en doğru çözüm, geleneği, mantalitesi, dinamikleri ve mekanizmalarıyla işleyen bir sistem ve canlı bir aura olarak yeniden ihya (diriltme) ve inşa etmekten geçmektedir. Bunun için ilk başta sahih bir İslam aklına ve İslami zihne ihti-yaç vardır. Modernitenin üretmiş olduğu sorunlara modern zihin ve modern yöntemlerle çözüm üretmeye kalkışmak çözümü yanlış adreslerde aramak-tır. Modernistlerin yapmaya çalıştıkları da budur. Çünkü, oradan bakınca öyle görünmektedir; buradan bakmaya başladıkları gün böyle görmeye de başlayacaklar demektir.

Gelenek sünnet çizgisidir

Geleneği doğru anlamak ve doğru tanımlamak bakımından İslami literatürde, geleneğin ifade ettiği anlam bütünlüğünü karşılayan ya da gelene-ğe tam karşılık gelecek olan bize göre en doğru kavram “sünnet”tir. Sünnet kavramı; sadece Allah Rasulü’nden bize tevatüren aktarılarak gelen söz ve davranışları ifade etmekle kalmıyor, sözcük anlamındaki “yol, yöntem” karşılığına isnaden kendisinden sonraki kuşakların aynı çizgi üzerinde, aynı yol ve yöntemin, aynı mantalitenin, belki daha öz ifadeyle aynı paradigmanın içinde ürettikleri sahih ve hasen tüm yenilikleri de içine alıyor. “Kim güzel bir sünnet (sünnet-i hasene) başlatırsa, kendisine hem onun sevabı, hem de kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı verilir. Kim de kötü bir sünnet (sünnet-i seyyie) başlatırsa, hem onun günahı, hem de kıyamete kadar ona uyanların günahı kendisine yüklenir” hadisinde “men senne sünne-ten haseneten..” şeklinde geçen “senne” fiili yeni bir sünnet (âdet/an’ane) ihdas etmek anlamında İslam ümmeti için kullanılmış ve ihdas edilecek bu sünnetin de “sünneten haseneten” olması kaydı getirilmiştir. Bu hadisten sünnetin, “üsve-i hasene” olan Hz. peygamberden sonra da aynı zihin, aynı epistemolojik ve ontolojik kavrayışla “sünnet-i hasene” olarak üretilmeye devam etmesinin ve “seyyie” olanının ayıklanmasının teşvik edildiği, tecdi-din de sahih bir biçimde, sünnet çerçevesi içinde hem bir “yenilenme” hem de bir “ayıklanma” olarak devam etmesi gerektiği anlaşılmış oluyor. Dola-yısıyla, Hz. Peygamberin sünnetinin yanı sıra, İslam ümmetinin tarih boyunca ürettiği tüm sahih birikimin de sünnet kapsamının içerisine girmiş oldu-ğu sonucunu çıkarabiliyoruz. Buradan, Hz. Peygamber’le başlayan sünnetin/geleneğin, kuşaktan kuşağa “hasene” olanları bünyesine ekleyerek, seyyie olanları da ayıklayarak tevarüs ve tekamül ettiğini, sonraki kuşaklarda eklenen hasene’lerin (yeniliklerin) de sünnetin bir parçası olduğunu, dolayısıyla gelenek denilen auranın her daim kendini üreten ve yenileyen, eksik ve kusurlarını asgariye indirmiş rafine bir sistem olduğunu da tespit etmiş olmaktayız. Çünkü gelenek, kendi bünyesi içerisinde, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, meşru ile gayr-ı meşruyu, sahih ile gayr-ı sahihi, hasene ile seyyieyi ayıracak, ayrıştıracak mekanizmalara da sahiptir. Dolayısıyla gelenekten bize tevatüren bir şey tevarüs etmişse, bu şey her türlü denetim ve ayıklama mekanizmalarından başarıyla geçerek yani “sahih” sertifikası alarak bize ulaşmış demektir. Her dönemde ve her kuşakta, imbikten süzülür-cesine damıtılmış sahih yeni sünnetler ekleyerek, canlılığını (ihya) ve dinamizmini koruyarak varlığını sürdüren bir auradır gelenek. Bu aura içerisinde üretilen en son sahih bilginin en baştaki bilgiyle yani sünnetle (ve doğal olarak Kur’an’la), zihinsel bir süreklilik ve paradigmal bir bütünlük içinde bağlamsal bir birlikteliği vardır. Bu durumda, geleneğe mensup olmak ya da bugünkü durum itibarıyla geleneği savunmak da “sünnet ehli” olmak anlamına gelmektedir. Modern dünyada gelenekçi olmak, meselelere, Hz. Peygamberden bugüne damıtılarak gelen bir sistemsel düşünce bütünlüğü içerisinden, bir sünnet aurası içinden bakmak demektir. O halde gelenek dendiğinde bugün anlaşılması gereken; İslam’ın orta yolunu ve en meşru ana gövdesini oluşturan, sahih sünnet çizgisidir.  Geleneğin ne olduğuna dair bir tarife ulaşmaya çalışsak da sözümüz henüz bitmiş değil. Geleneği anla-mak için ne olduğu kadar ne olmadığını da anlamak önemli.

[email protected]