Hukukun vatanlaşması; anayasa

Cengiz Aydoğdu / Ak Parti Aksaray Milletvekili
18.03.2017

ANAYASALAR, milletlerin zihni ve fikri vatanıdır. Vatan toprakları üzerine inşa ettiğimiz zihni “gök kubbemiz”dir anayasalar. Yahya Kemal Bey’in o muhteşem söyleyişi ile ‘Kendi’ Gök Kubbemiz… Ve bu gök kubbeyi “bizim” kılan şey, herkesi kapsayacak bir şümulde inşa edilmesidir. Çünkü biz, bütün insanlığa hitap edebildiğimiz kadar kendimiz olan bir cevher taşıyoruz.


Hukukun vatanlaşması; anayasa

Milletlerin asıl “ana” vatanları, zihin ve fikir dünyalarını inşa eden itikadî esaslardır. Anavatan veya anayurt tabiri, bence, asıl bu kurucu itikadî atmosfere tekabül etmelidir. Çünkü milletler aslında bütün kanunlarını ama bilhassa anayasalarını içinde yaşadıkları bu zihnî anayurtlarının imkânları ile içinde yaşayacakları bir “gök kubbe” gibi kalplerinde inşa ederler. Öncelikle kalben millet olurlar. Çünkü yasaların tarihi-içtimai şuurdan beslenen öyle bir tarafları vardır ki milletler o tarafı kalplerinde inşa ederek orada tutarlar. Anadolu’nun kurucu babalarından Hacı Bayram-ı Veli’nin ansızın varıp, yapılırken gördüğü “Ben dahi bile yapıldım/ taş u toprak aresinde” dediği; yaparken kendinin de yapıldığı şey, işte bu zihin ve kalp anayasası; zihin ve kalp anayurdudur. 

Çadırın direği

Anayasaların temel ilkeleri, devletlerin çatısını ayakta tutan şeydir; o “kendi gök kubbemiz” diye isimlendirdiğimiz büyük milli otağın direğidir. Göçer kabilelerinde bir adet vardır; çadırın içinde bir kavga çıktığında hiç kimse çadırın direğine dokunmaz. Direği tutanlar kavgadan masun tutulur, onlara kimse ilişmez. Hatta direkte bir sarsıntı olursa herkes kavgayı bırakır ve bütün güçleriyle direği tutmaya koyulur. Türk Milleti, devletini ayakta tutan direği nasıl koruduğunu ve koruyacağını 15 Temmuz günü bütün dünyaya gösterdi. 15 Temmuz gecesi bu toprağın insanları kalben bir daha millet oldu.  Devleti kuran metinler bilhassa “devlete dair” olmaları itibarlarıyla milletten ayrı düşünülemez. Çünkü devlet dediğimiz vakıa, aslında milletlerin kendi kendilerini ifade tarzlarından başka bir şey değildir. Bir insan topluluğunu millet haline getiren belki de en esaslı gösterge “devlet” kuruculuğudur. Çünkü bir araya gelme sanatının en büyük ve nihaî eseridir devlet. Bu itibarla devletlerin kuruluş harcında insanların hatıraları, hayalleri, korkuları, ümitleri, iradeleri yani onları insan kılan ve bir milletin ferdi haline getiren aslî insanî ve neticeten içtimaî unsurlar vardır. Hafıza, kültür, tarih; kanunların asıl kaynakları arasındadır. Buradan hareketle Avrupa tarihinin “Avrupalı kanunlar”ın özünü teşkil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Devlet-i Aliye’den sonra bu topraklarda zinde bir Cumhuriyet kurduk. O büyük devletin kaybı ve yeni devletimizin kuruluş şartlarında çetin sınavlar verdik. Kaybımız da kazancımız da çok derin acılar ve sevinçler içinde gerçekleşti. Bizi Cumhuriyete getiren o binyıllık tarihi geleneğin üzerine yeni bir şeyler inşa etmek zarureti hasıl oldu. Bu zaruretin gölgesinde geç de olsa anladık ki, yeniden inşa etmek ancak mevcut geleneği bozmakla mümkündür. Geleneğin bozulması kırılan bir vazoya değil eriyen bir buza benzerdi ve biz yeni bir şeyler yapalım derken mevcut bin yıllık tarihi terekeyi tamamen kaybetmiştik. Tarihî maceramızın ihtişamı  düşünüldüğünde kaybettiğimiz gelenek, bizim için çok büyük bir kayıptı. Aslında sadece bizim için değil büyük tarihî geçmişe sahip her toplum için böyle bir kayıp, yıkım demektir. Gerçi böyle bir yeniden inşa ameliyesine bizden başka dünyada hiçbir toplum cüret edememiştir!

Bu büyük kaybın neticesi, acısı ve korkusu ile tarihsiz ve hafızasız bir toplum olarak kurtardığımız “istiklâl”e ve kurduğumuz “devlet”e sımsıkı sarıldık. Hatta çok fazla sıkı sarıldık. Ve o koruduğumuz, gözbebeğimiz gibi koruduğumuz “yeni” ve “genç” devletimizi kendi halkımıza karşı da korumaya aldık. Belki hiç farkında olmadık ama bir devletin canlı özünü yani kanunlarının ruhunu teşkil etmesi gereken “insan unsuru” tarihî, aslî değeri ve asliyeti ile yeni devletin epey uzağında kaldı.

Böylece binyıllık gelenek tersyüz oldu; artık bütün tarihî mirası ile millet yani hukuk, anane ve töre değil, kaybetmekten korktuğumuz “devlet” önceliğimiz hâline gelmişti.  Ne var ki hayatta kalmak için tercih ettiğimiz yol, yeni kurulan devleti, milletin tarihi macerasının uzağına düşürdü. Milli mücadele yıllarında ortaya koyduğumuz o muhteşem uğraşı bile sonradan yeni devletin kıvamında “tarih” haline getirebilmek için çok özel bir ameliyeye tâbi tutup “resmî bir kisve” giydirdik. Ortaya milletten uzak bir “kurtuluş savaşı” ve sonrası hikayesi çıktı. O büyük mücadeleyi dişiyle tırnağıyla millileştiren millet, bu sonradan inşa edilen kurtuluş ve kuruluş “mit”inin altında adeta ezildi. Bütün sevincine rağmen yeni devletini hep “yeni” gördü. Halbuki bütün çağrışımlarıyla devlet, milletin eliyle milli müktesebatın üzerine oturur; oturmalıdır da.

‘İyi vatandaş’

Türkiye 1920’lerde “milletin hakimiyeti meclisin üstünlüğü” ilkesi ile işe başladı. Cumhuriyete kadar öyle geldi. Lâkin Cumhuriyetin ilanından sonra nerdeyse günümüze kadar hem milletin hâkimiyeti hem de meclisin üstünlüğü ilkesinin hiçbir zaman tam anlamıyla hayata geçirilemediğini söyleyebiliriz. Cumhuriyet Türkiye’sinde millete hizmet değil onu ıslah düşüncesine sahip olan ve “Batılılaşma”yı gaye edinen bir kadro kendini devlet yerine koydu. Bu kadro adeta hizmet içi eğitim verir gibi “iyi vatandaş” yetiştirmek istedi. Bir de laiklik fikrinin yanlış tefsiri ve yanlış tatbiki eklenince ülkemizde tam anlamıyla “resmî müesseseler” ve“halk” iki ayrı dünyanın temsilcileri olarak ortaya çıkıp günümüze kadar hayatiyetlerini devam ettirdiler.

Sonra bu tezadın ortaya çıkardığı meseleleri bırakın çözmeyi daha tam olarak tespit dahi edemeden, İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarının icbarıyla demokrasiye geçtik. Ancak Demokrat Parti kadroları “müessese menşeli” olduğu için o halk ve resmî kurumlar tezadı demokrasiye rağmen devam etti. Bu yüzden 1950-60 arası maalesef bir demokrasi denemesinden öteye geçmedi. Kamu görevi -ama sınırları çok katı çizilen bir görev- verir gibi insanımıza demokrat olma görevi verdik. Fakat tabiatıyla olmadı. Evrensel anlamıyla demokrat olmak için henüz vakit vardı. Bugün mevcut anayasamızda önemli değişiklikler yaparken yaşadığımız güncel tartışmalar da aslında bu tezadın gölgesinde gerçekleşiyor.

Kavramların aslını ve asliyetini koruyamadan hiçbir meşru amaç için faydalı bir düşünce üretemeyiz. Temel kavram demokrasidir. Demokrasi genel anayasadır ve bütün anayasaların çözülmüş sırrıdır. Ayrıca son derece de sadedir. Demokrasinin temel şartı ve konusu hürriyetin tadını almış ve iradesini kullanabilen bir halk, hükümran bir devlet ve hukukun üstünlüğü içerisinde işleyen bir iktidardır.

Güçlü iktidar

İktidarsızlık demokrasinin ülküleri arasında değildir. Kamu düzeni dediğimiz şey, iktidar ve kanun hakimiyeti demektir. Hukukunu üstün tutamayan, kurallarını işletemeyen devlet sopaya sarılır. Aslolan kamu düzeninin hukuk ile tesis ve temin edilmesidir. Hukukun dışına çıkılarak temin edilen düzene demokrasi diyemeyiz. Bu itibarla demokrasi halkın tasvibini alan ve halka hesap veren iktidarların tesis ve temin ettiği hukuk düzenidir. Lâkin sağlam işleyen bir devlet düzeni, bütün sistemlerin olduğu gibi demokrasinin de devletin de olmazsa olmaz şarttır. Hukuku üstün tutabilmek için çok iyi işleyen güçlü bir iktidar gerekir. Ne var ki hukuku kuvvete kurban etmemek için kuvvetler dengesi ve kontrol mekanizmaları iyi işletilmelidir.

Öte yandan “kuvvetler ayrılığı” dediğimiz şey, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün olmazsa olmaz şartıdır. Ancak, kuvvetlerin hakikaten kuvvet olması, hukuka uymayanı uyduracak kararlılık, dirayet ve güçte olması, gözden kaçırılmaması gereken temel kurucu şartlar arasındadır.

Demokrasilerde sistemin ruhu, milletin değerler manzumesinden beslenir. Burada anlaşamaz isek hiçbir şeyi tartışamayız. Kaynağını milletten almayan hiç bir fikrî ve fiilî meşruiyet olamaz. Çünkü hakimiyetin sahibi millet ise şayet, bu hakimiyetin sosyal hayata intikali, milletin kendi kendini ifade ve temsil tarzından başka bir şey olmayan devlettir. Ve yasama-yürütme-yargıdan ibaret olan kuvvetler, hep birlikte devleti oluşturur. Devletin dayandığı meşruiyet ise millettedir.

Tam burada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; hem 1961 hem 1982 Anayasalarının temel endişesi halkın oyuyla oluşan yürütmeden duyulan korkudur. Bu korku, demokrasili yıllar boyunca Türk siyasetinin içinde yaşadığı atmosferi oluşturur. Devleti milletten de koruma endişesinin Anayasalara yansımış hali olan bir millet korkusudur. Her iki anayasada da milletin oylarıyla seçilenlerin yönetim sistemi içindeki yeri, açıkça vesayete tâbi olacak bir mevkide tespit edilmiştir. Hiçbir zaman yürütme halkın oyuyla tespit edilmemiştir. Yürütme erki, Türkiye’de hep inkılapçı bir vesayet imtiyazı olarak algılanmış ve  sandıktan çıkan seçilmiş siyasetin her zaman üzerinde olmuştur. Hatta bütün erkler, (yasama-yürütme-yargı) siyasetin sirayet edemeyeceği bir alanda inşa edilmiş ve kontrollü bir şekilde, bazı alanlar siyasete tahsis edilmiştir. Siyaset kendisine “tahsis” edilen o nötr alanların dışına çıkıp yönetime müdahil olmaya kalktığında, hemen “zinde güçler” harekete geçmiş ve milletten gelebilecek “rejim”e müdahale tehlikesi bertaraf edilmiştir. Milletin en tabi hakkı olan hakimiyet hakkını kullanmasını “karşı devrim” olarak niteleyip hemen eli tabancasına giden bir vesayet tahakkümünü sarsabilmek için Ak Partili 2000’li yılları beklemek gerekmiştir. (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat bu “eli tabancasında” müdahalelerden sadece birkaçıdır)  Bu çarpıklığı tespit edip, çarpıklık olarak kabul etmez isek demokrasiye dair hiçbir konuyu sağlıklı bir zeminde konuşamayız. Önümüzdeki günlerde yönetim sistemimize dair Anayasa’mızda yapacağımız temel bir tercihi halkın tasvibine sunacağız. Hakimiyetin “bilâkayd ü şart” millette olduğunu yeniden ve hiç unutmamacasına hatırlamanın ve hatırlatmanın yapılacak referandumun temel şartı olduğunu “aşikar bir sır” olarak kalbimizde tutacağız. Bileceğiz ve bildireceğiz ki, demokrasilerde hakimiyet milletindir ve millet bu hakkını kendi seçtiği evlâd-ı vatan eliyle kullanır. Millet ile hakimiyeti arasına millete rağmen hiçbir vesayetçi kurum giremez. Girmeye kalkarsa; bu hatayı yine ve ancak millet düzeltebilir. 

[email protected]