İslamcılık ve zamanın ruhu

Ercan Yıldırım / Yazar
13.05.2017

İslamcılar yüklerinden arınıp, her daim sözü edilen “kendimize ait yol”u inşa etmek daha da önemlisi iktidarı sürdürmek istiyorsa zamanın ruhu’nu vaktinde okumalı. İktidar, ‘zamanın ruhu’nu yakalamaktan; bize özgü yolu inşa etmek ‘zamanın ruhu’na karşı durmaktan geçer!


İslamcılık ve zamanın ruhu

Dünya sistemi kabuk değiştireceği zaman kriz çıkartır; krizler dünya sisteminin yeni bir aşamaya geçeceğinin göstergesidir. Aynı zamanda kapitalist erk sahiplerinin rahatsızlıklarını da krizlerle anlayabilirsiniz. Şikayetler, düşen gelirler, artan iktidarlar, egemenlik hakkını kullanamayan otoriter yönetimler, yine şirketlere devredilen demokratik idareler, iyiden iyiye izzet-i nefs barındıran idarecilerin kıpırdanmalarına da neden olur. Bu sefer biraz farklı... Neoliberalizmin 1970’lerde dünyada etkinliğini artırmasıyla birlikte kapitalizm çevreye açılmaya başladı.

Çevre ülkeler, çevredeki sadece sömürülmeye alışkın, sadece kaynakları çalınan ve karşılığında hiçbir meta alamayan kesimler şirketlerin ilgisine mazhar oldu. Ulus-devletlerin kaprisleri, ağır maliyetleri, refah devleti politikaları mal, kar temerküzünü azalttığı için, şirketler kendilerini dışarı açtı, çevredeki fakir-fukara, sömürülmeye alışmış, üç kuruşa deli gibi çalışacak, biraz konfor, asgari tüketim ile kapitalizmi uçuracak kitleler tam da umulanı verdi; küresel şirketler, küresel güç haline geldi.

Neoliberalizmin düşüşü

Zamanla ulus devletlerin rahatsızlığı katlandı; ekonomi iktidar demektir. Egemenlik iktisadı elinde tutmakla olur. Kim paraya sahipse erk, güç odur. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, liberal dünya sisteminin artık “tarihin sonu”nu getirmesi gerçekten tarihin sonunu getirmedi... Kapitalist dünya sistemi mutlak güç olmasına güç ama ya uluslar? Onlar ikinci dereceye düşüp “milli sınırlar” tehlikeye girince, bu sefer daha büyük kavgaların fitili ateşlenmeye başladı.

Kıta Avrupası’ndan tutun da ABD’ye, Çin ve Japonya’ya kadar “milli karakter”in devlete sahip olma imkanı neredeyse tükenecek boyuta geldi.

Neoliberal anlayış bir açıdan “rahatsızlar”ı rahatlattı ama bu sefer çevredeki rahatsızların yerini “merkez”deki rahatsızlar almaya başladı. Rahatsız merkez iktidarını kurmak için ipleri eline almanın gayreti içine girdi.

Neoliberalizm merkezden, ulus devletlerden ekonomik ayrıcalığı alınca egemenliği kullanacak ipler ellerinden çıktı. Ulus devletler bugün sadece egemenlik değil aynı zamanda ulusal sınırlarını muhafaza etmenin mücadelesini veriyor. Neoliberalizm zaman, mekan, coğrafya ayırt etmeden her yere gidip, dünyanın her bir köşesinden üretim yapabiliyor, kârına kâr katabiliyor. Küreselleşme, şirket egemenliği uzakları yakın ederken çevredeki rahatsızların gözlerini de açtı. Savaşlar, çatışmalar, neoliberalizmin tüketim ve konforla göz boyayan ama gerçekte fakir ile zengin arasındaki farkı katmer katmer açan karakteri, çevredekilerin “yer değiştirmesi”ni beraberinde getirdi.

Şirketler küreselleşme ile dünyaya yayılmıştı, dünyadaki fakirler ve ezilmişler bu sefer merkeze yürümeye, göç etmeye başladı. Küresel kapitalizm için artık Batı medeniyetinin mutlaklığı muğlaklığa dönüştü, kimin nerede yaşayacağı sorun olmaktan çıktı. Merkez çevreye dağılmıştı, şimdilerde çevre merkeze yığılır oldu. Batı medeniyeti küreselleşmeyi kendi evinde yaşadıkça ortalığı velveleye verdi. Irkçılık, mülteci düşmanlığı, İslam karşıtlığı, yabancı düşmanlığı... AB projesinin sarsıntıya girmesi neoliberalizmin çatırdadığını da gösteriyor.

Zaten neoliberal akımı Anglo-saksonlar, başta İngiltere ve ABD başlatmış, dünyayı zorlamıştı. Brexit sadece AB ile ilgili bir tasarruf değil aynı zamanda Anglo-saksonların yeni dünya sisteminin, konseptinin bir sonucu. Neoliberalizm dünyada, merkez ülkelerde en azından siyasal kimliğiyle ortadan kalkıyor; tekçi, otoriter, baskıcı karakteri bu sefer tekrar AB sonrası konjonktüründe yürürlüğe giriyor.

Sonuçta dünya değişir, merkez ülkeler yeni bir doktrini daha çöpe atarken biz neoliberal siyasetten yüz çevirsek bile iktisadi anlayışının zirvesindeyiz; Türkiye bununla nereye kadar gider, bu doktrinle büyük olmayı başarabilir mi, tartışılması gereken tam da budur!

Türkiye cephesi

Türkiye’de neoliberal siyasallık, çevrenin merkeze yürüyüşü, şirketleşme ile birlikte gerçekleşti. Müslüman, dindar, muhafazakar iş sahipleri kendilerine verilen imkanı iyi değerlendirip neoliberal iktisadın kurallarının hepsini İslamileştirerek kullanmayı başardı. İslami bankacılık, sigortacılık, faizin kâr payı ile “meşrulaştırılması” sağlandı; sonuçta siyasal manada kamusal alana da geçip, oranın iplerini eline aldı. Sosyal devlet politikalarıyla zengin-fakir arasındaki farkın açılmasından ziyade fakirliği dizginleyen Türkiye, zaman içinde neoliberalizmin karakteri olan aşırı zenginleşme ve aşırı fakirleşmeyi, tüketim ve konfor standartlarının yükselmesine bağlı olarak da engelleyemedi.

Neoliberal siyaset, Gezi sonrasında, hendek savaşlarıyla sona erdi; Türkiye Avrupa ile eş zamanlı olarak siyasi yönelimini “yerli ve milli” adı altında içe kapanmacı hale getirip aynen kıta Avrupası gibi entegrasyon politikalarını reddetti. Neoliberal İslamcılık da siyaset de yerini “güçlü devlet” mantığına bıraktı. Türkiye mülteciler konusunda esnek davranırken Batı göçlerden, göçmenlerden korktu, egemenlik imkanını neoliberal elitler, baronlar ve şirketlere değil gariban çevredekilere yöneltti; tabi buna İslamofobiyi de ekledi.

Türkiye ise neoliberal siyasallıkta çevreden gelenlere tahammül göstermeme kararı aldı; 80’lerde ortaya çıkan yönelimleri etnik, mezhep, sivil toplum, muhalif damarları kesmeye niyetlendi. Buna belki biraz Trump etkisiyle “İslami kesim”i de ekledi... Fakat İslamcılık/İslamcılar bu sırada bekleneni hiç bir zaman veremedi. Neoliberal siyasetin de ekonominin de İslami olmadığını görmek istemediler; neoliberalizm İslamcılara iktidar imkanı verdiği için...

Oysa AVM’lerde kara kömür ocaklarında çalışan işçilerden daha ağır çalışma ortamı kurulmasına ses etmesi gerekenler İslamcılardı...

Ya da tüketim ve sosyal yardımlarla zenginleşmenin ve fakirleşmenin sosyal depresyonu artıracak boyutlara gelmesine... olmadı, yapılmadı.

Avrupa-Batı, artık neoliberal siyaset gibi neoliberal iktisadı da sorgulamaya başladı. Eşitsizlikle mücadele edilmeli, yüksek gelirleri adil vergilendirmeye tabi tutmalı, daha iyi eğitim, daha iyi çalışma koşulları ve çalışanların şirketlere aktif ve adil katılımını sağlamalı... diyorlar.

Bugün neoliberal iktisadın en ağır koşullarını Türkiye yaşıyor, küresel sermayenin yatırım yapmasına bağlı bir siyasi ve iktisadi kurgumuz var; bunun yıkılmasından korkuyoruz. Fakat bu ülkenin İslami birikimi, Müslüman kimliğinin zedelenmemesi, gelecekte nesillerimizin Türkiye’de İslam’ı referans gösteremeyecek hale gelmemesi için bu adaleti ayaklar altına alan ekonomik nizamın bir an önce terk edilmesi gerekir. Kaldı ki Batı bunu yürürlüğe koydu bile!

Zaten bizim gibi geç modernleşen ülkeler, dünya sistemini her zaman yirmi yıl geriden takip eder; bu sefer kendimize özgü olanı ikame için erkenden tedbir almamız elzem.

İslamcılığın tam sırasıdır esasında. Dünyadaki konjonktürün tesiri bir tarafa, İslami olanı dile getirecek şartlar bu atmosferde rahatlıkla izah edilebilir. Fakat burada devreye İslamcılık değil, İslamcılar giriyor, İslami bir dönüşümden ilk önce kim korkuyor acaba?

Dünya hayatı, ideolojiler, küresel medeniyetin “her günkülüğü” aslında olmayanların yüceltilmesiyle varlık alanını genişletiyor. “Her günkülük” bayağılaşmanın karşılığı değil tam tersine özel bir varoluş alanını kuşatıyor, öyle ki insan ile dünya arasındaki irtibatı kurarken her gün olup biten açmazların birer eşik olduğu zehabıyla yaşıyoruz.

Her güne, her günün yeni bir tanım getiren karakterine öyle muhtaç, öyle bağımlıyız ki günlerin ve dünyanın bir anlık sıradanlığı karşısında korku ve kaygıya kapılıyoruz.

İslamcıların yol haritası

Dünya boş bıraktığında, ontiğin kendini ontolojik olanda manalandırdığı durumda derin boşluklara düşüyoruz. Çünkü insan dünyadır; çünkü insandan bağımsız bir dünya yoktur; çünkü iyiliğin ve ahlakın kendiliğini sere serpe gösteren bir dünya bulunmuyor.

Kapitalizmin hitap ettiği duyguların hepsi dünyanın temel çatkısı, insan bu denklemin dışına itildiğinde varoluş kaygısı çekiyor. Her günkülüğün sıradanlaştırması karşısında hiçbir zaman kendi boşluğunun duvarına çarpmıyor; tam tersi dünyanın ve dünya sisteminin kenarına iliştirildiğinde travma yaşıyor, benliğini her günkü ile doğrulamak için çırpındıkça çırpınıyor.

Neoliberal dünya sistemi Müslümanlara, tüm insanlığa hitap etme imkanı verdi; ne onu devşirip yeniden üretip milletin karşısına çıkma ne de olduğu gibi alıp “biz daha iyisini yaparız”, “hazır işleyen bir kapitalist iktisat var Batı onu çarçur etmesin biz işletiriz” deme lüksümüz. Hatta Müslüman adını kullandığımız için meşruiyetimiz var.

Neoliberalizm eleştirisi ve karşıtlığıyla dünya ve insanlık arasına derin bir yarık açma, boşluk bırakma imkanına sahipti Müslümanlar, İslamcılar. Olmadı, İslamcılar ve Müslümanlar kendilerini dünya şartlarına alıştırmaktan sakındıracak dinlerinin çağrısını, ontolojik iklimlerinin esintisini görmezden geldi. Kapitalizm dışı bir dünyanın varlığını denklemden çıkardıkları gibi konjonktürün her günkülüğünü takip edemeyecek acziyete düştüler.

Türkiye’de İslamcılara, dindarlara meyil gösteren geniş millet varlığı artık neoliberal iktisadın etkisiyle orta-alt sınıf kategorisinde bile büyük bir yalnızlığa, yoksulluğa geçiş yapıyor. İktidar ile bu orta–alt sınıflar arasındaki yarık derinleşip genişliyor. Bu gerçeği görmek mümkün değilse en azından kıta Avrupası’nın, Anglo-saksonların yeni bir dünya kurduğunu izleyerek erkenden tedbir almak gerekir.

İslamcılar yüklerinden arınıp, her daim sözü edilen “kendimize ait yol”u inşa etmek daha da önemlisi iktidarı sürdürmek istiyorsa “zamanın ruhu”nu vaktinde okumalı. İktidar zamanın ruhunu yakalamaktan; bize özgü yolu inşa etmek zamanın ruhuna karşı durmaktan geçer!

[email protected]