Kaşıkçı’dan başka kurban kim?

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu Üyesi
20.10.2018

Sorunun özünden kaçamazsınız Bay Trump; ‘küre’niz bozuldu, içinden yayılan kanser Washington Post yazarı bir gazeteci üzerinden aslında ABD’yi ve sizi de vurdu. ‘Küre’nin kaderiyle ilgili karar vermeniz gerekiyor, sonuçta bu kendi yaratığınız bir canavar. Önümüzdeki günlerde ‘küre’nin kendi mimarlarını birer birer nasıl kurban aldığını göreceğiz.


Kaşıkçı’dan başka kurban kim?

Bir başka yazımızda Kaşıkçı hadisesinin giderek kaosun hâkim olduğu, neredeyse Hobbesianlaşan uluslararası politikanın sık ağaçlarının gölgesinde karanlıkta kaldığını yazmıştık. Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla bu karanlık köşenin üzerindeki gölge nispetten aydınlandı ve ortaya çıkan tüm ihtimaller, bir Hollywood filminin içindeymişizcesine kolayca tarif edilen planlı cinayet/kaçırılma/kaçırılırken öldürme senaryolarının ayrıntıları tüylerimizi diken diken ediyor. Tüm bu çığlıklar, testere, ölüm timi, bekleyen nişanlı, müzik eşliğinde katliam detayları ürpermeden bir adamın son dakikaları hakkında düşünmemizi imkansızlaştırıyor. Doğal olarak olayın sahnelendiği mekânı da uzun bir süre ürpererek hatırlayacağız: Sözün özü; çürüyen bir şeyler var Suudi Krallığı’nda. Bu yazının kaleme alındığı 17 Ekim sabahı genel kanı, uluslararası medyadan hatta Riyad’a yakınlığı bilinen gazeteci/akademisyen/düşünce kuruluşu üyelerinden gelen sinyaller, Kaşıkçının akıbetini soran, deliller ortaya koyan, soruşturma başlatan Türkiye’nin iddialarına cevap veremeyen Suudi Krallığı’nın olay için bir günah keçisi aradığı yönündeydi.

Derin Riyad meselesi

Oysa yine sinyallerden ve uzun süredir perde arkasında kalan Baba Kral’ın (Salman bin Abdülaziz) sahneye çıkıp Türkiye’ye son derece sıcak mesajlar göndermesinden anlıyoruz ki, kanlı cinayetin dehşeti ile sarsılan uluslararası kamuoyunun önüne sadece küçük başlar -Suudi Arabistan’ın karanlık/haydut elementleri olarak- atılmayacak. Her şeyi derin Riyad’a bağlayan cevap, Riyad’ın aynı anda hem zayıf bir devlet olduğunu (yani her an her yerden karanlık unsurlar çıkabilir) hem de müthiş bir otoriterlikle yönetildiğini (yani Kraliyetin en üstünün bilmediği çok az şey olabilir) bilenler için ancak yarı tatminkâr olabilir. O yüzden başta Körfez’in gerçek bilgi küpü İngilizler olmak üzere Batılı kuruşlar birer birer suçlayıcı parmaklarını Muhammed Bin Salman’a (MBS) doğru döndürüyorlar. Trajikomik bir durum gerçekten. Şimdi sallanan bu parmaklara ait eller çok kısa bir süre önce Körfez’de Batılı, reformist, gülümseyen bir prensin yükselişini alkışlıyorlardı. Üstelik Prensin hikayesi o günde de yansıtıldığı kadar aydınlık değildi. Batılı gazeteler, 5 Yıldızlı otellerde işkence ile paraları ceplerinden alınan kraliyet mensuplarının hikayelerini “neydiler ne-oldular” tarzı bir hicivsellik, “omlet yapmak için birkaç Suudi prensi kırılmış çok mu” tarzı bir kolaycılıkla yazıyordu. Bu kadar kolay geçiştirilemeyecek Yemen’de bombalanan ve öldürülen çocuklar hikayesi ise basında pek yer bulmuyor, bulduğunda da jeopolitik gerçekliğe (İran-Suudi Arabistan /İran-Küre kapışması) kurban edilen bir ülke öyküsüne dönüştürülerek oluk oluk akan kırmızı kan aklanıyordu. Bugün birdenbire demokrasinin, kadınlara yukarıdan bir emirle araba kullanma hakkı tanımaktan daha öte bir şey olduğu keşfediliyor. Uluslararası haber portallarına bağlanan bölge ve Suudi Arabistan uzmanları Veliaht Selman’ın sadece otoriter değil aynı zamanda ılımlı İslam’a geçit tanımayan bir fundamentalist olduğunu söylüyorlar. Sanki kurulduğu günden beri Prens Selman’lı Riyad’la birlikte Küre kardeşliğinin parçası olan Sisi Mısır’ı ılımlı İslam seçeneğini, Müslüman Kardeşleri ve İslami partilerin demokrasi içerisinde tecrübe kazanarak evirilebileceği bir siyasi atmosferi herkesin gözü önünde kanla ve açlıkla boğmamış gibi. Tüm bu resme bakınca Kaşıkçı’nın yürek parçalayan yazgısının bugün Suudi Arabistan’ı köşeye sıkıştırmak için büyük bir kararlılıkla kullanılmasının bazı nedenleri olduğunu ister istemez düşünüyoruz.

Neden 1- Suudi Arabistan artık daha güvenilmez bir ülke: Trump yönetiminde ‘küre koalisyonu’nu tahayyül edenler arasında başta tam bir fikir birliği yoktu. Çünkü Trump’ın İran karşıtı tavrı çok netti ama Rusya karşısında ne tavır takınacağı tam bilinmiyordu. 15 Temmuz sonrası ABD Türkiye’yi bölge hesaplarına bir türlü oturtamıyor, PYD-PKK yani zayıf aktör merkezli siyasetin riskleri ara ara Washington’da dillendiriliyordu. Sonra tüm hesapların merkezine, “İsrail’i bölgede 1 numara yapıp tüm sorunlardan kurtulalım” diyenler oturdu. İsrail; Rusya’yı Suriye’de ABD ile pazarlığa ikna edebilir, İran ve Hizbullah’ı yenebilir, PKK ile iyi geçinir, 2009’dan beri ne hikmetse elinde kalan doğal gazın ucunu göstererek Kıbrıs ve Yunanistan’ın ağzını sulandırır, içecek suyu olmadan silahı olan ama bir türlü kullanmayan Mısır ile petrol parasıyla aldıkları suyu petrolden ürettikleri elektrikle buz gibi yapan sonra da petrol parasıyla alınan değerli kadehlerde içen, yani petrollerini sürekli tüketip darbe korkusuyla silahlarını yabancıların eline bırakan Körfez’i kontrol edebilirdi. Aslında “İsrail’in tüm bu politikaları aynı anda sürdürebileceği bir gücü var mı?” diye kimse sormadı. Gücün abartılmasıyla, kapasitelerin sınırsızca zorlanmasıyla ilgili eleştiri yapanlar İsrail, -mış gibi (örneğin bölgesel hegemonmuş gibi) yaparken ses soluk çıkarmadılar. Hem değil mi ki Tel-Aviv’in arkasında ABD vardı, İsrail’in gücünün yetmediği yerde devreye giriverirdi. Bu politikanın sakatlığı, aslında gerçek bir politika gibi görünüp gerçeklikten yoksun oluşu, hatta İsrail’in güvenliği aleyhine üretebileceği sonuçlar, örneğin İran’ın Rusya ve Türkiye ile yakınlaşması, örneğin Moskova ile Tel Aviv’in arasının nane-limonlaşması, örneğin AB’nin nükleer meselede İran’ı desteklemek için direnmesi hep göz ardı edildi. Bu yarı körlüğün en önemli nedeni ise İsrail’in hiçbir şeyi başaramasa da ‘küre kardeşliği’nin hegemonu olmayı başarmasıdır. Bu başarının yolunun da; zayıf tutulan, özellikle zayıf olması için içindeki tüm muhalif seslerin bastırılıp susturulduğu Mısır ve Körfez’den geçtiği artık daha açık. Bu nedenle İsrail odaklı ‘küre kardeşliği’nin tohumlarının atılmasıyla Prens Selman’ın iktidara içerideki direnişe rağmen taşınması, işkence ve kaçırılma söylentilerine rağmen bol sıfırlı silah anlaşmalarına imza atılması ve en nihayetinde Veliaht Selman’ın bol reytingli/tirajlı program/röportajlarla parlatılması aynı döneme denk gelir. Bu arada Riyad içerisinde bu Batı’nın gökten zembille indirdiği prens karakterinden memnun olmayanlar, bir uygun anı beklemeye başladı. Ancak sadece bir taht kavgası memnuniyetsizliğinin söz konusu olmadığı, Suudi Arabistan’ın İslam dünyasında büründüğü yalnızlaşan imajından da memnuniyetsizlik duyanların var olduğu İKÖ’nün Kudüs meselesini konuştuğu İstanbul Zirvesi’nin öncesinde, sonrasında duyulan kısık ama çatlak seslerden anlaşıldı. Son birkaç ayda görüldü ki, ‘küre siyaseti’; güçsüz, bölünmüş, Suriye’de etkisi sınırlanmış ve hem Kudüs hem Yemen hadisesi üzerinden İslam dünyasında giderek eleştirilen Riyad’ı başarı hikayesi olarak sunmakta giderek zorlanacak. Riyad’ın güçsüzlüğü daha çok dilendirildikçe, muhtemelen hem hırslı prensin hem prense yol vermek isteyenlerin hem de “Prens gitsin ‘küre’ devam etsin” diyenlerin kulakları açıldı, kalpleri kara cesaretle doldu, Kaşıkçı’yı ve Riyad’ı aynı anda felakete sürükleyen bir cesaretlendirme, kullanma, tuzağa düşürme zinciri yaşandı.

Prens delirdi mi?

Neden 2- Prens Selman delirdi mi?: Tam da bu noktada yaşanan bir gelişme, koltuğu bırakmak istemeyip Kaşıkçı’nın hayaletinin intikamından kaçmak isteyen Prens’in yaptığı stratejik bir hata, ‘küre’yi güçsüz, çökmekte olan devletlerle doldurmanın ne demek olduğunu, ‘küre’ mimarı ABD’ye hatırlattı. Suudi Arabistan’ın güçsüz, bölünmüş ve İslam dünyasında yalnızlaşmış bırakılması sadece İsrail için önemli değil. Bildiğimiz gibi, küresel enerji piyasaları üzerinde demir pençesini korumak zorunda olan ABD, Riyad’ın müthiş rezerv kapasitesini ve petro-dolarlarına güvenip kendi kafasına göre politika yapmasını kesinlikle istemiyor. ABD’ye siyasi bekasını reformist gülücüklerle bağlayan bir prens de bu nedenle ABD’nin tabii ki işine geliyordu. Ancak Kaşıkçı’nın hayaletinden ABD yardımı ile kurtulamayacağını görünce Prens Selman, düşünülmez olanı yaptı ve hemen sonra geri adım atacağı bir tehdidi savurmaktan geri durmadı. ABD’de Trump yönetimi hem Kongre ve Senato’da hem de uluslararası alanda BM ve AB gibi kurumlarca Riyad’a yaptırım uygulaması konusunda sıkıştırılıyor, sosyal medyada Trump’ın “Olanlar hoşuma gitmiyor ama milyarlarca dolarlık silah anlaşmalarını iptal edemem” videosu utanç verici etiketiyle dolaşıyordu. İşte tam bu sırada Suudi Arabistan yaptırıma yaptırımla karşılık vereceğini ve petrol fiyatını 200 dolar seviyesine çıkaracağını açıklayıverdi. Hamlet ile başladık, Macbeth ile devam edelim. Bu savrulan tehdidin karşılığı Leydi Macbeth’in delirme anıdır. Suudi Arabistan ve ABD ilişkisindeki temel ne Suudi Arabistan’ın iştahla aldığı ve Yemen gibi mecralarda hoyratça harcadığı silahlar ne radikal gruplara ABD’den bağımsız ya da ABD ile birlikte bir verip bir vermediği destektir. ABD-Riyad ilişkilerinin temeli Riyad’ın enerji arz güvenliğini ve piyasalar/ABD için uygun fiyatı daima garanti eden ülke oluşudur.

Evangelist hayaller

ABD gerek monarşi üzerindeki gücüne gerekse sattığı/satacağı silahlara güvendiğinden Suudi Arabistan’ı bu konumda tutmakta hiç zorlanmaz. Ancak elbette sonuçta kontrol etmek istediğiniz güç başkasına ait ve Suudiler de kimi zaman kendi hırslarına kapılabiliyor ya da bugün iddia edildiği gibi başkasının (BAE) hırslarını üstlenebiliyor. 1970’lerde Körfez yine böyle hırslı bir trendin içindeydi, uygulanan OPEC petrol ambargosu kâbusu hala hatıralarda. Hatırlarsınız o günlerde Türkiye Eurovizyon’a Petrol şarkısı ile katılıyor ve şarkının videosunda dönemin Batılı lüks sembol arabası, Mercedes’i bildiğiniz eski düzenin atları (sanırız deve olması daha uygun olurdu) çekiyordu. İşte geçtiğimiz günlerde Batı ve ABD ekonomisini bu tür bir tehditle sınamaya karar verdi Prens Selman. Ve birileri bu tehdidin bir çılgınlık olduğunu fark ederek hemen geri çekti ama söylenen söylenmiş oldu. ABD’de durumu takip edenler bugünkü enerji piyasası koşullarında Riyad’ın ABD üzerinde böyle bir tehdit gücü olmadığını zaten biliyordu ama vahşet-tehdit-cinayet hattında amaç gerçekten caydırıcılık, gözdağı, Türkiye’yi güçlü olduğu yerden vurmak ise bunu kesinlikle başaramayan, kendi siyasi varlığını tehlikeye atan Riyad, ABD’yi gerçekleştiremeyeceği bir tehdit ile tehdit etmeyi başardı. Küre ittifakı için müthiş bir son doğrusu. Her ne kadar, bugün Riyad’dakiler böyle bir şey olmamış gibi davransalar da Washington’dakiler duymamış gibi görünseler de herkes ‘küre’nin sapır sapır döküldüğünü, tehdit edenin tehdit edildiğini biliyor. Eh, kendisine yakın adamları suikast timi haline getirip, aslında arası hiç iyi olmayan bir ülkedeki kendi konsolosluğunda bir muhalif gazeteciyi öldürmeye göndermek bu tür çılgın prens portresine de uyuyor. O yüzden, hikayemizin Lady Macbeth’i, Prens Selman, eli, yüzü kanlı sahnenin ortasında ışıkların altında bırakıldı ancak unutmayalım Macbeth’in hikayesi sadece Lady Macbeth’in çılgınlığından ibaret değildir.

Neden 3- Dün küre ittifakı başarısızdı, bugün ise birbirini yiyor: ‘Küre kardeşliği’nin yanlış, hatalı bir stratejik nedensellik üzerine oturduğunu, ‘küre’nin yıldızı İsrail için bile isteneni üretemeyeceğini bu yazımızın başında da başka yazılarımızda da defalarca belirttik. Yapılan en önemli hatalardan birisi, ‘küre’ye basılan ellerin çok korkutucu olduğunun düşünülmesi ve hedef aldığı ülkelerde direncin kırılacağının hesaplanmasıydı. Her ne kadar bugün duyduğumuz onca kanlı hikâyeden sonra ‘küre’ Alacakaranlık kuşağından bir nesne halini aldıysa da istediği caydırıcı etkiyi bir türlü yaratamadı. Aslında ‘küre’ mimarları, Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Güney Kıbrıs vb. üyelerin hem kendi içlerinde (zayıf ekonomiler, yolsuzluk, bozuk sivil-asker ilişkisi, muhaliflere verilen idam cezaları, infazlar, taht kavgaları vs.) hem de savunma ve güvenlik alanında çok kırılgan ve zayıf olduğunu biliyorlar hatta bunu tercih ediyorlardı. Ama zayıflıkların bölgesel düzeyde İsrail, küresel düzeyde ABD’nin mucizevi eliyle örtüleceğini, dik dik baktıkları herkesin korkup teslim olacağını umuyorlardı (ne Evangelist hayaller, ne Evangelist hayaller). Küre, İran’ın belli bir direnç göstereceğini tahmin ediyordu ama daha Trump anlaşmadan çekilmeden yapılan planlarda İran ekonomisini boğup İran’ı bölgede yalnızlaştırmak vardı. Katar, Türkiye ve Rusya’nın bir şekilde -çoğunlukla zorlama, tehdit, maksimalist talepler yoluyla ve neredeyse hiçbir şey vermeden- ikna edilebileceğini düşünüyorlardı. Oysa daha başlangıçta Katar ambargosu denemesi aslında ‘küre’ye direncin sanıldığından fazla olduğunu ve Küre’nin sanıldığından daha da güçsüz olduğunu (Katar’ın LNG politikası, Türkiye’nin yoğurdu, İran’ın domatesinin yarattığı psikolojik etki ‘küre’ ambargosunu savuşturmuştu) gösterdi. Nasıl başlarsa öyle gider; o günden sonra her başarısız ‘küre’ hamlesinde Prens Selman ve Muhammed bin Zayid’in hırslı ve bölücü politikalarını suçlamak adet oldu. Tabii aslında, bu ikili Körfez’in gücünü bölerek işlevlerini yerine getirdi. ‘Küre’nin başarısızlığı, Prens Selman’ın, Muhammed bin Zayid’in, Sisi’nin başarısızlıklarının çok ötesindedir. Küre, bölgesel politikayı doğru okuyamadı. Katar ve İran konusunda yanılmakla kalmadı, Türkiye ve Rusya konusunda da yanıldı. Ankara ve Moskova direnmekle kalmadı, yavaş yavaş netleşen -özellikle de İdlib Anlaşması’nın takvime uygun bir biçimde işlemesinden anlayacağımız üzere- bir ‘küre’ karşıtı hattı, bir ‘karşı küre’yi oluşturmaya başladılar. Bizim ‘küre’mizin öyle Armegoddoncu, doğa üstü bir hikayesi yok. Mantığı realist bir sebep-sonuç ilişkisine dayanıyor: “Tehdit dengelenir”. Hele ki bu tehdit her başarısızlığında çılgın liderler hikayesine sığınıyorsa, dengeleme sadece elzem değil, politikanın sağduyusunu/düzeni korumanın tek yoludur.

‘Kötü adam’ın ilanı

‘Küre’nin başarısızlığı, Kaşıkçı hadisesi üzerinden başka bir boyuta taşındı. Aynı Yemen, Kuzey Irak, Doğu Akdeniz-Kıbrıs, Suriye’de olduğu gibi Kaşıkçı’nın ortadan kaldırılması ‘küre’ adına istenilen bir sonucu üretmedi (Prens Selman’ın iktidarını güçlendirmesi, Türkiye’nin sıkıştırılması). Ancak bundan öte sorular (Riyad içi bir darbeyle mi karşı karşıyayız? ABD/ Muhammed bin Zayid/İsrail başarısız olacak bir operasyonu mu cesaretlendirdi? Trump, Kasım seçimleri öncesi, gafil mi avlandı? Türkiye’ye yönelik hibrit bir saldırı olduğu açık olan bu operasyon nasıl ‘küre’nin eline yüzüne bulaştı?) sormamız, başarısızlığın getirdiği maliyet ile çılgın liderler sendromunun getirdiği iç huzursuzluk ve rekabetin ‘küre’ içi bölünmeyi başlattığını gösteriyor. Kısaca ‘küre’ bozulmuş gözüküyor ve bunu ABD de görüyor.

Önümüzdeki günlerde ABD’nin Kaşıkçı hadisesi üzerinden bozuk ‘küre’ sorunu ele almasını bekleyebiliriz. Trump’ı -her şey çok yolunda gider gözükürken- korkunç bir tercihler silsilesi bekliyor. Hissiyatımız odur ki, Trump, şu anda adını bile zor söyleyebildiği bir gazeteci yüzünden başı belaya girdiği için öfkeli, sorunu mümkün olduğunca ötelemeye çalışacak. Türkiye ile beraber çalışıyoruz diyecek; kötü adamlar Kaşıkçı’yı ortadan kaldırdı diyecek (belki Prens Selman’ı ‘kötü adam’ olarak ilan ediliverir); hadiseden çok üzgünüm diyecek; ama Suudi Arabistan’dan da vazgeçmemeye çalışacak. Sorunun özünden kaçamazsınız Bay Trump; ‘küre’niz bozuldu, içinden yayılan kanser Washington Post yazarı bir gazeteci üzerinden aslında ABD’yi ve sizi de vurdu. ‘Küre’nin kaderiyle ilgili karar vermeniz gerekiyor, sonuçta bu kendi yaratığınız canavar. Sözü bitirirken bir kıssadan hisse de Prens Selman gibi iktidarını ABD’yi takip etmekte bulanlara çıkartalım. Belki ilk başarısızlığınızda değil, belki ikinci başarısızlığınızda değil ama üçüncü başarısızlığında devrilmeye hazır olun. Kısaca önümüzdeki günlerde ‘küre’nin kendi mimarlarını birer birer nasıl kurban aldığını göreceğiz.

@nursinguney