Kerim devletin gölgesinde din-devlet ilişkileri

Ercan Yıldırım / Yazar
16.09.2017

Bugün için tarikat ve cemaat çevrelerine en büyük eleştiri tüm İslam tarihi boyunca, tasavvuf ekollerinin doğuşundan bu yana getirilenin hatta sufiliğin ontolojisinin tam tersi şeklindedir; dünyaya aşırı batma, para ve makam peşinde koşma, küfür ehli ile Müslümanlar arasındaki çizgiyi sık sık ihlal etme...


Kerim devletin gölgesinde din-devlet ilişkileri

Tasavvuf, Müslümanların Emevi dönemindeki fetih anlayışını Abbasilerle birlikte terk edip medeniyet aşamasına geçmesiyle ortaya çıktı. Maddi birikimlerin belirlediği ahlakı, debdebeli, şaşaalı hayatı, sistemi, konformizmi eleştiren Müslümanlar zühdü, takvayı öne çekerek yine medeniyet içinde yeni bir İslami yorum getirdiler. 

Tasavvufun kaynağı hakkındaki tartışmalar bir yana Türklerin tasavvufla ilişkisi çok daha doğrudan ve dini anlayışlarıyla iç içey-di. Gaza kültürü, Anadolu’nun İslamlaştırılması, yeni yurt arayışı esnasında İslam, Türklerin gündelik hayatından siyasal, iktisadi kültürlerine kadar her alanda belirleyici konumdaydı. 

Öyle ki tasavvuf bu süreçte Türkler için Anadolu’da birliği sağlamada, farklı boy, soy yapılarının millet aşamasına gelmesinde fetihlerle “gönülleri inşa” sürecinde, gazanın bir yaşam biçimini almasında, İslam’ı bütünüyle gaza telakkisiyle bütünleştirmede önde gelen saiklerden oldu. 

Kolonizatör Türk dervişleri, Ahilik, gazi-sufilik kitlelerin İslamlaştırılmasında, fetihlere karşı ön hazırlık esnasında çok etkili oldu. Elbette sufi yapılarla kurucu gaza beyleri yani otorite arasında çok sıkı bir uyum, birliktelik hatta aynılık vardı; çünkü hala vatan-laştırmanın getirdiği beka kaygısı herkesi bir arada tutabiliyor, sıkı işbirlikleri geliştirmeyi zorunlu kılıyordu... Bir iktidar kavgasına girişilmesi için konjonktür müsait değildi, evvela ortak düşmanı safdışı etmek gerekiyordu. Öyle de oldu. 

Kurucu tasavvuf

Kurucu dönemde tasavvufun, tarikatların siyasi otoriteyle sıkı ilişkisi hatta birlikteliği sonraki aşamalarda tarafların kendi alanları-na çekilmesine kadar vardı. Osmanlı devletinin kurulmasından sonra da tarikatlar ve siyasal otorite arasında yine birbirini tehdit görecek gelişmeler yaşanmadı. Müşterek zihin uyumlu çalışıyordu, kurucu ve inşacı dinamikler hala bir arada yaşamaya ve yaşatmaya odaklıydı... Öyle ki Anadolu’da hayli etkili olan Bayramiye ekolü, Hacı Bayram-ı Veli aynı zamanda İstanbul’un fethi-ne binlerce müridi gönderiyor, Emir Sultan gaza ve cihad uğruna mücadele veriyordu. 

Kuruluş dönemi sufiliği bir bütün halinde Anadolu’da yepyeni bir vatanı ve haliyle milleti inşa eden ilkeleri, zihniyeti belirlemişti. Zaten evvelde de var olan vahdet-i vücud’un sistemleşmesi, Mevlana’nın sözleri, Yunus Emre’nin vurguları kısmen Nakşiliğin misyonu Moğol-Haçlı istilacılığını, kuruluştaki kargaşayı, iç çatışmaları, gayrı İslami yönelimleri bertaraf edecek, birliği, beraberli-ği, bütünlüğü öne çıkaracak müşterek kaderi belirginleştirecek tesirlerde bulundu. Yunus’un “Kuru idik yaş olduk/ kanatlandık kuş olduk/ birbirimize eş olduk/ uçtuk elhamdülillah” sözleri bu süreci mükemmel şekilde ifade eder. 

Kuruluş döneminde imparatorluk aşamasındaki karşıtlıklar neredeyse yoktur, şeriat ile sufilik, kalem ile hâl, uhreviyetle dünyevi-lik, tekke-medrese-halk-devlet İslam’ı gibi tartışmalar, ayrışmalar net ve keskin değildir. 

İmparatorluk aşamasıyla birlikte “kurum”lar ortaya çıkmaya, belirginleşmeye, iktidar mücadelesi kızışmaya başladı. Tasavvuf ile medrese çatışması daha net hale gelirken devlet örgütlenmesi içinde kalemiye, seyfiye, idareci sınıf kendi özerk alanlarını sıkı-laştırma, yaygınlaştırma çabasına girdi. 

Sufi hareket bu aşamada dallarına ayrılmaya başladı, artık tarikatlar da birer “kurum”a dönüşmeye inşa döneminin atmosferi ve ruhundan çıkıp “ihya” döneminin imkanlarını kullanmaya girişti. Haliyle Türklerin erken dönem sufiliği ile İmparatorluk, medeni-yet kompartımanındaki metafizik, sufilik, tarikat algısı farklılaşmaya hatta birbirini nakzedecek düzeye geldi. Ahilik mesela gaza kültürünü yaşatırken aynı zamanda devlet olmanın getirdiği “standartları” uygulayan, kalite, dürüstlük, İslami gündelik yaşamı organize eden karakteriyle dönemin portresini çıkarabildi. 

İmparatorlukta tasfiye ve tesviye

İmparatorluk beraberinde konformizmi getirdi, sufilik de varolanları koruma peşinde farklı kollara, yönelimlere girdi yeni metod-lar geliştirdi, kendi etki alanını tahkim etmeye girişti. Heterodoks sufilik, Kadızadelik, vehhabilik Osmanlı’da ciddi isyanlar gerçek-leştirdi. 

Osmanlı yönetim anlayışı gittikçe merkezileşir, otorite kendini öteki özerk alanların üstüne çıkarırken çevredeki unsurlar “dini kılıf” altında hareketlenmeye başladı. Sınıfsal, etnik, sosyal ve elbette iktisadi bu dini isyanlar devlet varlığını öne çıkardı, devlet otori-tesini kurmak için Celaliliğin her türünü ezdi geçti. 

Bu aşamadan sonra tasavvufun kendisi, modern yönelimler ve devlet sürekli “tasfiye” fikriyle hareket etmeye başladı. 

Devlet isyankar sufileri ve güç odaklarını, tarikatlar kendi etki alanını daraltan öteki dini yapıları, bürokrat, siyasetçi, medrese ehlini, modern İslam düşüncesi geleneksel ve zararlı gördüğü geleneksel İslam düşüncesini ve tarikatları tasfiyeye girişti. 

Klasik dönemde sosyalleşme, dini eğitim, gündelik hayatın organizasyonu, iletişim, arınma... kavgadan, dünyalıklardan, nefret ve kin duygularından uzaklaşma tasavvufun, tekkelerin fonksiyonlarının başında gelir. Sufilik kesinlikle dünyadan el etek çekme gibi görülmez; uzlet, halvet, itikaf mutlak değil dönemliktir, ihtiyaca binaen yani. 

Elbette tarikatların, tekkelerin varolabilmesi için yönetimle, siyasi alanla ilişkiler hem de sıkı ilişkiler geliştirmesi elzemdir. Siyasi idarenin de halkı bir anlamda yönetebilmesi için tekkelere çok ciddi ihtiyacının olduğu belli olmuştu. Klasik dönemde tekkeler halkın sadece dini ihtiyaçlarını değil idarenin siyasi otoritesini sağlamada tesiri olmuş, bilhassa Eşari kaderciliği etrafında sıkı bir meşruiyet sahası kurulmuştu. Öyle ki II. Mahmud batılılaşmanın getirdiği yenilikleri kabul ettirebilmek için dindarlığa başvurmuş, modernleşmenin tabana yayılmasında geleneksel kurumlar ve dini söylemler yüksek dozda kullanılmıştır. 

Tasavvufa, tarikatlara, sufilere yönelik eleştiriler erken dönemlerden itibaren çok sert biçimde yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Raks, sema, müzik, post, simgeler, giyim–kuşam, zikir, rabıta gibi konular klasik dönemlerde tarikat çevrelerini eleştiri için kulla-nılıyordu... Modernleşmeyle birlikte eleştirilerin mahiyeti değişmeye başladı. Çağdaş İslam düşüncesi Batı karşısında yenilginin sebebi olarak tarihi İslam’ı, geleneksel din anlayışını ve tarikatları gördü. İtikadi, sosyal, iktisadi yönlerden, modern ve kapitalist ilişki biçimlerinden yergiler getirildi. Tarikatların dünyayı unuttuğunu, ahireti önemsediğini, tembelliği, miskinliği yaygınlaştırdığı-nı, tevekkül, kaza ve kaderin, iradeyi, sorumluluk duygusunu öldürmesi nedeni ile batışı getirdiğini öne sürdüler. 

Hatta 19. asır sufileri içinden tekkelerin kapatılmasını benzer nedenlerle isteyenler bile oldu. Çok tuhaf bugün için tarikat ve ce-maat çevrelerine en büyük eleştiri tüm İslam tarihi boyunca, tasavvuf ekollerinin doğuşundan bu yana getirilenin hatta sufiliğin ontolojisinin tam tersi şeklindedir; dünyaya aşırı batma, para ve makam peşinde koşma, küfür ehli ile Müslümanlar arasındaki çizgiyi sık sık ihlal etme... Esasında günümüz konjonktüründe hem geleneksel hem modern hem de bugünkü postmodern-milli-yerli dönem tarikat eleştirilerinin hepsi anlamını, kuvvetini, geçerliliğini yitirdi. Öyle bir hercümerç, o derece vurdumduymaz, sorumsuz ve pervasız ki İslam alemi eleştirinin, sıgaya çekmenin, otokritik yapmanın bir manası da kalmadı!

Kerim devlet ve tasfiyeler 

Bizdeki din devlet ilişkilerine bakıldığında dikkat edilmesi gereken belli başlıklar var. Bunların başında devletin ya da dini akımla-rın temsil ettiği zihniyetler değil toplamda İslam tarihini teslim alan zihniyet dünyası. Sonra yine bizdeki devlet anlayışıyla özerk yapıların mücadelesi... Modernleşme daha da özelde Cumhuriyet idaresinin dine bakışı ile İslam’ın ve devletin kurucu kimliği... Halkın dini inancıyla elitlerin beyin kıvrımları... Bütün bu etkenler devlet organizmasını, din algısını belirliyor. 

Bizde devlet kerim niteliğiyle vardır. Devlet ebed müddet, ya devlet başa ya kuzgun leşe, nizam-ı alem, ila’yı kelimetullah kav-ramları dini yapıların, havassın, avamın, askerin vazgeçilmez ilkeleri arasındadır. Devlet Allah’ın yeryüzündeki görüntülerinden biridir, haliyle devlet alır, devlet verir, yükseltir, düşürür, yol açar, yol keser... Fakat mutlaka hangi ideolojiye bürünürse bürünsün, hangi elitler egemen olursa olsun öncelik devlettedir. Devlet güçlü olursa millet de güçlü olur inancı hiyerarşiyi belirler. Burada ilkin belirtmeli ki din Türkler için vazgeçilmez önemdedir. 

İslamsız bir devlet bizde mümkün görülmez. Kemalistler dahi İslam’ı gözden çıkarmayı düşünmediler fakat dini, dini yapıları, aktif din anlayışlarını kontrol ve yönlendirmeyi de kendilerine bir hak gördüler. İslamcıların eleştirilerini Cumhuriyet idaresi de reformlarını temellendirmek ve araçsallaştırmaktan çekinmedi; kendilerinin “gerçek İslam”ı getirdiklerini öne sürdüler. Bu açıdan dini bir tasfiye aracı olarak kullandılar. 

Çağdaş İslam düşüncesi geleneksel İslam’ı tasfiye etmekle yükselebileceğimizi savunurken benzer yaklaşım kendini Cumhuri-yet elitinde de gösterdi, fakat onlar sadece geleneksel İslam’ı değil aynı zamanda “kerim devlet” kapsamında, Malazgirt sonra-sında oluşan “büyük müesses nizam”ın temel omurgasını yani İslam, Türk, ehli sünnet ve gazayı da tasfiye etmeye, ayrıştırma-ya, etkisizleştirmeye kalktılar. 

Fransız laikliğinin yolundan gidip İslam’ı, müessese manasında dışarıda tutmadılar ama laik düşünceyi yerleştirmek için dini kurumları devletleştirmeyi tercih ettiler. Devlet, küçük müesses nizam olan Kemalizm, dini yapılar, asker ve öteki elitler yeni bir İslam anlayışı için çatışırken en masumu “halk İslam”ı oldu. Bizi bugünlere de zaten o derinden derine akan halk İslam’ı, “yaşa-yan İslam” getirdi. 

İmparatorluk sonrasında yeni devletin kuruluşu esnasında kurucu kimliğe girme kavgasını laikler kazansa da dindarlar, İslamcı-lar kaybetmedi. Fakat modernleşme maceramızın başlangıcından Meşrutiyet dönemine Kemalizmin inşasından 27 Mayıs son-rasında temelleri atılan din anlayışına kadarki dönemlerin hepsi bizim kadim din–devlet ilişkilerimizin, İslam düşüncemizin, Türk kimliğimizin dışında ve karşısında gelişti. Mesele dini yapılar, devlet, küçük müesses nizam değil inşa edilen din anlayışıdır. Mesele devletin organizasyonu içinde kurumların ve İslam’ın ne şekilde yer aldığıdır. 

Diyanet ve cemaatler

Cumhuriyet idaresi Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurarken Şeyhülislamlıktan farklı bir yol takip etti, kurum devletin herhangi bir kurumu olarak ihdas edildi. Böylece din anlayışı, ekoller, halkın yönelimi belirli tarzda kontrol ve yönlendirmelere müsait oldu. 

Diyanet, Türkiye’de laikliğin bir şekilde halk seviyesinde geçerli ve meşru hale gelmesi için kullanıldı. Bu anlamda kurumun görevleri arasında yer alan halkı yanlış din anlayışlarına karşı ikaz ve doğruyu gösterme misyonu çok anlamlı olarak önemli görevler üstlendi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dini boşluğu tamamlayıp tamamlamadığı, yeterliliği tartışılabilir. Fakat zaten kuru-luşunda İslami düşüncenin tamamını kapsamayan yetkileri, hukuk ve eğitimde kesinlikle yer almayacak olması Diyanet’in öze-linde Türkiye’deki din anlayışının niteliğini gösterir. 

Din–devlet ilişkilerine bakılınca devletin ya da küçük müesses nizam olan Kemalizmin dini yapıları kontrol, halk İslam’ını dönüş-türme, İslami düşünceyi tam da dünya sisteminin gidişatına bağlı olarak topallaştırma eğilimlerinin hayata geçirildiği gözlenir. Klasik dönemden farklı olarak modernleşme evresinde devreye dünya sistemi de girdi, pek çok yapıyı büyük güçler etkiledi, etkilemeye devam ediyor. 27 Mayısçıların kurduğu statükoda devletin yapılanması büyük oranda değişti. Haliyle Amerikan dün-ya sisteminin dini meşrulaştırma aracı görerek hoşgörü gösteren yöntemi silsilesi, meşruiyeti, tarihi temelleri olmayan yepyeni cemaatlerin doğmasına, din anlayışlarının oluşmasına, mesiyanik temelin merkeze yerleşmesine neden oldu. 

Siyasi irade de, tarikat ve cemaatler de, Diyanet de bu statükoya uydu. Artık din devlet ilişkilerinde yeni ve çok güçlü bir aktör olarak dünya sistemi devreye girdi. Diyanet’in aynen siyasi irade gibi bu öncesi olmayan hüdayinabit dini yapılara bakışı olum-layıcı şekilde kaldı. Onların söylemlerini inşa etmelerine, “devletin-milletin camileri”nde müsaade edildi; mesiyanik, kaderci, bireyin özgür iradesini arka plana iten yapının kendini tahkim ederek “kerim devlet”i ele geçirmeye çalışan siyasi ve uluslararası ilişkiler ağının parçası olması engellenemedi. 

Bundan sonra ne yapılabilir?

Bu saatten sonra çok ciddi adımlar atılarak başta din anlayışımız, dini yapılar, devlet organizasyonu yeni baştan düzenlenebilir. Düne kadar din işlerini dini yapıların eline verme tezinin iflas ettiği, pratikte görüldüğünden başta Diyanet İşleri Başkanlığı, din–devlet ilişkileri yeniden düzenlenebilir. 2019 düzeni aynı zamanda devletin, din-devlet ilişkilerinin, kurumların “kendi alanlarına çekilmesi”, yepyeni ve tarihi perspektifte yeniden organize edilmesi imkanını ve fırsatını veriyor. 2019 düzeninde öncelikle dev-letin yeniden tanımlanması, hiyerarşisinin yeniden düzenlenmesi, kadim güçlü devlet şekline gelmesi, “büyük müesses nizam”ı yani İslam, Türk, ehli sünnet, gaza etkisini hayata geçirmesi gerekir. Fakat Cumhuriyet elitinin yaptığı gibi İslam’ı fonda değil hücrelerde görerek... 

Devletle birlikte devlete temas eden tüm özerk alanların, dini yapıların, sivil toplum kuruluşlarının, hasılı kamunun yeniden yerli yerine oturtulması mühim. Diyanet İşleri öncülüğünde dini sahanın tanımlanması, din hizmetlerinin neler olduğu, nasıl yürütüle-ceği, hangi aktörlerin yer alacağı kararlaştırılmalıdır. Din hizmetleri için para toplamadan, kurban, zekat gibi ibadetlerin “bağış-lanması”na, cami, Kur’an Kursları ve kürsülerin özelleştirilmeden Diyanet’in uhdesinde kalmasına, namaz, bayram, sahur vakit-lerinin inisiyatiflere izin verilmeden belirlenmesine kadar pek çok “teorik ve pratik” meselenin ilmi düzlemde çözümlenmesi gerekir. Pek çok dini yapıda da görüldüğü üzere, toplantılara “Peygamberimizin teşrif ettiği”, “rüya” vasıtasıyla görüşmeler yapıl-dığı gibi hususlar yine vaazlarda, hutbelerde açığa kavuşturulmalı. 

Bugün 27 Mayısçıların yol verdiği dini yapılar kült, mesiyanik zihin, kadercilik ile devlet ve kamuda özerk alanlar kurmak isterken kadim büyük müesses nizamımızı, devlet işleyişini güçten düşürüyor. 

Biz Türkler tasavvufu kendimizden bildik, hayatımızın merkezine yerleştirdik, bütünüyle yok sayamayız. Bu nedenle en başa Anadolu’nun İslamlaşması sürecindeki tasavvuf anlayışına, vatan ve millet inşasındaki canhıraş azme, kardeşliğe, fütüvvete, gaza ruhuna... varlık, evren felsefemizi oluşturan vahdet-i vücud’un bugünkü yorumlarına... sağlam ve kurumları yerli yerinde bir devlete... kendi ikbalini milletinin ve vatanının gerisinde gören bireye... bütün bunların da ötesinde ehli sünnet içinde aklı, istişa-reyi, bireysel iradeyi, özgürlüğü öne çıkaran, yaptığımız hataları ilahi görme fırsatçılığındaki kaza ve kader anlayışının dışında gelişen Hanefi-Maturidi yorumu, Cumhuriyet idaresinin Türk Müslümanlığı projesine varmadan, yenilememiz, günümüze uyar-lamamız gerekir. 

 @Ercnyldrm1