Kültürümüze muttali olamayanların 'iktidarı'

Murat Güzel / Yazar
14.04.2018

Ortak anlayış ve kültür ne bir proje ne bir dayatma ne de bir taleptir. O Türk halkının bu topraklarda yüzlerce yıl süren macerasından, uzun, sancılı ve kavgalı yaşamından, ittifak, çatışma ve mücadelelerinden bugüne kalandır. Bu ortak anlayış ve kültüre dışarlıklı olsa bile muttali olamayanların “kültürel iktidar” denen habis meymenetsizliğe gönül indirmelerine de bu yüzden aldırmamak gerekir.


Kültürümüze muttali olamayanların 'iktidarı'

28 Şubat postmodern darbesinin ertesi yılı İstanbul’da Cihangir’e yakın edebiyat mahfillerinde duyduğum bir dedikoduydu bu. Sosyalist, ama yine de Türkiye kamuoyunun tamamına yayınladığı kitaplarla hitap edebilen bir yayınevi, ilk kitabıyla sükse kazanmış bir Kürt kadın şairin şiir kitaplarını basmaya başlamıştı. Aynı yayınevinin çıkardığı Defter dergisinde de hem teorik hem edebi yazılar ve ürünler yer alıyordu. Kitaplarıyla en baştan beri o yayınevinde yer alan başka bir kadın şair fısıldamıştı o dedikoduyu kulağıma: Yayınevinin sahibi ve yöneticileri Kürt şairleri parlatmaya uğraşıyordu. Peki niye? Şiirleri iyi ve parlatıl-maya değer olduğu için mi, yoksa bu şairler hem sosyalist hem de daha önemlisi Kürt olduğu için mi? Dedikoduyu kulağıma fısıldayan şair ikinci şıkkı düşünmeye daha çok meyyaldi. Zaten kendisi de sonradan kitaplarını sözünü ettiği o yayınevinden çekerek başka bir yayınevine transfer olmuştu. Bana kalırsa, Kürt kadın şairin o kitapları, o yayınevinde içerdikleri şiirlerin nitel hususiyetleri bakımından basılmayı hak ediyordu, ama dedikoduyu kulağıma fısıldayan kadın şairin zikrettiği ikinci Kürt şair için aynı şeyi söyleyemezdim. Öte yandan, tahminlerime uygun bir şekilde, o ‘yetersiz’ erkek şair de kayboldu gitti. Buraya kadar yazıyı “bir” dedikodu üstünden sürdürdüğümün farkındayım. Eh, sol ayetullahımız Murat Belge’nin modern Türk şiiri üstüne yazdığı son kitabıyla açtığı kapıdan geçmek bize niye haram olsun ki? Üstelik aktardığım dedikodu tam da ‘kültürel iktidar’ denen meymenetsizliğin nasıl şekillendirildiğini görmemize imkan tanıyan ipuçlarını bize verebilecek ‘gerçek’ bir örnek.

Deleuze’cü minör politika

Benzer bir sorun, kurucu iki isminden ilki, yani ‘fikir babası’ Murat Belge olan İletişim yayınlarında da yaşanıyordu aslında. Yayınevinin kurulmasına katkı sağlayan diğer isim, yani ‘para babası’ ise ‘kızıl milyarder’ olarak anılan ve geçtiğimiz yıl tutuklanan Osman Kavala’ydı. Belge, sosyalist çevrelerde Kemalizm eleştirileriyle temayüz etmişti, yayınevinin katalogunda da Kemalist döneme ilişkin eleştirel kitaplar ağırlıklı bir yer tutuyordu. Normaldi elbette bu durum, sonuçta kurulu düzene muhalefetin bir ucu da bu düzenin ideolojik-tarihsel köklerine değmeliydi. Ama her nedense bu yayınevi de ısrarla sözde Ermeni soykırımı, gadre uğramış Alevilik ve etnik Kürt milliyetçiliği temalı kitaplara Kemalizm eleştirisi taşıyan kitapların yanında yer veriyor; kimbilir belki de böylelikle sözümona Deleuze’cü minör (azınlıkçı) politikaları sürdürdüklerini sanıyorlardı. Sözümona diyorum çünkü aslında Deleuze ismi bu yayınevinin kitapları arasında sadece -toprağı bol olsun- Ulus Baker’in kitaplarındaydı. Ulus Baker’in Aşındırma Denemeleri’nde yer alan ve doğrudan azınlıkçı politikaları konu edinen yazının da Elif Şafak’la birlikte kaleme alındığını vurgulayayım ki Sezar’ın hakkı Sezar’ı bulsun.

Ya da yayınevinin tutumunda belirginleşen araz belki de ‘kurucu’larından kaynaklanan Helsinki’cilikle açıklanabilirdi. Helsinki Yurttaşlar Birliği adı verilen inisiyatifin Türkiye’de tanınan en önemli iki isminden biri Murat Belge’ydi, diğeri de Ali Bulaç. Bu noktada hatırlatmam elbette yersiz ve gereksiz: Gerek yayınevi gerekse Birikim dergisi çoktan Marksizmi, hatta 1980’lerin ikinci yarısında bir ara benimser gibi göründüğü Laclau ve Mouffe ile anılan post-Marksizmi geride bırakmış, yine sözümona “ahlakçı bir sosyalizm” ortaya çıkartmanın peşine düşmüştü. Yayınevinin 1983’te kuruluşundan bu yana belki de değişmeyen bir gündemi işaret eden azınlıkçılığa meyilli tutumunun, Kemalizm eleştirisinin devamında düşünülmesi de mümkündü elbette. Ancak bu durumda bile doğrudan Kemalizm’le hiçbir ilgisi olmayan geniş halk kütlelerini de zan altında bırakan bir tutumu (sözde Ermeni soykırımı iddialarının savunulmasında bunu çok iyi gözlemleriz) benimsetmeye çalışan bir yayın politikasının bana kalırsa sırf tarihsel hataların vicdanen tazmini gibi görece ahlakçı bir saikle ifa edildiğini düşünmek fazlaca safdillilik olurdu. Diğer yandan ‘iktisadi sorun’un yayınevi politikasında ilk başlarda önemsenmesine karşın tam da Marksist anlamıyla merkezi olma niteliğini artık yitirdiğini, yayınevinin katalogundaki kitap içeriklerinin yıllar içindeki değişiminden anlayabildiğimiz kadarıyla diğer toplumsal sorunlardan bir sorun olma statüsüne indirgendiğini de görüyorduk. Yayınevinin politikalarındaki bu değişim 12 Eylül rejiminin ‘iktisadi sorun’u tamamen ‘kültürel bir kimlik sorunu’na evirme çabasıyla da koşuttu. Marx’ın sözleriyle “katı olan her şeyi buharlaştıran” süreçler, bir zamanlar Marksist eleştirmen kimlikleriyle tebarüz edenlerin o ideolojik kimliklerini de aşındırmayı başarmıştı.

MESAM örneği

Yayın dünyasında yaşanan bu durumlara benzer durumlara diğer alanlarda da rast gelmek imkan dahilinde. Sözgelimi akta-racağımız şu sözler Ocak ayı başlarında Türkiye Musiki Eser Sahipleri Meslek Birliği Başkanlığı’ndan (MESAM) istifa eden Or-han Gencebay’a ait: “MESAM, etnik köken ve inanç üzerinden örgütlenerek faaliyette bulunulacak veya ele geçirilecek bir kurum değildir. ‘Benim adamlarım’ veya ‘Bize oy verecekler’ gibi söylemleri kabul etmem mümkün değildir.” Gencebay, istifa dilekçesinde ‘adil bir yönetim anlayışının ortaya konulması, hesap sorulması ve hesap verilmesi’ istemlerinin yönetim kurulunda oy çoğunluğuyla reddedilmesini gerekçe göstermişti. Gencebay’ın “adam kayırmacılık, grupçuluk, sayısal üstünlükçülük”le itham ettiği yönetim kurulu üyelerinin kimliği de “kültürel iktidar”ın biçimlenme tarzlarını ortaya koymaya yetiyordu. Yeri gelmişken geçtiğimiz ay Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından MESAM Yönetim Kurulu Başkanı Arif Sağ ve yönetiminin yerine Yavuz Bingöl başkanlığında bir kayyım heyeti atanmıştı.

İslami sinema olabilir mi?

Sinema alanında İhsan Kabil’in !f ve benzeri film festivalleriyle ilgili yazısı sonrası 2012’de yaşanan medyatik tartışmada da benzeri ilişkiler ağının ortaya çıktığını görmüştük. Hatta bir ‘İslami sinema’ olabilirmiş gibi -ki bu ‘İslami’ nitelendirmesinin bile Avrupamerkezci farklılaştırmacı tınıyı yansıladığını fark etmemek için epey çaba sarf etmek gerekir!- “İslami Sinema’nın çok ciddi bir kriz içinde olduğu, uzun süredir içinde bulunduğu duraklama devrinin artık gerileme evresine dönüştüğü ve yakın gelecekte de çöküş devrinin yaşanacağı kanısındayım” şeklinde Nostradamusvari kehanetler ileri sürenlere de rastlanmıştı o tartışmalar esnasında. Gerek müzik gerekse sinema alanlarında ‘dışarlıklı’, sadece ‘dinleyen’ ve ‘seyreden’ biri, bu dışarlılık sebebine istinaden anlaşılacağı üzere sıradan bir beğeni sahibi olduğum için bu alanlarla ilgili örnekleri o alanlardaki iktidar süreçlerine doğrudan dahil olan isimler arasında çıkan tartışmalardan seçmek durumunda kaldım. Yani bu konuda benden bir dedi-kodu duymayı bekliyorsanız maalesef yok. Belge’liğim bu kadar!

Şiir ve sosyal teori alanlarından verdiğimiz ilk iki örneğe nazaran müzik ve sinema alanlarındaki ‘kültürel iktidar’ın şekillenişinin daha açık ve daha doğrudan, daha nobran olduğu da fark edilir. Şiir ve sosyal teori alanlarında deyim yerindeyse ‘satır araları’na sıkıştırılan Avrupamerkezci ve alabildiğine sinsi aparatlara ihtiyaç duyulması, bu alanların ‘yüksek kültür’e ait olma-sının etkisinin yanısıra bu alanlarda madunların nobran iktidar uygulamalarına öteden beri bağışıklık kesbetmiş olmalarına da bağlanabilir. O kadar görmezden gelmeye, üstlerini çizmeye uğraşmalarına rağmen ne Necip Fazıl Kısakürek’i ne Sezai Karakoç’u ne de Cahit Zarifoğlu’nu ve onların kalıcı etkilerini modern Türk şiirinden tamamen dışlayıp elimine etmeyi başaramamıştır sözgelimi bu iktidar. Çünkü şiirde iktidarın asliliği esere dayanır, imzaya değil. Sinema ve müzik gibi daha çok popüler kültürle içli dışlı olan, trendlerin kolayca değişebildiği, tüketim kültürüyle haşır neşir ve bir şekilde şiire ve sosyal teoriye nazaran hem mali külfeti hem de getirisi yüksek alanlarda ahbap-çavuş ilişkilerinin parsa paylaşımını kontrol amaçlı organizasyonuna ağırlık verildiği görülür. En son örneğini Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filminde gördüğümüz üzere film dağıtım ağlarını, dolayısıyla gişe gelirlerini de kontrol edebilen bir mekanizmadan bahsediyoruz. Gerçi 1980’li yılların bir yandan boğuk diğer yandan da cilalı atmosferinde ‘Bir Atıf Yılmaz filmi’ denerek sinema piyasasına sürülen ve entelektüel bunalımları konu edinen filmler gibi dene-yimlerin başarısızlığından sonra bu ve buna benzer bütün mekanizmaların oluşturulmasında bahsi geçen yapıların, uluslararası ilişkilerini de devreye sokarak epey emek sarf ettiğini de belirtmeliyiz.

Bütün bu tartışmalar ve örneklerin varıp varabileceği yer, “kültürel iktidar” dediğimiz habaset ve meynemetsizliğin (başka bir deyişle obskürantizmin), iktidarının bilincine gayet vakıf ve gayet de pervasız olduğunu göstermeye yeter. Cahilin cesur olmasıyla herhangi bir bakımdan bir bağını kuramayacağımız bu pervasızlığın kendini gösterme şekli, “ortak anlayış ve kültür”e ve dolayısıyla onun en temel bileşenlerini teşkil ettiği düşünülen dinselliğe amansız düşman oluşudur. Toplumsal anlamda ortak anlayış ve kültürü bayağı sayan bakış açılarının özellikle dini konularda kendilerini eğitmeye meyletmemelerine de bu sebeple alışık olmamız gerekir. ‘Kültürel iktidar’ın taşıyıcı araç ve aparatlarının dini konulardaki bilgisizliklerinden ‘utanmak’ bir yana, bu bilgisizlikleriyle gönendiklerini de söyleyebiliriz. Oysa zaten biliyoruz ki ortak anlayış ve kültür ne bir proje ne bir dayatma ne de bir taleptir. O Türk halkının bu topraklarda yüzlerce yıl süren macerasından, uzun, sancılı ve kavgalı yaşamından, ittifak, çatışma ve mücadelerinden bugüne kalandır. Bu ortak anlayış ve kültüre dışarlıklı olsa bile muttali olamayanların “kültürel iktidar” denen habis meymenetsizliğe gönül indirmelerine de bu yüzden aldırmamak gerekir.

@uzakkoku