Muhammed bin Selman’ın iktidar yürüyüşü ve Ortadoğu

Abdullah Erboğa / SETA, araştırmacı
11.11.2017

Geçtiğimiz haftadan itibaren Suudi Arabistan’da yaşananlar uluslararası arenada büyük yankı uyandırdı.


Muhammed bin Selman’ın  iktidar yürüyüşü ve Ortadoğu

Krallığın alışılagelmiş düzeninde görülmeyen davranışlar ortaya çıkmaya başladı ve yeni bir düzene doğru gidildiği çok net bir şekilde anlaşıldı. Suudi Arabistan’da ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinin yaşandığını söylemek mümkündür. Elbette bu sürecin bölgesel yansımalarının olması kaçınılmaz. Muhammed bin Selman merkezli yaşanan iç siyasi yeni yapılanma aslında uzun bir süreye yayılan ciddi bir hazırlık dönemine sahip. Son iki yıllık döneme bakıldığında kendisini iktidara götüren yolların nasıl örüldüğü ve alternatif oluşturabilecek siyasi makamların nasıl ortadan kaldırıldığı kolaylıkla görülebilir. Fakat sadece siyasi mekanizmaların ele geçirilmesi Riyad yönetimini devralmak için kafi değil-dir. Müesses nizamın yani güç merkezlerinin de biat etmesi, etmemesi durumunda ise tasfiyeleri gerekmektedir. Halihazırda içerisinden geçtiğimiz süreç bu aşamaya denk gelmektedir. Bir sonraki adım olan yapısal dönüşüm ve yeni bölgesel yaklaşım için ise Suudi Arabis-tan’ın yeni dönemde varoluşsal düzeyde kritik sonuçlara gebe olduğunu ifade edebiliriz.

Taht yolu

Suudi Arabistan monarşik yapısı ve hanedan içerisinde adı konulmamış bir iç yönetim düzenine sahip bir ülke olarak kurucu liderinden bu yana toplam altı kral tarafından yönetildi. Kendine has dinamikleri bulunan ülkede farklı eşlerden olan prenslerin temel güç dayanak-ları anne tarafından kardeşleri ve elbette bağlı oldukları aşiretlerdi. Zira anne tarafından güçlü bir aşirete sahip prenslerin (örneğin: Şemmar, Sudayri ve Jiluvi gibi) iktidara yürüme ve sistem içerisinde güçlü bir makamı tutma şansı daha yüksekti. Bu aynı zamanda krallık içerisinde güç merkezlerinin paylaşımını ve rekabetin doğmasını kaçınılmaz kılmaktaydı. Kaldı ki güçlü kurumların başında olan prensler kendinden sonra da o kurumun oğluna kalmasını sağlayarak binlerce prens arasında siyaseten yok olup gitmenin önüne geç-miş oluyordu.

2006 yılında kurulan Sadakat Konseyi ile belirlenmeye başlayan veliaht prenslik makamı kaidelerin dışında birçok değişim ile gündeme geldi. Yeni kralın kim olacağının belirlendiği silsile aslında hiç de istenildiği gibi bir sonuç vermedi. Kral Abdullah zamanında veliaht olan prensler Sultan ve Nayef bu makamdayken vefat etti. Kral Selman döneminde önce Prens Mukrin ve daha sonra ise Muhammed bin Nayef veliahtlıktan çekilmek zorunda kaldı. Aslında 2014 yılında Kral Abdullah tarafından oluşturulan ve Prens Mukrin’in kral olmasını hedefleyen ikinci veliahtlık makamı da Muhammed bin Selman’ın birinci veliaht olması sonrasında lağvedildi. Dolayısıyla kendisinden sonra veliahtlık silsilesini bertaraf ederek alternatif bir siyasi makamın varlığını da ortadan kaldırmış oldu. Bu açıdan bakıldığında krallık tarihinde bu kadar merkezi ve güçlü bir şekilde iktidara yürüyen nadir prenslerden olduğu söylenebilir.

İktidar mücadelesi

İktidar yolunun sağlama alınmasının ardından mevcut güç bloklarının biat etmesi veya tasfiye edilmeleri oldukça mühimdir. Zira bürok-rasi içerisinde güçlü kurumların başında olan prenslerin iktidar mücadelesinde ciddi hamleleri olması muhtemeldir. Suudi Arabistan’da yaşananlar güç bloklarına yönelik ciddi bir darbe aslında. Örneğin Milli Muhafız Kuvvetler 1962 yılında Abdullah tarafından kuruldu ve 2011 yılında oğlu Miteb bu görevi babasından devraldı.

Yaklaşık 100 bin kişilik oldukça nitelikli bir kuvvet ve düzenli ordu karşısında rejimin teminatı olarak hareket eden bir yapıya sahip. Dolayısıyla hem rejim açısından hem de hanedan içerisindeki mücadelede önemli bir konuma sahipti.

Yolsuzluk suçlamalarıyla gözaltına alınan Özellikle Şemmar ailesinden olan Kral Abdullah’ın oğulları üzerinden siyasi mirasının ortadan kaldırıldı-ğını görülmektedir. Riyad valisi olan Prens Türki bin Abdullah ve Milli Muhafız Kuvvetler Bakanı Miteb bin Abdullah yolsuzluk operasyonları kapsa-mında göz altına alındı. Benzer şekilde diğer güç merkezlerini oluşturan ekonomi, finans, medya ve ilmi sınıftan önemli figürlere yönelik tutuklamaların yapılması ve bu aktörleri pasifize etmeyi hem de geri kalan bürokrasi ve hanedan üyelerine gözdağı vermeyi amaçlayan bir hedefe sahiptir. Büyük aşiretle-re mensup prenslerin önümüzdeki süreçte nasıl davranacaklarını elbette kestirmek zor ancak büyük oranda etkilerinin kırıldığı görülmektedir. Burada güvenlik bürokrasisinin ciddi ağırlık taşıdığını ve biat konusunda alternatif seslerin olması durumunda kontrol edilmelerinin oldukça zor olduğunu belir-tebiliriz. İçişleri bakanlığı Muhammed bin Nayef’in ve Milli Muhafız Kuvvetler Miteb bin Abdullah kontrolündeydi. Her ikisi de tasfiye edildi ancak bürokrasi ve hanedan içerisindeki etkinliklerinden ne derece soyutlandıkları henüz net değildir.

Savaş sesleri mi?

Mayıs ayının sonlarında Açık Görüş’te yayınlanan “Yeni güvenlik konseptine doğru” başlıklı yazımda Suudi Arabistan öncülüğünde bölgede İran’ı sınırlandırmaya yönelik bir inisiyatifin başlatılacağını ve başta Katar olmak üzere ciddi bir farklı yaklaşımın ortaya konabileceğini ifade etmiştim. Son günlerde yaşananlara bakıldığı zaman ortaya çıkan tablo Suudi Arabistan’ın iç politik değişim/dönüşüm süreciyle eş zamanlı olarak bölgede İran merkezli alanlara yönelik agresif bir dış politika ortaya koyulduğunu görmekteyiz. Hariri’nin istifası ile Lübnan’da kaotik bir durum ortaya çıktı ve bunun savaşa dönüşme riski yüksek. Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri vatandaşlarına ülkeyi terk etmeleri çağrısında bulundu.

Muhammed bin Selman’ın iktidar yürüyüşü ile bölgede İran’ın sınırlandırılması arasında doğrudan bir irtibat kurulması belki Suudi iç dinamiklerini fazla hafife almak olarak görülebilir. Ancak pratik yansımalara bakıldığında bu iddianın kabul edilebilirliği yüksektir. Dolayısıyla İsrail ve Trump yöne-timinin güçlü desteğini alan Muhammed bin Selman, bölgede çok hırslı ve agresif bir Suudi Arabistan yönetimi sergileyecektir. Elbette burada ‘İran’ı sınırlandırmanın boyutları ne olacak?’ sorusu ön plana çıkmaktadır. Durumun savaşa evrilmesi halinde Suudi Arabistan’ın askeri kapasitesinin yeterli düzeyde olup olmayacağı ve ABD’nin yardıma koşup koşmayacağı önemli sorular olarak karşımızda durmaktadır. Bununla birlikte bölgede böylesi bir savaşın yeni bir istikrarsızlık sarmalı meydana getirmesi kaçınılmazdır. DEAŞ’ın etkisini yitirdiği Irak ve Suriye’de çatışma alanlarının daralmasının ardından bölgenin yeni istikrarsızlık tarafları olarak bölgesel aktörlerin savaşması Ortadoğu’da istikrarsızlığın cephesinin büyük ölçüde yayılmasına neden olacaktır. İstikrarsızlığın terör örgütlerinden ulus devletlere kayması tehdidi ortadadır. Bu aynı zamanda sadece belli bir alan ile sınırlı kalan bir çatışma değil tüm bölgeye sıçrayan bir çatışma riski de taşımaktadır. Örneğin Lübnan merkezli bir çatışma riski bulunmasına rağmen Bahreyn gibi Suudi Arabistan ve İran arasında sıkışan bir ülkede gerilimin yükselmesi ihtimali oldukça yüksektir.

Ambalaj güzel ama…

Bu gerilimli dönemde Suudi Arabistan’ın hem iç konsolidasyonunu sağlayıp hem de bölgede ciddi bir maliyet yüklenmesi ağır bir yekun oluşturabilir. Kapasitesinin üzerinde bir göreve talip olması beraberinde olumsuz anlamda kaçınılmaz sonuçlar da getirebilir. Riyad yönetimi krallığın bütün yapısını külli bir şekilde, kısa vadede dönüştürecek bir zemine sahip değil. Ilımlı islam, kadın hakları, ekonomik ve siyasi reformlar gibi güzel ambalaja sahip bir genç lider profilini Ortadoğu’da rol model olarak sunmanın albenisi bulunmamaktadır. Bu gibi yıpranmış ambalajların halklar nezdinde bir karşılığının olmadığı çok açık bir şekilde ortadadır. Muhtemel bir savaşta Suud gençlerinin önderi olarak tasarlanan bir imaj ancak kan ve gözyaşı getirir. Kaldı ki zorunlu askerlilik ihtimali oldukça yakındır. Tüm bu bölgesel hareketlenme içerisinde Türkiye’nin muhatap ülkelere eşit yakınlıkta olması oldukça önemlidir. İran ile Irak ve Suriye’de iyi bir işbirliği yakalandı ve Astana süreci temelinde bu ilişkilerin yürütülmesi oldukça kritik. Keza başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ile yakın temasın kaybedilmemesi ve Muhammed bin Selman krallığına hazır bir diplomatik refleks sergilenmesi elzemdir. Tarafların bölgeyi ateşe atmasının önüne geçmek için Türkiye’nin katkı sunacağı birçok mekanizma mevcuttur.

[email protected]