Neden EVET?

Ekrem Eyüboğlu
1.04.2017

16 Nisan sandığından çıkacak sonuç, halkın iradesine vurulmuş pranganın anahtarıdır. Millet iradesinin tecellisi ve Türkiye’nin bütün unsurları ile ayağa kalkma, hafızasını kuşanma, şerefli bir tarihin, kutlu bir ecdadın devamı olduğunu hatırlama, sahibi olduklarına vekalet ilişkisi ile değil, asalet bağı ile tekrar bağlanma vesilesidir.


Neden EVET?

Esasında bu sorunun cevabını, “Neden hayır?” sorusunu sorduğumuzda muhatap olunacak ihtimaller üzerine bina ederek cevaplamamız pekâlâ mümkün.

Zira “Neden hayır?” sorusu, derin iç çekişlerin eşlik ettiği koyu bir sessizlikle ya da “Ama 16 Nisan sonrası ‘evet’ çıkar ve sonuçları egemen olursa şunlar, şunlar… olur” şeklinde bir korku tellallığı ile cevaplanıyor. Daha doğrusu cevaplanmış gibi yapılıyor.

Ne yazık ki ‘hayır’ etrafında oluşturulan söylem, Türk siyasi tarihinin temel indirgemeci karşıtlıklar ve zıtlıklar birlikteliklerine tekabül etmekte. ‘İlerici/gerici, aydın/yobaz-cahil, seçkin/gereksiz’ gibi…

Hal böyle olsa da biz  “Neden evet ?” sorusuna özce ve özümüzle cevap verelim.

Batı merkezli hegemonya

93 Harbi ve 1878 Ayastefanos Anlaşması… Türkiye iç ve dış siyaseti vesayet altına alındı. Bu yeni tarihsel bağlamın sonucuydu. Batı merkezli hegemonya üzerinde uzlaşılmasıydı. O tarihten bu yana vesayetin/egemenliğin içte ve dışta farklı aktör ve konseptlerle kurgulandığına şahit olduk.  Batı dünyası bu vesayetin kendi aralarında el değişmesine müsaade etmekle birlikte, ikame ve idamesi hususunda hemfikir ve müttefikti(r). Çünkü Türkiye 19. Yüzyılın sonları, 20. Yüzyılın başlarında sistematik ve sofistike bir şekilde Batı marifeti ile hafızası yitik bir devdir. Onun derin uykusundan uyanması, İslam ülkeleri, Osmanlı bakiyesi coğrafyanın kahir ekseriyeti başta olmak üzere tüm sömürülenlerin de uyanmasına vesile, maya ve tetikleyici olacağı için bu uyanış çok ama çok tehlikelidir.

Öncesinde İngiltere, Fransa, Rusya sonrasında ise Almanya ve ABD bu vesayette hem rekabet etmiş hem de uzlaşmıştır.  1876 Avni Paşa Darbesi ile zemini hazırlanan işbu vesayet, 31 Mart Vakası, I. Meclis’in tasfiyesi, 1960, 1970, 1980, 28 Şubat ve en nihayetinde 15 Temmuz, bu hegemonyanın devamı konusunda yapılan eylem ve girişimlerdir. Türkiye tarihinde her darbe bir balans ayarıdır ve bu vesile ile Ayastefanos’un muktedirlerinin takdir ettiği müebbet mahkûmiyet tahkim ve takviye edilmiştir.

Dünyada sömüren-sömürülen ilişkisini, kapitalizmin işleyiş yasalarını, egemen güçlerin rıza oluşturma aygıtlarını, sosyalist terminolojinin argümanlarıyla tartışan, fakat konu Türkiye olunca aynı argümanları komplo teorileriyle anormalleştirmeye çalışan bir zihniyet söz konusu. Aynı zamanda bu millete tarihini hatırlatan söylem de benzer pejoratif bir üslupla mahkûm ediliyor. Buna karşın biz Türkiye’nin yitik bir dev olduğuna ve bu devin uyanmasının başta İslam ülkeleri olmak üzere, tüm sömürülenleri uyandıracağına, yeni bir medeniyetin inşasına maya olacağına, daha adil bir dünyanın altyapısını oluşturacağına inanıyoruz. Bu inanç egemenlerin bilinçaltı korkularını tahrik ediyor. Öte taraftan bütün bu gerçekler ışığında şeklen dahi devlet olmaya muktedir olamayan Bulgaristan, Yunanistan dahil Almanya, İngiltere, Hollanda ve cümle Avrupa ülkesinin 15 Temmuz öncesi ve sonrası Türkiye aleyhine sergiledikleri tutarsızlık dikkate değer bir ibret tablosudur.

Türkiye mutlak tasfiyeye kadar (Anadolu’nun İspanyalaştırılması, Balkanlaştırılması…)   Batı dünyası için bir tampon (Batı ile Doğu, Hıristiyanlar ile Müslümanlar, Zenginler ile Fakirler…) ve otomotivden kozmetiğe ürettiklerinin satın alındığı bir pazar olarak takdir edilmiş, bu iki ödev ve gerçekliği reddedip dışına çıkma teşebbüslerinde ise ivedi ve yekvücut terbiye mekanizmaları devreye sokulmuştur. Siyasi alanda bu iki misyonu amentü kıvamında içselleştirerek mankurtlaşanların önü açılmış,  aksine bu durumu gözden geçirenler ya da itirazları olanlar ise bir şekilde tasfiye edilmiştir. (Ali Şükrü Bey, Menderes, Özal, Kahveci, Erbakan, Yazıcıoğlu…)

Öykünmeci ve kompleksif modernleşme serüvenimiz bağlamında bakıldığında, siyasette var olmak Batı’ya iman etmek gibi bir gereklilikle özdeşleştirilmiştir. Ve bu imanda bir zaafa hiçbir şekilde müsamaha edilemez…

Türkiye siyasetçisinin biraz önce işaret edilen elim gerçekliği, bürokrasi, akademya ve iş dünyası içinde aynı keyfiyette işlevsel olan bir pranganın gerçekliğidir… (Said Yazıcıoğlu, Özdemir Sabancı, Hablemitoğlu, Gaffar Okkan, Eşref Bitlis…)

Siyaset, bürokrasi, akademya veya iş dünyası; Türkiye’de herhangi bir alanda veya sektörde var olabilmek için değil belki ve fakat ayakta ve hayatta kalabilmek için Batı vesayeti hazmedilmeli, amentüsü hatmetmeli ve hatta bu sonucun yılmaz bir mümini, müridi, misyoneri ve mümessili olunmalıdır.

Her ne olursa olsun bu yüce ödev (!) halkı da ikna ederek ve maruz olduğu derin narkozdan uyandırmadan, amma velakin hiç mi hiç şüphelendirmeden yapılmalıdır. Bu nedenle her dönem ve şartta sahte kahraman ihdası Batılı müstevliler için işten dahi değildir.

Türkiye’nin siyasal elbisesi, ki kendi irademizle değil, bize ve gerçekliğimize rağmen giydirilen ve verdiği ıstırap ile çıkarılması özlenen bu çelikten elbise, artık bedenimize dar gelmekte olduğu içindir çıkarmaya azmetme haleti; 1960’da, 1980’de, 1990’ların sonunda hissettiğimiz ve fakat muvaffak olamadığımız, olduramadığımız gibi.

16 Nisan bir doğum anı

Türkiye’nin 16 Nisan doğumuna dair yaşadığı sancı önemlidir.

Büyük bir muhbir-i sadık; bize rağmen, gerçekliğimiz, geleneğimiz, potansiyel ve enerjimiz ve dolayısı ile ruh ve maneviyatımıza dar gelen kelepçenin kırılmasıdır. Yapay ve cebri olanın, bize ait olan ile ikame ve inşa edilmesidir.

15 yıllık AK Parti iktidarı milletin gerçekliğinin gelişimine işlevsel bir rahim olmuş ve bu hal Recep Tayyip Erdoğan’ın iradesi ve cesareti ile güçlü bir doğum ihtimaline sebep olmuştur.

Bu gerçekliği sözüm ona Recep Tayyip Erdoğan’ın ihtirası (!) ile ilintilemek, yaftalamak meseleyi bu şekilde tahfif etmek, II. Abdülhamid’de denenen ve maalesef muktedir olunan ihmal, izmihlal, gaflet ve ihanetin tekrarı içindir ve bu millet bu su-i kasti bir daha yaşamayacak kadar şuurlu ve dirayetlidir. Yaşanan sancı birilerinin II. Abdülhamid’in de maruz bırakıldığı bühtanlara muadil asla Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi istek ve arzusunun bir yansıması değil, onun şahsında milletin gerçekliğinin tezahürü, adeta bir şahs-ı manevi şeklindeki rüyetidir.

Mevcut siyasal sistemin -ki sahibi tarafından dahi sürekli yamanmaya muhtaçtır- sürdürülmesine dair hiçbir makul gerekçe yoktur. Bu sistem maalesef fasit ve ebter bir sistemdir. Ve milletin bu sistemin inşa ve ikamesinde hiçbir zaman ihtiyarı ve iradesi de olmamıştır.

Siyasal sistem gibi Türkiye’de yürürlükte olan mevcut bürokratik sistem de yamalı bir bohçadır ve sahiplerini,  mimar ve mühendislerini dahi ne mutlu ne tatmin edebilmektedir.

Vekalet ilişkisi değil asalet bağı

Siyasal sistem ve bürokrasinin vagonu konumundaki iş dünyası ise 150 yıllık kader ve mahkumiyet olan ‘Türkiye’yi ve insanını satın alabilmeli ve fakat üretip satacak kadar büyütmemeli’ hükmünün bir gereği ve sonucu olarak bu kat’i misyondan asla taviz vermemiştir.

Siyaset, bürokrasi, iş dünyası  ve onların sessiz kardeşleri, STK’lar, yargı ve kolluk arasındaki ilişkilerin sarmal sureti bir ülke için olabilecek en feci yük ve yoksunluk sebebidir.

‘Hayır’ı ateşin bir beden dili ile savunan ‘mankurtlaşmış’ yitiklerimize “Neden hayır?” ve “Hayır’ın temerküz ettiği mevcuda dair ne tür bir olumluluk var ki?” sorularını yönelttiğimizde, muhatap olacağımız sorunun aradığı cevaba dair sessizlikte ‘evet’ demek en asil milli gayret olacaktır.

Türkiye gibi jeostratejik ve jeopolitik gerçekliği itibari ile mühim bir ülkede her seçim ve her referandum çok önemlidir. Bu gerçeklik ışığında 1908’den bugüne birçok seçim ve referandum yaşanmıştır.  Seçimler yeni iktidarlar, referandumlar radikal dönüşümlerin kapısını aralamıştır.

16 Nisan referandumu ise daha önce halkın önüne konulan sandıklardan çok daha farklı ve büyük bir anlam ihtiva etmektedir.

16 Nisan sandığından çıkacak sonuç, halkın iradesine yüzyılı aşkın bir süredir vurulmuş olan pranganın anahtarıdır. İşte bundan dolayı 16 Nisan bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Milletin iradesinin tecellisi ve Türkiye’nin bütün unsurları ile ayağa kalkma, hafızasını kuşanma, şerefli bir tarihin, kutlu bir ecdadın devamı olduğunu hatırlama, bir buçuk asırlık vesayetin zırhını II. Abdülhamid’den sonra o teşebbüsünde tecrübesi ile delme, gerçekte sahibi olduklarına vekalet ilişkisi ile değil, asalet bağı ile tekrar bağlanma vesilesidir.

16 Nisan bir vesile değil, hadd-i zatında bir dirilmedir…

Ve’s  selam…

Ekrem Eyüboğlu / Yazar