Öykümüz birdir; katiller bizden değildir

Dr. Celal Fedai / Yazar, Şair
10.03.2018

Dört yıl kadar önce Hüseyin Su ağabey ile Hece dergisi ve yayınlarının yolları ayrıldığında, “Ayın Birinde Gelen Kim: Bizim Hece’miz…” başlıklı bir yazıyla Hüseyin Su’nun uğradığı gadrin edebiyat, düşünce, sanat tarihimizde bir benzerinin olmadığını belirtip naçizâne bir tavır sergileyerek yolumu ben de ayırmıştım.


Öykümüz birdir; katiller bizden değildir

Bundan dolayı söyleyeceklerimin, türlü nedenlerden ötürü yerini bulamayacağı endişesiyle, Selahattin Demirtaş’ın öykü kitabı olduğu söylenen teksti hakkında sarf edilen sözlerin Hece Öykü dergisinde yayımlanması hususunda, şimdiye değin susmayı tercih ettim. Hüseyin Su ağabeşin de öğüdü bu yönde idi. Lakin şimdi, en başta ondan özür dileyerek, söz almak durumundayım. Bu mesele de gösterdi ki düşünce, edebiyat, sanat ortamımız, müktesebat noksanlığı ile malûl. Yörüngesini kaybetmiş halde başıboş dolanıyor.

“Sanatın mahiyeti nedir? Sanatta liberallik, sanat ile sanatın yanına uğramayanı ayırmada işe yarar mı? Sanatçı ve üvey kardeşleri cedelleştiğinde olup bitenler sanatın uzamında kalırken, İslâm maneviyatından kendine yol bulan sanat kavrayışı içinde has bir sanatçı ile yolları hiç kesişmeyenler kimlerdir?” gibi sorular, farkında olmadan, Batılılardan daha fazla Batılılaşmışların ülkemizdeki durumunu gözler önüne seriyor. Şahsî noksanlıkların yarattığı inatlara, fikir deniyor. Husumetler, hesaplar ve bilhassa sanata dair postmodern popülist telakkiler; sahih sanatın, düşüncenin, edebiyatın üstüne gölge düşürüyor. Maalesef bugün söz alan pek az kişi, tarihin içinden süzdüğü düşüncelerle konuşuyor. Doğrusu buna gerek de kalmıyor, çünkü böyle düşünmeyenin susmasını gerektiren türden avamîlikler etrafımızı sarmış durumda.

İslam elbisesi giyen medeniyet

Ümit Meriç’in, Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü adlı doktora tezinde, Paşa’nın medeniyet görüşünü çok güzel kompoze ettiği bir bölüm vardır. Oradan öğrendiğimize göre Paşa’mız medeniyeti bir ‘gelin’e benzetiyor. Ona göre bu gelin, Hindistan’da ‘mahrem-i halvetsaray- havas’ olarak yaşadıktan sonra Babil ve Mısır’da ‘sınıf-ı mümtaze hemraz’ olur. Buralarda adata birer papaz gibi olan bu zümrelere özgü kalır. Bu yüzden de buralar çökünce, ortadan kaybolur gider. Oysa medeniyeti Mısır’dan alan Yunanlılar, onu pazarlarda neşr eyleyip halka sunarlar. Yunanlılar çökünce onların medeniyeti tam da bu yüzden çökmez, bugünlere kadar gelir. Yunanistan’da açılıp saçılan, kalabalığın malı olan medeniyet gelininin İslâm’a gelince aldığı hâl ile ilgili Paşa’mız şu zarif betimlemeyi yapıyor: “Fakat eskiden alüfte olduğu Kıbt kavmine bu defa ‘ruy-ı dil’ göstermeyerek tedarik etmiş olduğu ‘nev-aşiyanın-ı Yunan’ ile bir müddet İskenderiye’de dostluk ettikten sonra, onlardan da ayrılarak yine Babil’e dönmüştür. Babil’in yerinde Bağdat’ı bulmuş ve İslâm’ın yeşil elbisesini giymiştir.” Hz. Yunus Emre’nin “Çıkmış İslam bülbülleri öter Allah deyu deyu” demekle neyi kastettiğini böylece daha iyi anlamış oluyoruz. Ne var ki ‘İslam’ın yeşil elbisesini’ giyen medeniyet gelini, nicedir ona mahiyetini veren cevherinden uzak bırakılarak tabir caizse ‘kötü yola’ düşürülmüş durumda. Kendini siyaset alanında ‘küreselleşme’ olarak bize yutturan postmodern popülist Amerikan kültürü, günümüzün medeniyet gelininin giyindiği bugünkü esvaptır. Bu öyle bir kötü yoldur ki peşine takılmayan kişi, kelimenin tam anlamıyla kadın da olsa erkek de olsa kendisinde ‘erlik cevheri’ olan biridir.

Kavmiyetçiliğe düşüş

Postmodern popülist Amerikan kültürünü kötülüyoruz ama bakın orada ne olmuştu: 11 Eylül saldırılarının ardından kısa zaman geçmiş… Elektronik müziğin zamanımızdaki büyük üstadı Karlheinz Stockhausen, Hamburg’da konser veriyor. Konser sonrası gazeteciler, 11 Eylül saldırıları hak-kında ne düşündüğünü soruyorlar. O da kayıt dışı kalmasını rica ederek diyor ki: “Bütün kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri”. Ona göre teröristler, müzikte hayal dahi edilemeyecek şeyi tek perdede gerçekleştirmişlerdir. Müziğin insanlarda gerçekleştiremediği bir değişimdir bu. Tabii gazeteciler, Stockhausen’i dinlemezler.

Sözlerini yayımlarlar. Sonrasında ne mi olur? Stockhausen’in müzisyen olan kızı babasını reddeder. Konserleri iptal olur. Bizim postmodern popülist Amerikan kültürü olarak hafife aldığımız, medeniyetin kötü yola düşmüş hâli olarak görüp karşı çıktığımız Amerika’da ve onun hempası Avrupa’da olur bunlar. Üstelik Stockhausen gibi bir müzisyendir söz konusu olan. Onun ne demek istediği anlaşılmaya çalışılmaz bile. Net olan bir şey vardır: Amerika, 11 Eylül ile kuruluşundan beri getirdiği varlığına bir saldırı almıştır. Kimlik bunalımı yaşamaya başlamıştır. Moda ifadeyle söyleyecek olursak, ‘özgüven kaybı’ içindedir. Bunu gören ABD’nin namlı entelektüeli Samuel Huntington derhal kaleme sarılır ve halkın anlayacağı bir dille “Biz Kimiz?” adlı bir kitap yazar. Amerika’nın bir mozaik olduğu fikrini reddeder. ABD’yi oluşturan bileşenleri bir bir izah eder. Onları birbiriyle kaynaştırmaya çalışır. ABD kendini bir mozaik ya da bir Amerikan salatası olarak tanımlamayı reddedip, kaynaşmış bir kültür olduğunu ifade ederken Türkiye için tersini önermeyi de ihmal etmez elbette. Türkiye, kendisini bildi bileli bir Siyonist olarak tanımladığını söyleyen Isaiah Berlin’den de liberalleşmişlerin ülkesi haline getirilmek istenir. Batılılardan daha Batılı olduktan sonra liberalleşmede de sınır tanımayanlarının yörüngesizliğinde de bizi kimse geçemeyecektir artık. Huntington için geçerli William Blake için da geçerlidir. Blake, baca temizleyen çocuklarının yasını tuttuğu İngiltere için: “Bizler İngiltere’nin bu güzel yeşil topraklarında ülkelerin en güzeli kuruncaya dek, ne kafamla cedelleşmekten geri duracağım ne de kılıcım elimde uyuklayacağım.” demekten kendini almaz. Amerika’da Huntington ve ondan iki yüz yıl önce William Blake, boğazına kadar kana batmış bu iki ülke için bir ‘irade’ gösterir. Aynı irade, Stockhausen’e, mesele ülkelerinin başka milletlerin kemikleri üzerinde yükselen varlığı olunca gene kendini ortaya koyar. Mesele onun zannettiği gibi hiç de sanatın konuşulabileceği sınırlar içinde değildir. Üstelik Stockhausen, bir terörist ya da katil değil elektronik müziğin üstadı olmasına rağmen bu, böyle değildir. Bugün bir Türk şairi, William Blake gibi konuştuğunda onu kavmiyetçi olarak suçlayanlar kendine İslamcı diyen bir duruma gelmişse, Türkiye’de onların İslamcılığı, Türklerin tarih boyunca kaderi olan ila-yı Kelimetullah derdinden azade olmuştur da onların haberleri bile yoktur. Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra onlarca yıldır ilk defa bir şey oluyor… Daha önceki darbe girişimlerinin hiçbirine bir reaksiyon göstermeyen millet, devletinin beka sorunu içinde olduğunu görerek hareket ediyor. Bu hareketin doğası, milletin aslî doğasını bize veriyor. O doğada, Orta Asya’dan Selçukilerle Anadolu’ya gelen, buradan Osmanlı ile üç kıtaya yayılan ve bugün Türkiye Cumhuriyeti ile canlı olan ama büyük bir tehdit içinde olan ‘Türk devlet idesi’ saklıdır. Türkiye’de maalesef kendilerini İslamcı sayıp da konu ‘Türk devlet idesi’ne gelince, ABD’nin Birleşmiş Milletler temsilcisi Hindistan kökenli Nikki Haley kadar olamayanların varlığı hayretler vericidir. Türkiye’de İslamcılık, modern bir ideoloji olarak başlamış olabilir ama eğer bugün için bir anlam taşımak istiyorsa, Türkiye’nin tarihin içinden gelen kaderine rapt olmak durumundadır. Aksini düşünenler, Türklüğün geçtiği her yerde ısrarla kavmiyetçilik aramakla, Türk devletini Foucault’nun iktidar kuramı etrafında düşünüp hafife almakla hata etmektedir. Çünkü Türklerin kaderinde Kürtler de Araplar da Çerkezler de hiç gocunmadan tarih boyunca aldıkları gibi yerlerini bugün de almaktadırlar. 15 Temmuz’da tarihin tanıklık ettiği bir şeydir bu.

Türk devlet idesi ve ümmet

İşin en mühim yanı şudur ki bu vakıa, Türk sanatında da defalarca tekrarlanmıştır. İbrahim Tatlıses’i meşhur eden “Ayağında Kundura” türkü-sünün, Urfalı Bekçi Bakır’a ait olan sözleri “Ölürem ben ölürem, ölürem yar ölürem / Nere getsen gelirem  / Ben bir Türk oğluyam  / Mutlak seni alıram // Nere gitsem gelirem / Ben bir Türk oğluyam / Arar seni buluram” şeklindedir. Urfalı bir Kürt olan Bekçi Bakır’ın türkülerindeki ruh ile Kırşehirli Muharrem Ertaş’ınki aynıdır. Yine Urfalı Nâbî’nin “Sakın terk-i edepten kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu / Nazargâh-ı ilahidir makam-ı Mustafa’dır bu” beyiti ile başlayan meşhur naatına dair Urfa’mızda oluşan esatir de buna benzer: Öykümüze göre Padişah ile Hacc’a giden Nâbî, Padişah’ın Kâbe’ye doğru ayaklarını uzatmasından ötürü bu şiiri o an orada söylemiştir. Şiiri çok beğenen Padişah, bunun Nâbî’ye ait olduğuna ihtimal vermez. Şair, kendisinin olduğunu söylese de inanası gelmez. Kâbe’ye vardıklarının ertesi günün sabah ezandan sonra minarelerden bu şiir okununca Padişah, Nâbî’nin yalan söylediğine hükmeder ve müezzini de Nâbî’yi de huzuruna çağırır. Amacı Nâbî’nin yalanını ortaya çıkarmaktır. Müezzin: “Gece rüyamda Efendimiz’i gördüm ve ‘bu ilahiyi benim Nâbî’m yazdı, ezandan sonra okuyun’ dedi” deyiverince Nâbî, sevinçle ‘Benim Nâbî’m mi dedi?’ der ve oracıkta ruhunu teslim eder. Urfa halkının Nâbî’nin naatını, şair Nâbî, Padişah, Hac Yolculuğu, Resullullah etrafında böyle bir öykü ile menkıbeleştirmesi, kendilerini ve kendilerinden bildikleri şair Nâbî’yi, Resullullah’a karşı Osmanlı padişahından daha sevgi dolu bulmalarındandır. Kürtler ve Türkler arasında burada bir ‘yarış’ varsa peygamber sevgisi noktasındadır. Olup bitende kavmiyetçilik yaparak ergenlik sivilcelerini patlatmak da ‘sivil itaatsizlik keşfetmeye çalışmak’ da aynı derecede yanlıştır. Bugün Türkiye’de ümmeti gözeten bir İslamcılık iddiasıyla ‘Türk devlet idesi’nin çağlar boyu ümmet için kendini feda edişini ve gelecek için yegâne umut oluşunu bir takım hesaplardan ötürü bile isteye unutmak, gafletten başka bir şey olmadığı gibi, ‘sanatın gerekleri çoksesli olmaktır’ algısıyla öykücüler ile katilleri birbirlerine karıştırmak da gafletten başka bir şey olmasa gerektir. İslâm bülbüllerinin vazifesi, medeniyet gelinine çinilerimizin mavisini, yeşilini yeniden giydirmektir. Bu itibarla özellikle vurgulamak isterim ki Hece dergisi, herhangi bir dergi değildir. Üstünde onlarca yazar çizerin emeği, gönlü ve hakkı vardır. Postmodern popülizm ideolojisinin kabul ettirdiği liberallik olma hevesi taşıyan fikirlerin İslam maneviyatından neşet eden fikirler olmadığının artık fark edilmesi gerekir. Hiçbirimiz, ‘biz böyle düşünüyoruz’ demekle üstümüzdeki haklardan ve sorumluluklardan kurtulmuş olamayız. Hatalar olur. Bunları dile getirmek erdemdir ama hatayı düzeltmek belki ondan da büyük erdemdir. Unutmayalım ki Türklerin, Kürtlerin, Arapların öyküsü birdir ama katiller bizden değildir.

@CelaliFedai