Referandum sonucu ve meşruiyet meselesi

Doç. Dr. Mehmet Zahid Sobacı / Uludağ Üniversitesi
29.04.2017

Siyasal ve sosyolojik gerçekliklerimiz bağlamında düşünüldüğünde, referandum neticesinde ortaya çıkan oy oranları, Türkiye’de çıkarların sürdürülebilir bir şekilde konsolide edildiğinin ve dışarıdan zorlama veya müdahale olmaksızın demokratik bir şekilde ifade edildiğinin bir göstergesidir. Bu oranlar, sağlıklı bir referandum uygulaması anlamına gelmektedir. Yüzde 80-90’larda oy oranları beklemek, aslında çıkarları, değerleri ve düşünceleri tek tipleştiren toplum projelerine işaret etmektedir.


Referandum  sonucu ve  meşruiyet meselesi

Siyasal gündemi uzun zamandır meşgul eden 16 Nisan referandumu sona erdi ve milletin yüzde 51.4 ‘evet’ oyuyla Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi kabul edildi. Aslında, bu ‘evet’ Türkiye’nin demokratikleşme serüveni için çok önemli bir dönemeç noktasıdır. Çünkü yeni sistem toplumun merkezi olan, ancak bugüne kadar siyasetin merkezinden dışlanan kenar çocuklarının siyasetin merkezine yerleşmesi ve bunun kurumsallaşması anlamına gelmektedir. Doğrudan seçtiği ve icranın başına geçirdiği Cumhurbaşkanı aracılığıyla, millet siyaseti dizayn etmenin, siyasetin merkezine kalıcı bir şekilde yerleşmenin ve taleplerini ve ihtiyaçlarını siyasal sisteme doğrudan iletmenin bir kanalını daha elde etmiştir.

Ancak, referandum sonuçlarının netleştiği saatten itibaren referandumun meşruiyeti sorgulanmaya ve sonuçlar itibarsızlaştırılmaya başlanmıştır. Referandum sonuçlarını gayrı meşru göstermek için hukuki ve siyasi olarak iki boyutta çaba sarf edilmektedir. Sonuçların meşruiyetini sorgulayanlar bir yandan YSK’nın yaptığı açıklama üzerinden oy hırsızlığı imaları ve referandumun yenilenmesi gerektiği iddialarını dile getirirken, diğer yandan ‘evet’ cephesinin aldığı oy oranı bağlamında toplumun yarısının anayasa değişikliğine ve onun kurduğu siyasal sisteme karşı olduğu, toplumun ortadan ikiye bölündüğü, dolayısıyla sistem değişikliğinin tartışmalı olduğu yönünde argümanları seslendirmektedir. Hatta, yargıdan 367 krizi gibi bir garabetin tekrar ortaya çıkma ihtimalini gözetmemişlerse, arzu ettikleri gibi bir sonuç alamayacaklarını bildikleri halde, referandum sonucunu gayrı meşru göstermek amacıyla meseleyi Danıştay’a taşımışlardır. Danıştay, YSK kararlarının kesin olduğu hükmüne ve bu kararların idari işlem olmadığı gerekçesine binaen başvuruyu reddetti. Bu kez, CHP referandumu AİHM’e götüreceğini açıkladı. Bu hukuki tartışmalar ve süreçlerin bir süre sonra sönümlenmesi beklenebilir.

Ancak, oy oranı üzerinden referandum sonuçlarının ve sistem değişikliğinin meşruiyetini sorgulama devam edecek gibi görünmektedir. Bu nedenle, yüzde 51.4 evet oyunun demokratik meşruiyeti konusunu modern toplumların özellikleri, referandumun doğası ve Türkiye’nin sosyolojisi bağlamında biraz daha yakından ele almakta fayda vardır.

Oy oranlarını anlamak

Modern toplumlar homojen olmayan,  toplumsal kesimlerin çıkarlarının belirginleştiği ve bu çıkarların açıkça dile getirildiği toplumlardır. Bu nedenle, modern toplumlar sürdürülebilir çıkar çatışmaları üzerine tanımlanabilir. Modern toplumlarda çıkarlar farklılaşmaktadır. Bu farklılaşma çoğulculuğun bir gereği olarak görülmelidir. Bu çıkar çatışmalarının yönetilebilir olması için bunlar en fazla “konsolide” edilebilir ve konsolidasyon sürecinde çıkarların ancak bir kısmı bir araya getirilebilir. Bu aslında seçimlerde veya referandumlarda yarışan tarafların alabilecekleri oyların doğal bir sınırı olduğu anlamına gelmektedir.

Oysa, Türkiye’de politik ve toplumsal birtakım kararların çok kapsayıcı bir uzlaşı ile alınması gerektiği yönünde bir beklenti vardır. Aksi durumlar, Türkiye’de bir ‘kutuplaşma’ olarak değerlendirilmektedir. Halbuki, tek bir metin üzerine tüm çıkarları konsolide etmek mümkün değildir. Ulusal ölçeği bir kenara bırakın, örneğin bir kentin daha yoksul kısmında yaşayan bir vatandaş ile görece daha gelişmiş kısmında yaşayan başka bir vatandaşın çıkarlarını bir araya getirmek bile çok zordur.

Referandumdan çıkan yüzde 51.4 oranının meşruluğunu değerlendirirken, modern toplumun bu karakteristiğinin yanı sıra, kullanılan demokrasi aracının, yani referandumun doğasından ve Türkiye’nin sosyolojisinden kaynaklanan bazı bloklaşmaları da hesaba katmak gerekir. Şüphesiz, her referandum “evet-hayır ikilisi” bağlamında bloklaşmayı beraberinde getirir. Veya ikinci tura kalmış iki adaylı bir cumhurbaşkanlığı seçimi benzer bir bloklaşmayı kaçınılmaz olarak doğuracaktır. Bunun en yakın örneği, Britanya’daki Brexit referandumudur.

Aynı zamanda, Türkiye’de sosyolojisinden kaynaklanan ve genelde yüzde 60’a yüzde 40 veya yüzde 70’e yüzde 30 olarak tasvir edilen bir bloklaşma zaten vardır. Dolaysıyla, bu sosyoloji çerçevesinde bir siyasal parti, dünyanın en iyi hukukçularına yazdırılmış bir anayasa bile ortaya koysa, alabileceği oy bakımından siyasetin doğal bir sınırı vardır. Özellikle, 16 Nisan’da yapılan referandumun konusunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş olduğu ve bu konuda Türkiye’de daha belirgin bir bloklaşmanın ortaya çıktığı düşünüldüğünde, bu sınır siyasal partiler açısından daha da daralmaktadır.

Sandıktan çıkan tek sonuç

16 Nisan tarihinde referandum sandığından çıkan tek ve net siyasi sonuç, Türkiye’de parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilecek olmasıdır. Bu sonuç, bütün siyasi partilerin yeni sistemin ruhuna uygun bir şekilde kendilerini hem teşkilatlanma hem de söylemsel olarak yenilemeleri zorunluluğuna işaret etmektedir. Çünkü, yeni sistem milletin yüzde 50+1’inin gönlüne giremeyen partilerin ve onların adaylarının cumhurbaşkanı olmasına, yani iktidarı elde etmesine imkan vermemektedir. Yeni sistemde sadece sahil bölgelerine hitap ederek, toplumun temel değerleri ile çatışarak,  toplumun merkezinde yer alan kara kalabalıkları görmezden gelip, sadece beyazlardan oy isteyerek iktidar olabilmek mümkün değildir. Bu, bütün partiler açısından daha kuşatıcı, konsolide edici ve uzlaştırıcı bir tavrın benimsenmesi anlamına gelmektedir.

Bu siyasal ve sosyolojik gerçeklikler bağlamında düşünüldüğünde, aslında referandum neticesinde ortaya çıkan oy oranları, Türkiye’de çıkarların sürdürülebilir bir şekilde konsolide edildiğini ve çıkarların dışardan bir zorlama veya müdahale olmaksızın demokratik bir şekilde ifade edildiğinin bir göstergesidir. Bu oy oranları, sağlıklı bir referandum uygulaması anlamına gelmektedir. Aksine, referandumdan bazı kesimlerin istediği gibi yüzde 85 veya yüzde 90’larda evet oyu çıksaydı, referandumun meşruiyeti tartışmalı hale gelirdi. Çünkü bu oranlar, dünya genelinde diktatörlüklerde veya darbe dönemlerinde yakalanan, yani dışardan müdahalenin açık olduğu atmosferlerde elde edilen oranlardır. Evet veya hayır açısından olması fark etmez, referandumdan bu düzeyde oy oranları beklemek, aslında bunu bekleyenlerin aklındaki çıkarları, değerleri ve düşünceleri tek tipleştiren toplum projelerine işaret etmektedir.

Uzlaşı arayışı açısından Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni parlamenter sistemden farklılaştıran husus, uzlaşının seçim sonrasında parlamentoda parti liderleri veya politik elitler arasında değil, seçim öncesi ve seçim esnasında büyük ölçüde doğrudan millet nezdinde aranmasıdır. Bugün yüzde 51.4’ü meşruiyet açısından yeterli görmeyen kesimler ve onların siyasal uzantılarının, yine doğası gereği bir bloklaşmayı barındıran ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde oransal olarak millet nezdinde ne kadar kabul görecekleri elbette merak konusudur.

[email protected]