Referandum jeopolitiği ve diasporanın Kürdistan tahayyülü

Dr. Necati Anaz/İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi
7.10.2017

Teritoryal kütüğe tescil işlemi hiç kuşkusuz önce yabanda şekillenir ve sonra eve getirilerek ulus-devlet namına aleme ilan edilir. Bu jeopolitik bir hamledir fakat bu hamle eğer tekinsiz tasarımlara dönüşürse ulus daha doğmadan boğulabilir. Kürdistan bu manada tekinsiz bir tasarım olarak doğmuştur çünkü IKBY dostunu İsrail, ‘öteki’sini ise komşusu Türkiye olarak seçmiştir.


Referandum jeopolitiği ve diasporanın Kürdistan tahayyülü
Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu içinde barındırdığı potansiyel ile komşu ülkelerin tepkisini çekmeye devam ediyor. Komşu devletler tepkili çünkü referandum demek dünya siyasi tarihinde bir muhayyel coğrafyanın harita üzerine düşülen teritoryal kaydı demek. Hele ki coğraf-yası gizli antlaşmalarla şekillenmiş bir bölge böyle bir teşebbüsten endişelenmekte haklı ve gardını alma hususunda hata yapamaz. Bu yazı bu minvalde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) kontrolünde yapılan bağımsızlık referandumunu, ulusların devletleşmesi sürecinde geçirdiği evreleri inceleyen ‘Hayali Cemaatler’ tezi üzerinden, Kürt diasporasıyla birlikte değerlendirecektir.
 
Etnisiteden ulusa  
 
Hayatını ulusların kökenini anlamaya ve araştırmaya adamış Benedict Anderson Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (1983) isimli eserinde etnik grupların uluslaşma ve nihayetinde devletleşmede ulusu temsil eden unsurların (etnisite, kimlik, sınırlar, haritalar, milli değerler vb.) hangi tarihsel koşullarda teritoryalleştiğini ve bu süreçte de yukarıdaki unsurların nasıl birer ayrıştırma mekanizmasına dönüştüğünü açıklamaya çalışmaktadır. Anderson özetle bir ulus en nihayetinde (a) sınırları belli ve (b) egemen (c) bir siyasal topluluk olarak (d) hayal edildiğini ifade etmektedir (s. 20). Anderson’a göre ulus hayal edilmiştir çünkü birbirlerini asla yüzyüze tanıma imkanı bulamayan bireylerin kendilerini bir topluluk olarak düşünmelerini açıklamak başka türlü mümkün olamazdı. Bu ifade ulusların birer fabrikasyon oldukları anlamından ziyade cemaatlerin oluşum tarzlarıyla tahayyül edildikleri manasına gelmektedir. Karakterleri itibariyle ulusu ‘mütemadiyen’ kabul eden tezler de vardır lakin ulusu bir bütün olarak kabul etmek ancak yüzyüze tanışıklığın ötesinde bir ayrıştırıcı ve/veya bütünleştici başka unsurların devreye girmesiyle mümkün olacaktır. Ulus aynı zamanda sınırları belli olan siyasal ve kültürel bir özne olarak da hayal edilir. Anderson’a göre hiçbir ulus sınırları tüm insanlığı kapsayan bir bütünlüğü oluşturamaz, bu iddia dahi edelemez. Buna mesiyanik uluslar da dahildir. Ulus ayrıca teritoryal bir topluluktur ve kendi egemenlik alanı da vardır. Bu nedenle ulus horizantal bir düzlemde ‘kardeşlik’ üzerine de hayal edilmiştir. Dolayısıyla bir ulusun milyonlara varan üyeleri tahayyül ettikleri yatay ‘kardeşlik’ için öldürmeden ziyade ölmeyi göze almalarıyla var olurlar. Bu özsel düşünme tarzı Anderson’a göre ancak gelişen kapitalizm, teknolojik icatlar ve insanların sahip oldukları dilsel çeşitlilik sayesinde mümkün olmuştur. 
 
Ulus hayali nerede başlar?
 
Bu teritoryal ve siyasal özne olma ayrıcalığı ancak kapitalist yayıncılık sürecinde şekillenen ve yerel (banal) diller sayesinde tekrarlanan ve yeniden üretilen ulusçuluk amentüsünün yukarıdan aşağıya bir coğrafyayı domine etmesiyle mümkün olacaktır. Örneğin, milyonlar Fransızca yapılan yayınlar sayesinde kendileri gibi Fransızca konuşan bir topluluğun varlığından haberdar olmaya başlayacaktır. Bu haberdar olma Fransızca konuşanlarla sınırları belirginleşen bir coğrafya parçasının Fransızca konuşmayan dünyadan ayırt edilmesiyle yapılacaktır. Burada altı çizilen husus bu sınırları belirli tahayyül edilen teritoryal cemaati Fransızca yayınlanan kitapların, gazetelerin ve dergilerin bir ulus olarak zaman içerisinde mekansal düzlemde perçinlemesidir. Yani Fransızca bir yerel dil olarak Fransızları diğer etnik gruplardan ayrıştırmada başarılı bir enstrüman olacaktır. Böylece Hıristiyan Avrupa’nın kutsal dili Latince’den kopan ticari matbaa hızla farklı dil coğrafyasına yayılarak milyonları ayrı ayrı birer ulus formatında kendi keder ve kaderinde biraraya getirmeyi başaracaktır. 1600’lere gelindiğinde Avru-pa’da 200 milyon kitabın basılmış ve dağıtılmış olması Avrupa için artık dönüşü olmayan bir ulus-devlet sürecinin de başladığı anlamına gelmekteydi. 
 
Avrupa’da ulusların oluşum tarihi hiç kuşkusuz meşruiyetini kutsallıktan alan hükümdarlığın alanının daralması şeklinde cereyan ediyordu. Basılan ve yayılan kitap ve gazeteler sa-yesinde de insanlar her sabah aynı ayini tekrarlarken aynı dünyevi meselelerle iştigal edip yeni ulusal kutsallıklar icad ediyorlardı. Seri üretime geçen kapitalist basın, insanların kendileri üzerine düşünmelerini kolaylaştırıken etnik grupların geriye doğru köken arayışlarına girmelerine de olanak sağlamaktaydı. Bu Avrupa menşeili modern düşünce Osmanlı İmparatorluğu gibi birçok etnisiteyi bünyesinde barındıran devletlerin çözülmesinin de yolunu araladı. İmparatorluğun sınırlarında etnik grupların hayal coğrafyasını konuşulan dilin sınırlarına denk getirerek yaygınlaşması basınla mümkün oldu. Bu minvalde Yunanlıları Perikles ve Sokrates’e yakışır varlıklar kılmak için Viyana’da ilk Yunan gazetesinin kurulması ve Yunan bağım-sızlığında aktif rol oynayan fakat Rusların himayesinde Odesa’da kurulan Philike Hetairia gazetesinin faaliyetleri önemlidir. Gazete kurmak ve işletmek bir ortak hayal kurma pratiğine dönüşmüştür. Kürtler de aynı şekilde kendini siyasi ve kültürel bir özne olarak tasavvur etme anlamında ilk gazetelerini 1898’de Mısır’da kurdu. Ancak Kürt gazeteciliği güçlü yayıncılı-ğını İsviçre ve İngiltere’de yaptı.  Böylelikle parçalar halinde yaşayan Kürtleri aynı coğrafyada horizantal ‘kardeşlik’ temelinde bir bütün olarak tahayyül etme diasporada yaşayan Kürt entelijansiyasından geldi. Nasıl ki bir Avrupa fabrikasyonu olarak ulusçuluk dünyaya Avrupa’dan yayılmışsa Kürtçülüğün bir kültürel özne olarak tahayyülü de yine Avrupa menşeili oldu. 
 
Bir etnisiteye ait hayali coğrafyanın teritoryal düzlemde ete kemiğe bürünmesi hiç kuşkusuz Anderson’un da ifade ettiği gibi endüstriyel devrim sonrası hızlanan basın ve yayıncılık-la mümkün olmuştur. Bu sayede toplumsal hafızanın oluşması imkan bulurken bu hafızanın mitleşerek bir ulusun kaderine yüklenmesi ve bu kaderin dağlar ve ovalarla bütünleşmesi seri üretime geçen yayıncılıkla olmuştur. Ancak tarihe kayıt düşülen bu muhayyel coğrafyanın hikayesi dağlar ve ovalar arasına sıkışmış kendine has yaşam tarzıyla var olan yerel halktan yükselmemiştir. Varoluş hikayesi tüm efsunuyla dağların ötesinde (genelde de Avrupa’da) yaşayan diaspora tarafından başlatılmış ve sürdürülmüştür. Yani halen Ararat (Ağrı) Dağı’nın ‘hüzünlü’ ağıtı Los Angeles’ta, Paris’te ve Viyana’da yakılıyorsa bu Ermeni diasporasının Ermenistan’dan önce geldiğini ve ondan daha büyük olduğunu gösterecektir.
 
Tekinsiz bir tasarım
 
Kürdistan referandumuyla bir kez daha gündeme gelen Kürtlerin uluslaşma mücadelesinin hikayesi de bu bağlamda Zagros Dağları’ndan değil Fran-sa’dan, Almanya’dan, ABD’den ve Rusya’dan yükselmektedir. Belki de bu yüzdendir ki dil, din, mezhep ve kabile bağlarıyla ayrı bir tarza, kedere ve kadere sahip Kürtleri bir ulus olarak hayal etmek Kürtleri çok boyutlu hayattan iki boyutlu haritaya indirgeyen diaspora ve Avrupa entelijansiyasına ait olacaktır. Kim inkar edebilir ki bugün Avrupa’da kemikleşmiş Kürt diasporası bir Şırnaklıdan, bir Erbil Kürt’ünden daha ulusalcı ve daha militan değil-dir. Bundan dolayıdır ki Kürdistan haritası ilk önce diasporada yani Paris’te, Viyana’da, Londra’da ve Vaşington’da şekillenmektedir. Hatta imkanı bol akademisyenler, aktivistler, sosyal kulüpler, siyasi partiler ve etnik dernekler hiç kuşkusuz bu hayali coğrafyanın teritoryal gerçekliğe dönüşmesinde fazla-ca etken olmaktadır. Uluslaşmak elbette siyasal bir harekettir ancak bu hareketin bir coğrafya üzerinde şekle bürünmesi için uluslaşmanın unsurlarından hatırlama ve unutmanın da aynı anda gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu nedenle jeopolitik tahayyüllerin popüler hafızanın bir parçası olması için haritalar çizilir, müzeler kurulur, ders kitapları basılır, yas günleri tertiplenir ve bayramlar ilan edilir. Tüm bunlarla ve bunların ötesinde yeni semboller ve mitler de icat edilir. Mesela, inşa edilmekte olan muhayyel coğrafyanın namına isimsiz kahramanlar üretilir. Anıtlar dikilir ve bayraklar dalgalanır. Ama en etkili olanı referanduma gidilmesidir. Çünkü ancak o zaman gazetelerin en görünen yüzünde sessizce bir coğrafyadan bir vatana dönüşen toprakların sınırları kayıt altına alınır. Bu teritoryal kütüğe tescil işlemi hiç kuşkusuz önce yabanda şekillenir ve sonra eve getirilerek ulus-devlet namına aleme ilanı yapılır. Bu jeopolitik bir hamledir fakat bu hamle eğer tekinsiz tasarımlara dönüşürse ulus daha doğmadan boğulabilir. ‘Kürdistan’ bu manada tekinsiz bir tasarım olarak doğmuştur çünkü IKBY dostunu İsrail ‘öteki’sini ise komşusu Türkiye olarak seçmiştir. Aksi de olamazdı çünkü bir diaspora prodüksiyonudur. Tam da bu nedenle Türkiye yeniden şekillenen coğrafyasına kayıtsız kalmak istememektedir. Ve Türkiye, Süleymaniye’siyle, Erbil’iyle Sykes-Picot’dan beridir masa başında Avrupa başkentlerinde çizilen Ortadoğu haritalarını etkisiz kılmak için diasporadaki militanların etkinliğini kırmak ve Mezapotamya havzasını ulusüstü bir platformda toparlamak için adımlar atmak istemektedir. Yani savunma hattı Dicle ve Fırat kıyılarında değil Avrupa başkentlerinde kurulacaktır. Ulusçuluk bir Batı prodüksiyonudur ve marazidir demiştik. İşte Türkiye kendi ulusçuluk tecrübesinin de farkında olarak coğrafyasının kadim unsurlarıyla bu marazın etkilerini azaltmak için birlikte çalışmak zorundadır. 
 
@NecatiAnaz