Referandumdan sonra

Öner Buçukcu / Yazar
6.05.2017

CHP’nin sekülarist güçlerin bir deprem/felaket/yangın anında toplanma alanı olarak görülmesi, süreklileşen AK Parti iktidarına karşı güçlü mevzi arayışı solda çeşitli kesimleri CHP ile bir ortak payda bulma arayışına itiyor. Bunun karşılığında ise sosyalist solda özellikle 1990’larda azgınlaşan, 2000’lerde Kürt meselesi ve Alevilere dönük politikalar üzerinden biçimlenen Kemalizm eleştirisinden rücu etme trendi söz konusu.


Referandumdan sonra

16 Nisan referandumunun sonuçları içeride de dışarıda da tartışılmaya devam ediliyor. Özellikle Avrupa’dan referandum sonuçlarına dönük ciddi bir tepkinin olduğunu görüyoruz. Avrupa Birliği, bünyesindeki bazı küçük devletlerin seçimlerinde yaptığı gibi Türkiye’deki referandumda da açıkça bir kampanyayı destekler gözüktü ve bu kampanyanın sandıktan istediği neticeyi çıkaramaması sonrasında kampanya sürecinde kullandığı dili koyulttu.

Entelektüel düzeyde de durumu oldukça net bir biçimde gözlemleyebiliyoruz. Geçen haftaların tartışılan meselelerinden Fransız akademisyen Philippe Moreau Defarges’ın çıkışı bu bağlamda hatırlanabilir. Defarges kitapları çok sayıda üniversitede okutulan bir uluslararası ilişkiler profesörü. Bir dönem Dışişleri Bakanlığına danışmanlık yapmış ancak aktif siyaset içerisinde değil. Dolayısıyla Defarges’ın bu çıkışı basit bir seçmen tavlama taktiği olarak görülemez.

Atlantik’in öte yakasında ise referandum sonuçlarının bir biçimde kabullenildiği söylenebilir. Her ne kadar Erdoğan’ın güçlenmiş olmasından büyük rahatsızlık duyuluyor olsa da tipik Amerikan pragmatizmi ile bu gücü dengeleyecek profilin arayışına girilmiş durumda. Foreign Policy’de yayınlanan ‘Meral Akşener koçaklaması’ bu bağlamda okunabilir. İlerleyen dönemde benzer makalelerin sayısının artacağı düşünülebilir. Avrupa hâlâ “bu referandumdan bir dönüş olabilir” umuduyla hareket ederken Atlantik’in öbür yakasında, en azından entelektüel çevrelerde, bundan sonrası için arayış içerisine girilmiş durumda. Dolayısıyla dışarıda Türkiye’nin merkezde olduğu tartışma, sistemin tam olarak uygulanmaya başlanacağı 2019 yılına kadar ve büyük ihtimalle 2019’dan sonra devam edecek.

‘Hayır’ın amiral gemisi

İçeride ise referandum sonrasında özellikle sol-sosyalist çevrelerde tartışma “tek adamlık-otoriterlik” ve hatta “halifelik-sultanlık” gibi kısır ve açıkçası oldukça karikatür bir hat üzerinden biçimlenmeye devam ediyor. Bu hattın eninde sonunda gelip kapısına dayandığı nokta ise CHP oluyor. Referandum kampanyasında kullandığı dil üzerine siyasi tartışmalar büyük bir hoşnutsuzlukla devam ederken bu tartışmaların üzerine tuz-biber olarak referandumdan “evet” çıkması, “hayır” kampanyasının amiral gemisi CHP’yi çok sert bir tartışmanın ortasına atacak gibi gözüküyor.

CHP’ye eleştirilerin başlıca dört noktada toplandığını söyleyebiliriz. Öncelikli eleştiri CHP’nin referandumun resmi olmayan neticesinin belli olmasının ardından neden referandum sonuçlarını kabul ettiği noktasında. Bu eleştiriyi getirenler YSK’nın mühürsüz oylarla alakalı karar aldığı ve açıkladığı anda CHP’nin seçimlerin hükümsüz olduğunu açıklaması gerektiğini, referandumun sonuçları belli olduktan sonra yapılan açıklamanın referanduma meşruiyet kazandırdığını düşünüyorlar. Yine bu sadette Selin Sayek Böke’nin sine-i millet çıkışının Levent Gök tarafından hizaya sokulmasının, bazı CHP örgütlerinin sokağa çıkma çağrısına genel merkezin uymamasının da toplumsal muhalefeti zayıflattığı ve referanduma meşruiyet kazandırdığı dile getiriliyor. CHP Milletvekili İlhan Cihaner’in şu cümleleri dikkat çekici: “Referanduma ve yeni anayasaya meşruiyet kazandıracak tüm adımlardan uzak duralım. Cumhuriyet’i tabuta koyup son çiviyi bize çaktırmaya çalışıyorlar.”

Bu eleştiriyle doğrudan bağlantılı ikinci eleştiri ise CHP’nin “ikinci Gezi direnişinin” liderliğini yine reddettiği argümanı üzerinden biçimleniyor. Farklı çevrelerden kimselerin katılımıyla gerçekleşen Gezi olaylarının en büyük eksiğinin bir siyasal organizasyonun bu hareketin rüzgarıyla hareket edememesi olduğunu düşünen çevrelerde CHP’nin bu toplumsal muhalefeti bir araya getirme ve önderlik etme fırsatını ikinci defa kaçırdığı üzerinden eleştiriler geliştiriliyor. CHP’den beklenti Gezi’nin siyasal ajandasıyla uyumlu, sokak şiddetinin arttırılması ile paralel şekilde iktidarın el değiştirmesini sağlayacak politikalar izlemesiydi. Ancak CHP bu beklentileri karşılayamadığı gibi pasiflikle suçlanmıştı. İkinci defa CHP’nin kapısına kadar gelen bir fırsatın değerlendirilemediği kanaati özellikle radikal çevrelerde yaygın.

Burada bahsedilmesi gereken bir başka eleştirinin CHP’nin referandum sürecinde ve sonrasında Ergenekon davalarında gösterdiği sert muhalefeti dahi göstermediği yönünde. Bazı yazarlar CHP’nin derin devlet tarafından ikna edildiği için sert bir muhalefet yapmadığını iddia ediyor. Şimdilik bu eleştirinin daha çok liberal çevrelerden geldiğini not edelim.

CHP’deki İrlandalılar

Özellikle dikkat çeken, çokça yazılmayan ama genellikle paylaşılan iki eleştiri ise Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu üzerinde yoğunlaşıyor. Deniz Baykal’a yapılan eleştirinin temel noktasını Tayyip Erdoğan’a siyaset yolunu açması oluşturuyor. Zülfü Livaneli’nin yazdıkları bu eleştiriyi derli toplu göstermesi bakımından güzel bir örnek: “(H)em duruma doğru teşhis koyamamanız hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız. Tayyip Erdoğan’ın %34 oyla gelip Meclisi ele geçirmesinin manivelası oldunuz. Daha önce refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti. Tayyip Erdoğanların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçeklerin en büyük şansı sizdiniz.”

Kılıçdaroğlu’na yöneltilen eleştiriler ise ilk üç gruptaki eleştirilerin tamamıyla bağlantılı. Toplumsal muhalefete liderlik edemediği, CHP’yi örgütlü bir pasifliğe ittiği, CHP’nin başına da bir skandalla geldiği ve dolayısıyla zaten bir liderlik potansiyelinin bulunmadığı şeklinde özetlenebilecek eleştiriler referandum sonrası CHP’yi hareketlendirmiş durumda. CHP eski Genel Başkanı, Antalya Milletvekili Deniz Baykal’ın katıldığı bir televizyon programında söyledikleri CHP’de lidere içten içe yönelen tepkiyi de göstermiş oldu. 2019’da Cumhurbaşkanlığına aday olacak bir liderin partiyi yönetmesi gerektiğini öne süren, alternatif olarak Abdullah Gül’ün adaylığına da yeşil ışık yakan Baykal’ın bu çıkışına karşı Kılıçdaroğlu’nun tepkisi sertleşmek oldu.

Baykal’ın niyeti nedir bilemeyiz ancak yaklaşımının, üslubu tartışılabilir olmakla birlikte, siyasete alan açtığını söyleyebiliriz. Çünkü CHP’nin 16 Nisan sonrası koşullarda siyaset yapabilmesinin yegane yolu yeni döneme adapte olacak politikalar geliştirmek, arayış içerisinde olmak. Ancak böylesi bir durum CHP’deki kaygan ittifakların lideri görünümündeki Kılıçdaroğlu’nun pozisyonunu zora sokacağı için siyasete alan açacak bir politika mevcut yönetim tarafından tercih edilmeyecek gibi gözüküyor. Bunun yerine referandum sonucunu tartışmaya açmak, meşruiyetini sorgulamak ve hatta AİHM’e götürmek gibi mevcut yönetimi işbaşında tutacak suni gerilimler oluşturmayı tercih ediyor.

Yukarıda özetle aktarılmaya çalışılan eleştiriler aslında referandumdan çıkan “hayır” oylarının oranının yarattığı heyecanın bir yansıması. Referandum öncesinde de CHP’den (özellikle sosyalist solun) beklenti AK Parti’ye yönelen toplumsal muhalefete önderlik etmesiydi. Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakatta Korkut Boratav tüm sosyalistlerin iç çatışmaları bir kenara bırakarak güç birliği yapması gerektiğini dile getirmişti örneğin. Boratav’a göre “Türkiye’nin ihtiyacı kolektif muhalefet” idi. Bir internet sitesinde yayınlanan “Referanduma Doğru” başlıklı yazısında ise şunları söylüyordu Boratav: “Sosyalistler, devrimciler muhalefet kampanyasına katılırken iç ayrışmalarını erteleyecek olgunluğa sahiptir. Referandum, liberallerle, iki uçta yer alan milliyetçi akımlarla hesaplaşma, geçmişe uzanan görüş ayrılıklarını çözme ortamı değildir. Bugünkü gündem tamamen farklıdır. Bu gereksinimi en iyi sosyalistler fark edebilir.”

Ne CHP’yle ne CHP’siz

Tüm bunların üzerine yüzde 48,6 gibi aslında beklentilerin üstünde bir “hayır” oyu gelince tartışma CHP’nin, neredeyse ülkenin yarısına tekabül eden bu büyük kitleyi yönlendirememesi hatta sokağı teslim alamıyor olması noktasına kadar geldi. Ancak referandumların tabii bir neticesi olarak oyların kümelenmesi dolayısıyla bir gerçek çok kolaylıkla atlandı: Yüzde 48,6 CHP’nin oyu olmadığı gibi sosyalist solun potansiyelini de göstermiyor.

1965 seçimleri öncesinde Türkiye’de sosyalist solun çok büyük bir bölümünde CHP’nin devrimciliği oldukça önemseniyordu. CHP’de Ortanın Solu açılımı ilk belirdiğinde bu sebeple büyük bir merak ve beklenti oluşmuştu. Ancak Ortanın Solunu CHP lideri İnönü’nün TİP’i dengeleme aparatı olarak gördüğünün anlaşılması; Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’ın “Anayasanın sosyalizme kapalı olduğu” yönündeki beyanatları (Ordu ve CHP’nin birbiriyle bağlantılı değerlendirildiği söylenebilir) sosyalist çevrelerin bir kısmının CHP’yle köprüleri atmasına sebep olmuştu. Bununla birlikte CHP’ye dönük bir umutla bakış süreklilik kazandı. Tüm hatalarına rağmen sosyalist soldan daha geniş bir toplumsal kesime hitap eden ve en azından “ilericilik” anlamında sosyalist solla ortak bir asgari müştereği bulunan CHP’nin devrimci bir potansiyel taşıdığına dair bastırılmaya çalışılan düşünce belli dönemlerde kendisini gösterdi. Bu sebeple solda CHP’nin pozisyonunun ne olacağı sürekli tartışıldı.

Referandum öncesinde ve sonrasında yaşanan tartışmalar bu bastırılan düşüncenin bir uzantısı aslında. Baskın Oran’ın Asiye Nasıl Kurtulur?’a atıfla CHP’ye ilişkin referandum sonrası değerlendirmesi bu noktada iyi bir örnek olarak okunabilir. Bununla birlikte CHP’nin sekülarist güçlerin bir deprem/felaket/yangın anında toplanma alanı olarak görülmesi, süreklileşen AK Parti iktidarına karşı güçlü mevzi arayışı solda çeşitli kesimleri CHP ile bir ortak payda bulma arayışına ittiği de dikkatlerden kaçmamalı. Karşılığında ise sosyalist solda özellikle 1990’larda azgınlaşan, 2000’lerde Kürt meselesi ve Alevilere dönük politikalar üzerinden biçimlenen Kemalizm eleştirisinden rücu etme trendi söz konusu.

Bunun çok çeşitli göstergelerinden söz edilebilir. İlker Aytürk’ün post-post-Kemalizm ya da neo-Kemalizm çıkışı bu bağlamda hatırlanabilir. Birikim dergisinin Mart 2017 tarihli sayısında Elçin Aktoprak imzasıyla yayınlanan “İzmir Marşı ve şimdi ve sonrası” başlıklı yazı bu sadette en tipik örneklerden birisi. Stadyumlarda referandum öncesinde yaygınlık kazanan İzmir Marşı’nın bir muhalefet potansiyeline işaret ettiği üzerinde duran Aktoprak sosyalist sola ve AK Parti’ye karşı olan seküler kesimlere bir anlamda süreklileşen kemalizm eleştirisi sayıklama modundan çıkarak Kemalizmin devrimci potansiyelinden ve asgari müştereğinden yararlanmayı salıklıyordu.

Sosyalist solda Kemalizme hâlâ tedirgin ve şüpheci bir yaklaşım var. Ancak düşünsel atmosferin hızla 1960’lı yılları çağrıştıracak bir noktaya gerilediği iddia edilebilir. Zira toplumsal ve siyasal çözümlemeler 1960’lı yılların baskın jargonu olan “ilerici-gerici” ikilisinin farklı versiyonları etrafında şekillenmeye-kümelenmeye başladı ve Kemalizm bu tartışmanın en orta yerinde şimdiden konumlandı. Bu gidişle CHP’nin Gezi’ye liderlik etmemiş olması dolayısıyla soldan yöneltilen eleştirilerin benzerini CHP’ye yakın çevrelerden sosyalist solun Cumhuriyet Mitinglerinin ve “Ordu Göreve” pankartlarının devrimci potansiyelini anlayamadığı eleştirileri şeklinde görebiliriz. CHP’nin bu yıl gerçekleşecek olağan kongresi CHP’nin sokağa çıkıp çıkmaması tartışmaları gölgesinde 1968 tarihli XIX. Kongre’yi çağrıştırabilir.

Referandumun neticesini değerlendiren çok sayıda araştırmacı yüzde 51.4’ü pirus zaferi olarak değerlendirmişti. Fotoğrafa bu eksende bir de soldan bakınca yüzde 48.6’nın daha keskin bir pirus zaferi olma potansiyeli taşıdığı ortaya çıkıyor.

[email protected]