Siyasi partiler hangi argümanlarla referanduma gidiyor?

İhsan Aktaş / GENAR Başkanı
11.02.2017

Türkiye’nin demokrasi tarihi 150 yıllık bir geleneğe dayanmaktadır. Osmanlı devletinde devlet yönetimi padişah otoritesine dayanıyordu. II. Mahmut ilk kez kendi mutlak otoritesini imparatorluğun çeşitli eyalet ve il merkezlerinde nüfuz kazanmış ayanlarla paylaşmış bu paylaşım bir metne bağlanmış ve bu metinin adına “Sened-i İttifak’’ denmiştir. Bazı tarihçiler bu anlaşmayı Osmanlı’nın ilk Magna Carta’sı olarak tanımlamıştır.


Siyasi partiler hangi argümanlarla referanduma gidiyor?

1878’de Sultan II. Abdülhamit meşrutiyeti ilan etmiş Osmanlı yönetimi meşruti yönetime geçmiştir. Bu süreçte modern anlamda ilk anayasa metni sayılabilecek “Kanun-i Esasi’’ yürürlüğe girmiştir. Osmanlı-Rus harbinde Osmanlı’nın yenilmesiyle birlikte padişah, meşruti yönetime son vermiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra, I. Dünya Savaşı patlak vermiş, bu süreçte İttihat ve Terakki hükümetlerinin keyfi idaresi memlekete hakim olmuştur. İttihat ve Terakki’nin yönetiminde padişah, hem konumu hem de yetkileri itibariyle sembolik bir mevkide kalmıştır. Ardından Kurtuluş Savaşı ve 1950 yılına kadar süren tek parti dönemi başlamıştır. 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidarıyla başlayan süreç bir milat olarak kabul edilse de 10 yılda bir darbeler ve muhtıralarla kesilen demokrasi yolculuğu ve parlamenter sistem tecrübesi bizi bu günlere getirmiştir. Yeni anayasa ve başkanlık sistemi hakkında geçmişe atıf yapmakta fayda var. Çünkü Batılı devletlerin kendi demokrasi tarihlerini Antik Yunan’dan günümüze 3 bin yıllık bir tarihi perspektifle kesintisiz bir akış içinde büyülü bir tarihi süreç olarak sunmalarına rağmen ortada büyütülecek bir süreç söz konusu değildir. Bu anlatı nedeniyledir ki, başta münevverlerimiz tarafından Batı’nın yaşadığı serüven yüceltilir, bunun sonucunda kendimize ait bir yol bulabileceğimiz konusundaki gayretler ve inanç yok edilir. Oysa Batı’nın binlerce yıla dayandırdığımız demokrasi geçmişi ve deneyimi, bugünkü Batı’yı düşünürsek, sanıldığından çok daha kısa süreli olmuştur. Kabaca, II. Dünya Savaşı’ndan başlayıp 11 Eylül saldırıları ile inişe geçen 60 yıllık sözüm ona parlak bir tarihi vardır Batı demokrasisinin. II. Dünya Savaşı’nda Batı kültürünün bir ürünü olan Naziler, milyonlarca Yahudi’yi katletmiş ve savaşta 40 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Yine sömürge ve Batı demokrasi tarihine göz attığımızda  anlatılanlarla gerçekler arasındaki  uçurumun ne kadar derin olduğunu görebiliriz.

Cumhurbaşkanlığı sistemi tartışılırken “Türk tipi başkanlık’’ ifadesi kullanıldığında, bir kısım aydın ve akademisyenin alaycı tavırlarının kökeninde de Batı tecrübesini alabildiğine yüceltmenin kompleksi yatmaktadır. Burada, Batı tipi münevverin kendine olan güvensizliğini ve kendi kimliğinden duyduğu utancın izlerini görmek mümkündür. Dünyanın bütün büyük milletleri kendi tarihleri, birikimleri, tecrübeleri ve olayların üstesinden gelme kabiliyetleri ile övünürken, Türk milleti olarak başkalarının oluşturduğu ütopyaları yüceltmeye pek teşnedir bizim aydınımız.

Toplumsal hafıza

Yeni anayasa ve Cumhurbaşkanlığı meselesi tartışılırken, ülkemizin ve milletimizin 150 yıllık demokrasi tarihine atıf yapmaktaki amacım, bugünden sonra atmış olduğumuz her adımı bu tecrübenin üzerine bina ettiğimizi vurgulamaktır. İster parlamenter sistemle yönetilelim, ister Cumhurbaşkanlığı sistemiyle, bu tecrübe ve birikim daima toplumsal hafızamızın bir yerinde duracaktır. Kimse kendisine ve ülkesine ilkel muamelesi yapmasın. Zira bu durum ziyadesiyle gülünç bir hal almaya başladı. Türkiye’de sistem tartışması Cumhuriyetin kuruluşundan beri süregelmiştir. Çok partili hayatla birlikte başka bir sorun ortaya çıkmıştır. Burada asıl problem, devletçi seçkinlerle halk arasında yönetim paylaşımının nasıl yapılacağıdır. Bu süreçte CHP, devletin asli sahibi olarak kendisini konumlandırmış, bu merkezi elit bürokrasi karşısında, çevreyi temsil eden bütün partiler bir tehdit olarak görülmüştür. Bu bakış açısı Tanzimat’tan bugüne hiç değişmemiştir. Şerif Mardin “Osmanlı’nın son dönemlerinden bugüne kadar siyasette süregelen tartışmaların ana odağını Batıcılar ve onların karşısında olan muhafazakarların arasındaki güç mücadelesi” olarak tanımlamaktadır.

Bu merkez-çevre tartışması da bugünkü referandum tartışmaları da geçmişten kopuk olmayacaktır. Aslında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ile başlayan süreç, Türk demokrasi tarihinde bir aşamadır ve yeni sistem buna göre dizayn edilmelidir.

Sistem değişikliğinin gerekçeleri

En son 17-25 Aralık örtülü ve 15 Temmuz açık darbe girişimlerinden sonra Ak Parti, tekrar 2011 öncesi dönemde olduğu gibi reform sürecine yönelmiştir. Yeni anayasa ve Cumhurbaşkanlığı sistemini devleti dönüştürme ve reform hareketlerinin devamı olarak gören Ak Parti için bu durum olağan bir süreç olarak görülmektedir. Ak Parti’nin sistem değişikliğinin gerekliliğine dair gerekçeleri şunlardır:

l Cumhurbaşkanını halkın seçmesinden sonra devletin içine düştüğü iki başlılık durumundan devleti kurtarmak.

l Bugün icraatları sebebiyle sorumsuz olan Cumhurbaşkanını meclis ve anayasa mahkemesinin denetimine açık hale getirmek.

l Yasama, yürütme, yargı erklerini birbirinden ayırmak, meclisi yürütmeden, yargıyı her ikisinden ayırarak daha güçlü hale getirmek.

l Yürütmeyi etkin hale getirmek.

l Yürütmenin ve yasamanın meşruiyetin kaynağı olan halk tarafından seçilmesiyle, yüksek yargı üyelerinin seçiminde de  meclise yetki vererek yargının bağımsızlığı ilkesinin yanı sıra tarafsızlık ilkesini de hayata geçirmek.

CHP’nin argümanları

CHP öncelikli olarak tek partili dönemin başlangıcından bugüne kadar bütün siyasi süreçlerde, sistem içerisindeki bütün değişikliklere kuşku ile yaklaşmış özellikle çevreden gelen bütün değişim taleplerini rejimi tehdit eden bir unsur olarak tanımlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve tek partisi olan CHP çok partili hayata geçildikten sonra da tek parti döneminde alışmış olduğu reflekslerinden vaz geçememiştir. Bu koruma refleksi zaman zaman darbelerin ve muhtıraların sebebi olmuş Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçileceği zaman 367 krizini çıkararak bugünkü çift başlılığa zemin hazırlamıştır. Zaman içerisinde özellikle askeri vesayet ve yargı bürokrasisinde vesayetçi anlayış büyük ölçüde kırılmış ama CHP hep aynı kalmıştır. CHP’nin farkına varamadığı konu, artık devletle özdeş bir parti olmadığıdır. Bu nedenle de uluslararası manipülasyonlardan medet ummakta, hatta, manipülasyonların piyonu haline gelebilmektedir. Bugün CHP-sistem özdeşliği ortadan kalkmış CHP yürürlükte olmayan 1930’lar Türkiyesi’nin hayaletiyle gezen bir hüviyete bürünmüştür

Cumhuriyet halk partisinin argümanlarına baktığımızda, hala korumacı refleksin etkileriyle hareket ettiğini görebiliriz:

l Bu bir sistem değişikliği değil, rejim değişikliğidir.

l Tek adam tek parti rejimi getirmektedirler.

l Ne pahasına olursa olsun bu duruma direneceğiz.

l Cumhurbaşkanlığı sistemi Erdoğan için getirilmektedir.

l Kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmaktadır. Ve denge denetleme sistemi olmayacaktır. (Ayrıca sistemin Türk tipi olması da CHP’yi rahatsız etmektedir.)

MHP beka sorununu gördü

Ak Parti başkanlık sistemini kendisi bir vizyon olarak ortaya koyduğu halde, 15 Temmuz darbe girişimimin ardından oluşan nezaket ortamında konuyu hiçbir şekilde tartışmaya açmadı. Darbe girişimi sonrası karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi doğru analiz eden Devlet Bahçeli, kanaatimce “Ülke bu kadar ağır problemle karşı karşıya kalmış iken bir de çift başlılık problemi ile uğraşmasın’’ düşüncesi ile beklenmedik bir anda “Fili durumu hukuki duruma döndürelim” çıkışı ile yeni anayasa ve Cumhurbaşkanlığı sisteminin fitilini ateşledi. Bahçeli’nin bu tutumu ülke çıkarları söz konusu olduğunda iktidar ve muhalefet  partilerinin bir araya gelebileceğinin de güzel bir örneği olmuştur. MHP’nin bu uzlaşma öneren tavrı, Türk siyasetinde alışılmadık tutum olduğu için CHP bu durumu oldukça yadırgamış ve MHP’yi saldırganlığa varan bir dille suçlamaya girişmiştir. MHP’nin temel argümanlarını ise şu şekilde özetlemek mümkündür:

l Ülkenin karşı karşıya olduğu beka sorununu gördük ve kangren olmuş yönetim ve çift başlılık sorununun çözülmesine katkıda bulunduk.

l Ülke menfaati söz konusuysa parti çıkarından vazgeçeriz.

l Bütün bu fedakarlıkları milletimiz için yapıyoruz.

l MHP’nin yeni anayasa sürecinde rol üslenmesi aynı zamanda HDP’nin tezlerine karşı bir tedbir anlamınada gelmektedir.

l Bizim bu tutumumuz ülkeye karşı hesabı olan dış güçlere verilmiş bir cevaptır.

Çözüm sürecinin sonucunda Türkiye Partisi olma iddiasıyla Türk halkından ve medyasından büyük destek alıp barajı aşan HDP, iradesini PKK’ya teslim ettiği için aslında siyaset dışı kalmış bir aktördür. Gelinen bu noktada HDP şikayetçi oldukları eski Türkiye savunucuları ile aynı siyaseti gütmek zorundan kalmıştır. Ve siyasetsizliği devam etmektedir.

Siyasi partiler hangi kamuoyu desteği ile süreci başlatacak? “Evet” tarafında duran Ak Parti ve MHP, kendi oy tabanlarının yanı sıra Cumhurbaşkanı’nın da kamuoyu desteğini yanlarına almış durumda. CHP ve HDP’den gelecek oy desteği ile de “Evet” oylarını artırma çabası içerisinde olacaklardır. “Hayır” cephesi ise, başta CHP oylarını HDP’nin oylarıyla buluşturup, MHP ve Ak Parti tabanından oy alma çabası içerisinde olacaktır. Henüz kampanya başlamadığı için süreç içerisinde argümanların nasıl kullanılacağını tahmin etmek güçtür. Referandumların temel karakteridir: Genel ve yerel seçimlerde olduğu gibi partiler keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılmaz. CHP’de “Evet”çi bir gurup olduğu gibi Ak Parti ve MHP seçmeninde de “Hayır” diyecek bir seçmen kitlesi mevcuttur. Bu durumun kampanyalarının daha yumuşak bir söylemle yürütülmesine vesile olabilir. Ülke gündemi araştırmasında “Referandumdan ‘Evet’ çıkarsa Cumhurbaşkanı adayı kim olsun?”sorusuna seçmenin yüzde 46’sı Erdoğan derken, ikinci sırada yer alan Kılıçdaroğlu ancak yüzde 4 oya oranına ulaşmaktadır.

Kampanya sürecinde, siyasi partilerin nasıl bir propaganda dili kullanacağını hep birlikte göreceğiz. Lakin hem “Hayır”cıların hem de “Evet” cephesinde yer alanların, karşı cepheden ikna edebileceği seçmen kitlesinin varlığını düşünerek, yapıcı bir dil kullanmalarında fayda olduğunu söylemek gerek.

[email protected]