Suriye’de bir déjà vu hikayesi

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Bahçeşehir Kıbrıs Üniversitesi İİSBF Dekanı
21.04.2018

13 Nisan saldırılarında Suriye’de rejim değişikliğinin istenmediği açıklandı. Toz duman arasında konunun uzmanları, Esad’ın ileride yeniden kimyasal silah kullanabileceği olasılığını dillendirdi. Sahada askeri denge değişmedi. Öyleyse, bu ‘cici’ füze gösterisinin amacı neydi? ABD, Birleşik Krallık ve Fransa kimlere, nasıl bir mesaj vermek adına ‘sınırlı’ bir operasyon için çuval dolusu para harcadı? Bu üçlü saldırının gerçek hedefi neydi/kimdi/kimlerdi?


Suriye’de bir déjà vu hikayesi

ABD liderliğinde Fransa ve İngiltere, 13 Nisan sabahı Suriye’yi vurduğunda pek çoğumuz yaklaşık bir sene önce gerçekleşen Suriye rejimine yönelik Tomahawk saldırılarını hatırladık. Trump, o zaman yeni iktidarına kavuşmuştu ve ülkeyi başkanlığının arkasında birleştirmek için Obama’nın pembeleşen kırmızı çizgisini, yani rejimin gerçekleştirdiği kimyasal silah saldırılarını kullanmıştı. ABD’nin cezalandırma gücünü sık sık kullanarak caydırıcılığı güçlendireceğini beklediğimiz günlerdi. Sonra köprünün ardından çok sular aktı; Trump ne yaparsa yapsın Amerikalıları kendi kanatları altında birleştiremedi. Amerika dış ve güvenlik politikası twitokrasi ile dört yıldızlı generallerin ellerini ovuşturdukları masalar arasında gidip geldi. Cezalandırma ve ceza tehdidi savurma konusunda Trump ekibi hiçbir sorun yaşamadı ama caydırıcılık hep sorunlu bir mesele olarak kaldı. Nitekim, bu son saldırının da ne kadar “caydırıcı” olabildiği konusunda uzmanlar şüphe içerisinde. Mattis, “Esed’in dersini aldığı” yönde açıklamalar yapadursun -çünkü Rejimin Suriye’de ürettiği ve depoladığı kimyasal silah tesislerine yönelik bu tek seferlik ve sınırlı saldırı oldukça yoğun akıllı füze saldırılarını kapsıyordu- kimyasal silahın kullanıldığı söylenen Doğu Ghuta Rejimin eline geçti. Esed, saldırının ertesi günü saraya girişini gösteren bir video yayınladı ve vuran da vurulan da başarılı ve kararlı olduğunu ilan etti. Sahneye çıkan asıl aktörler, bir Shakespeare oyunundaymışçasına birden sahneye doluşup söyleyeceklerini söyleyip dağıldılar. Sahne; ölen, her gün tekrar tekrar ölen Suriyelilere kaldı.

Akıllı silah, aptal silah

Hatırlanacaktır, 2013 senesinde Rusya Devlet Başkanı Putin Esed’i Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütüne (OPCW) üye olmaya ikna et-miş, Rejimin elindeki kimyasal silah stokunun yok edileceği sözü verilmiş, tüm bunlar üzerine de “kırmızı çizgi” konuşmasının üzerindeki mürekkep kurumadan Obama Esed’in kimyasal silahlarla insanları öldürdüğünü unutuvermişti. Üstelik Suriyelilerin kaderi de değişmemişti. OPCW Esed’in elindeki kimyasal silahları imha ettiğini duyururken, Rejim, yeni, güzel ve akıllı silahlarla değil, en “aptal silahlarla” (dumpbombs), varillerin içine doldurduğu mazot ve çivilerle insanları gerçek anlamıyla paramparça ediyordu. Suriye iç savaşı gibi melezleşen çatışmalar askeri güçsüzlüğü halkı terörize ederek kapatmaya çalışan pek çok aktörü de açığa çıkartır. Nitekim, Rejim de konvansiyonel, aptal silahlarla yaratılan terör yetersiz kalınca, kimyasal silahları da abluka ve açlık silahını da yeniden kullanmaktan çekinmedi. Suriye her anlamıyla (açlık, hastalık, yıkıntı, kimyasal silahlarla öldürme) çirkin ve aptal silahların hakimiyetinde Orta Çağ’a dönüş yaparken, Batı, bu resimde inatla kimyasal silahların kullanımını seçmek, görmek, protesto etmek konusunda ısrarcıydı. Görünen o ki, “gelişmiş dünyanın” tabu bozucu silahların kullanımı konusundaki hassasiyetini küçümse-memeliyiz. Milyonlar ölebilir ama “kimyasal tabuya” halel gelmemeli. Nitekim geçen sene Nisan ayında Trump, Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasını caydırmak için neredeyse herkesin desteğini alarak Akdeniz’deki donanmasından 59 adet Tomahawk ateşledi. Milyonlarca doları havaya savururken, ABD yine akıllı ve cici silahlarını bir yeni Orta Çağ savaş alanında kullanıyordu. Sonuç; Esed rejimi kimyasal silah kullanmaktan dahi caydırılamadı. 13 Nisan sabahı saldırıları ne kadar caydırıcı olur, bilinmez. Tabii niçin caydırıcı olsun diye de sorulabilir. Nasılsa, her saldırı sonrası, hedefin Esed’i koltuğundan etmek olmadığı itinayla açıklanıyor.

Şam ile Tel Aviv kazandı

13 Nisan sabahı Batılı üç müttefikin askeri operasyon öncesi Suriye’de vurulacak alanları kararlaştırırken bir hata yapmamak adına -ve tabii ki Rusya ile olası bir sıcak çatışmayı önlemek için- deescalation line denilen Rusya ve ABD arasındaki gerilim azaltma hattından Moskova ile haberleşmeyi tercih ettiler. Bu da, bize iki nükleer güç arasındaki caydırıcılığın hala aynı klasik mantıkla işlediğini gösteriyor. Suriye’deki Rus kuvvetlerine ve/veya Esed rejimine yapılacak bir saldırının Moskova tarafından karşılıksız bırakılmayacağı düşüncesi hem Batılıları hem de Kremlin’i -bütün sert açıklamaların ötesinde- temkinli davranmaya itti. Sonuçta bugünün güçler dengesi, savunma-saldırı teknolojileri ve maliyeti düşünüldüğünde iki büyük nükleer güç arasında yaşanabilecek konvansiyonel/sınırlı nükleer tırmanma umulmadık maliyetler, bölgesel ve küresel düzeyde istenmeyen güç dengesi değişimleri yaratabilirdi. Bu nedenle de aslında yüzlerce senaryo üzerinde çalıştığı söylenen Trump ekibinin elinde kalan, S. Walt gibi uluslararası ilişkiler uzmanları tarafından “anlamsız” olarak değerlendirilen bu operasyon oldu. Operasyon dengeleri değiştirmekten o kadar uzaktı ki sosyal ve görsel medyadan nerelerin vurulacağını öğrenip Şam’da balkonlardan seyredenlere rastladık.

Ancak, unutulmaması gerekir. Batılı üç müttefikin Nisan saldırısı bazı sonuçlar da üretti. Belki ironik ama asla şaşırtıcı değil, bu saldırıdan ilk faydayı Esed rejimi çıkardı. Déjàvu… Tıpkı 2013 senesinde OPCW ile yapılan kimyasal silahların imhası anlaşması sonrasında olduğu gibi Müttefiklerin cezalandırma saldırısı Esed rejimine sahada gücünü pekiştirme imkânı sağladı, çünkü bu sınırlı operasyonla Esad rejiminin askeri tesisleri, hedefimiz kimyasal nidalarıyla, aslında hedef dışında bırakıldı. Saldırıdan yararlanan diğer aktör ise aynı 2013 senesindeki konjonktürdeki gibi İsrail oldu.  Bugün 103 Tomahawk füzesi İsrail’i rahatlatan bir sonuç üretti.

Saldırının siyasi hedefi

13 Nisan saldırısının askeri açıdan anlamsızlığını en iyi kanıtlayan gerçeklik, Şam ve Tel Aviv’in memnuniyeti ise de bu kadar Tomahawk’ın boşuna atıldığını söyleyemeyiz. Elbette operasyonun siyasi bir hedefi vardı ve Trump, yine, bir füze ile birkaç kuşu (örneğin Rusya, İran, Kuzey Kore) vurmak derdindeydi.

Bilindiği gibi, Trump yönetime geldiği ilk aylarda savunduğu Rusya ile yakınlaşma siyasetini kısa süre içinde terk etmiş ya da terk etmek zorun-da bırakılmıştı. Trump’ın bu noktadan sonra izlediği politika, bir zamanların dual-containment (çifte çevreleme) politikasını hatırlatıyor. Bu sefer hedefte İran ve Rusya var ve amaç sadece çevrelemek değil. Amaç, Moskova ve Tahran yönetimlerini iktisadi, ticari ve askeri hatlarda sıkıştırarak, bugüne kadar elde ettikleri kazanımları bırakmaya zorlamak. Yani iki merkeze yönelik ABD liderliğinde bir çifte kıskaç politikası devreye sokulmuş gözüküyor. Bu bağlamda, Washington sadece İran ve Rusya’ya yönelik çeşitli baskı araçlarını devreye sokmadı, çifte kıskacın burgularını sıkacak Avrupa ve Ortadoğu’da yüzünü Trump Amerikası’na doğru dönmüş bir yeni işbirliği kuşakları oluşturdu. Saldırı üçlüsünün Avrupa ayağı da (İngiltere, Fransa), Saldırı üçgenin ihtiraslı ama çok güçlü olmayan aktörleri de (Mısır, Suudi Arabistan, Güney Kıbrıs hatta Yunanistan) bu işbirliği kuşağında yer almaya gerek ikna edildiler, gerek zorlandılar, gerekse de güle oynaya kervana katıldılar. Bu kervanın yolunun askeri olarak anlamsız bir saldırı çerçevesinde Suriye’ye düşmesi, sonuçta ABD’ni ve İsrail’i rahatlatmaları hiç şaşırtıcı değil. Saldırı, Rusya ve İran’a dikkat kervan geliyor mesajı gönderirken, kervanın peşindekilere de merak etmeyin kervanın başında ABD var seslenişiydi. Zaman zaman çifte kıskaç kervanında dalgalanmalar olmuyor değil. Suudi Arabistan halkına Filistinlileri neden/niçin unuttuğunu anlatmakta zorlanıyor; May’in iç politikada huzuru yok; Macron mutlaka Trump’ın önüne geçmek istiyor ama Merkel’in gölgesi omuzlarında; Güney Kıbrıs ve Yunanistan Rusların delici bakışlarını hissediyor… Tüm bu sıkıntılar yetmezmiş gibi, Trump Suriye’den çekileceğiz açıklamaları yapıyor. Kervan, huzursuz. Oysa onları rahatlatalım, kazançlı mı çıkarlar, zararlı mı çıkarlar bilinmez ama şöyle bir gerçeklik var: ABD’nde başkan kim olursa olsun, ne isterse istesin ABD’nin Ortadoğu’da değişmeyen çıkarları ve hedefleri var. Öncelikle hiçbir aktörün bağımsız hareket etmesine izin vermeyecek şekilde güçsüzlerin ve parçalanmışların ya da biat etmişlerin Ortadoğusunu hayal ediyor. Bu bölgesel konjonktürü garantilemek için de kimi zaman (2003 Irak işgali) kitle imha silahı ya da terörizmi bahane ederek bizzat askeri olarak bölgeye müdahale ediyor, kimi zaman da o vekili bu vekile ikame ederek (Suriye/Libya) ülkede süregiden kan gölünün kan okyanusuna dönüşmesini seyrediyor. Sorun şu ki, bölgede ya da bölge dışında kervanın katarı olup zayıflamak ile kervanın dışında parçalanmak arasında tercih yapmayıp, en azından belirli meseleler üzerinden kendi yollarını çizen aktörler oluyor. Nitekim, tüm baskılara rağmen, Astana-Soçi-Ankara süreci bu bağımsız yollardan Suriye’de siyasi çözüme en yakın oluşum olarak ortaya çıktı.

Astana-Soçi-Ankara 

ABD yönetimi uzun bir süre Suriye’deki iç savaş-parçalanma dinamiğini kolay bir lokma olarak gördü. Nasıl olsa PYD/PKK’yı kendine vekil ve peyk haline getirmekte zorlanmadığı bir siyasi konjonktürdeydi. Obama’dan Trump’a Pentagon, Afrin zaferinden sonra başarılı olup olmadığı çok tartışmalı hale gelmiş eğit, donat, moral destek ver formülüyle (maliyeti; 103 Tomahawk etmiyor bile) devşirdiği PYD/PKK varlığını, Suriye’nin siyasi geleceğinde parçalanmayı güçlü bir olasılık olarak tutmak için kullandı. Ankara ise Washington’un Suriye’nin kuzeyinde oluşturmak istediği bu terör kuşağı stratejisine Cerablus, Fırat Kalkanı ve nihayet Zeytin Dalı askeri operasyonları ile ciddi olarak ket vurdu. Tabii, Türkiye’nin bu askeri başarısının arkasında Ankara’nın bugüne kadar sürdürmüş olduğu aktif siyasi denge politikası ve bu politika çerçevesinde geliştirdiği Türkiye-Rusya-İran seçici işbirliği ilişkisi vardı. Astana-Soçi-Ankara süreçlerinde taraflar her konuda anlaşamasalar bile Suriye’de ABD’nin yarattığı tehdidin dengelenme-sinde anlaştılar. Bu anlayış birliği ve Astana üçlüsünün Suriye’de bazı noktalarda çatışmaları azaltarak siyasi bir çözüm üzerine odaklanması Washington’u oldukça rahatsız etmişti. ABD, Türkiye’nin Rusya ve İran’la geliştirdiği bu işbirliğinin sağladığı bazı avantajlar aracılığıyla PYD’nin Suriye ve Irak’taki mevcudiyetini yok etme niyetinde olduğunu bildiği için hem Türkiye’yi hem de ayrı ayrı Rusya ve İran’ı sıkıştırmak istedi. Bu bağlamda, önceliğini Astana-Soçi sürecini bozmaya verdi ve çeşitli enstrümanları devreye soktu. Geçtiğimiz günlerde Macron, belki de Merkel ve Trump arasında sıkışmaktan ya da Batı menşeili dergilerin kapaklarına çıkmanın getirdiği heyecandan, 13 Nisan saldırısının da böyle bir enstrüman olduğunu açıklayıverdi. Gerçekten de saldırı sadece Rusya ve Türkiye’nin arasını kimyasal silahlar üzerinden açmayı hedeflemiyordu, aynı zamanda ABD-İngiltere ve Fransa’nın yer almadığı Astana-Soçi-Ankara sürecini devre dışı bırakarak, yerine sonuca ulaşması mümkün görünmeyen Cenevre sürecini ikame etmek de hedefiydi. Eh bu arada Rejim güçlenebilir, çatışmalar artabilir, Suriye daha istikrarsız hale gelebilir, insanlar daha çok, daha çok ölebilir. Ne gam, Trump doların kazandığı değerden, Fransa ve İngiltere’de kendi cici silahları üzerinden hem silah pazarlarına selam çakmaktan hem de Suriye’ye geri dönmekten mutlu. Astana üçlüsünün arasına kama sokma çabaları aslında 13 Nisan saldırısıyla da başlamadı. Birkaç hafta önce ABD yönetiminin Ankara’ya hitaben Türkiye’nin S-400 füzeleri alması durumunda Washington’un yaptırım uygulayabileceğini söylemesi ve hatta ortak üretilen F-35’leri de teslim etmeyeceklerini ifade etmesi hiç de rastlantısal değil. ABD’nin, desteklediği PYD’ye yönelik Fırat’ın doğusuna da operasyon yapmak hedefinde olan Türkiye’yi caydırmak için kullandığı daha pek çok sopa -ve daha az havuç- var. Washington, daha şapkasından ne çıkara-bilir derken, bölgeden Türkiye’yi kopartmak için yeni bir icat daha ortaya attı: Arap Gücü. Duyumlara göre, Washington Arap Gücü olarak lanse edilen bazı Arap ülke askerlerini Türkiye sınırlarının güneyine Ankara’ya karşı yerleştirme planları yapıyor. Maya, vekil olan PKK/PYD ile tutmayınca ABD şimdi yeni formüller peşinde koşuyor. Bu maya tutar mı? Fırının başında Astana üçlüsü olduğu müddetçe, Türkiye kendi sınırlarının hemen ötesinde hiçbir tehlike kuşağına izin vermeme kararlılığında olduğu müddetçe tutmaz. Macron’un heyecanlı çıkışından sonra İran, Rusya ve Türkiye’den gelen açıklamalar, üçlünün yoluna devam ettiğini gösteriyor. Arap Gücü gibi ABD kervanının son katarı olmaya heveslenenlere de nasıl bir işe bulaşacaklarını göstermek için Yemen’e bakmalarını tavsiye etmek yeterli. 

[email protected]