Suriyeli misafirler, göçün kutsiyeti ve millet olmak

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü
15.09.2018

Göç, insanoğlunun var olma hikâyesinin bir başka dildeki adıdır. İlk atamız olan Hz. Âdem’in bu dünyaya gelişi, yerleşmesi ve bıraktığı mirası, sadece göç metaforu üzerinden okumak dahi mümkündür.


Suriyeli misafirler, göçün kutsiyeti ve millet olmak

İnsanın, şeytana ilk uyuşu ve yaradana isyan ile başlayan göç serüveni ilk günahla (katliamla) da dramatik bir hal alır. Yeryüzüne düşen ilk kan damlasının bir kardeş kanı olması da hikayenin en dramatik sahnelerinden birisidir. Kardeşini katleden Kabil’in onu nasıl defnedeceğini bilmemesi ve işlediği günahın altında ezilerek çaresizce, kardeşinin cenazesini günlerce sırtında taşıması hikayenin yeni başlangıca evrilmesine de işaret eder. Hikaye bizim hikayemiz. Kendimizi tanıma ve bu dünyayı dönüştürme, mamur kılma, bir ömür boyu hasretini çektiğimiz o kusursuzluk diyarının, yani cennetin peşinden gitme çabasıdır bizimkisi. Cennetin buraya taşınamayacağını bildiğimiz halde burayı bir cennet mekana dönüştürme paradoksu ile var olmamız arasındaki illiyet rabıtası bizi hep göç eden bir varlık haline getirmiştir. Büyük bir göç dalgasıdır insanlığın hikayesi. Ve vardır her bir medeniyetin bir göç hikayesi. Her bir peygamberin, her bir semavi dinin ve de her bir hikmet ehlinin bir göç hikayesi vardır.

İnsanın ve insanlığın yaşam tarihinde doğal bir süreç olduğuna inanıp zorunlu bir gerekçe çıkmadığı zaman bile “Ben yine de bu fıtratın gereğini yerine getirip bir yere göç etmeliyim” diyen insanlar az değildir çevremizde. Çünkü bu hareketliliğin (hicretin) insanın fıtratının doğal bir parçası olduğuna inanılır. Zira biz, asıl ait olduğumuz mekandan sürgün edilmişiz ve büyük şair Sezai Karakoç’un deyimi ile de; “Güneşi bahardan koparıp/Aşkın bu en onulmazından koparıp/Bir tuz bulutu gibi/Savuran yüreğime/Ah uzatma dünya sürgünümü benim” diye yalvarırcasına o hasreti çekmekteyiz.

Hicretin 1440. yılı

Sosyologlar göçü ikiye ayırır; tabii-isteğe bağlı olan ile zorunlu olan. Ancak bugüne kadar yapılan tüm araştırmalar her ikisinin de dinamik bir yapı oluşturduğunu göstermektedir. Yani zorla yerinden edilmenin de kendi isteğiyle göç etmenin de yeni bir durumu, canlı bir dönüşümü beraberinde getirdiği görülür. Göç, İslam geleneğinde kelime anlamının dışında ıstılahi bir karşılığı da olan ve “hicret” olarak kavramsallaşan etik bir sosyal alana ve tutuma işaret eder. Bu hafta hicretin 1440. yılına girdik. İslam toplumu, Hz. Peygamber efendimizin Mekke’den Medine’ye göç etmesini zamanın başlangıç parametresi olarak kabul etmiştir. Yeni bir başlangıç olmanın ötesinde zamanın hesaplanmasında ve zihne yerleştirilmesinde bir referans noktası olarak kabul edilmiştir.

Keza bizim yaşadığımız coğrafyanın da son derece dönüştürücü, etkileyici ve yine bir o kadar da dramatik olan bir göç hikayesi, göç hikayeleri vardır. Türklerin Anadolu’ya gelişi ve Anadolu’dan tüm dünyaya yayılışları da büyük bir göç hikayesidir. İşte yukarda bahsettiğimiz hicretin içerdiği değer ve doğurduğu sonuçlar dolayısıyla toplumsal kabul ve değerlendirmelerdeki yeri de farklı olmuştur. Konuya ilişkin kavramların işaret ettiği her bir sosyolojik kategori için İslam dininde özel bir hukukun varlığı, durumun ciddiyetine işaret eder. Yolcu, komşu, ensar ve muhacir gibi her bir sosyal kategori için Müslümanların gönlünde özel bir merhamet odasını inşa eden temel faktör maddi değil tamamen uhrevidir.

Vatanseverlik nedir?

Konuyu fazla uzatmadan Suriyeli göçmenlere getirmek istiyorum. Malum bizim ülkemizde yaklaşık olarak 3,5 milyon Suriyeli ağırlanmaktadır. Bu konu yukarda bahsettiğimiz iki ana alan üzerinden ele alınmayı gerektirir. Biri siyasi diğeri de insani ve imanidir. Anadolu’daki her bir inancın sahibi insanlar, komşularının başına bir felaket geldiği zaman onlara hem evlerini hem de hem yüreklerini açmışlardır bugüne kadar ve muhtemeldir ki bundan sonra da böyle devam edecektir.

Kendileri de bu hikayede yer alan bir aktör olduklarını unutmuş değillerdir. Keza İslam kardeşliğinin neleri içerdiğini ve Hz. Peygamberin hicrette sonra ashabına muhacilerle ilgili buyruklarını da ayrıca bir kez daha hatırlatmaya gerek yok.

Suriyelilerin burada misafir edilmesinin ekonomik olarak bize kattıkları değerin maddi boyutunu rakamsal olarak gözlerimizin önüne seren bir veri belki yok ama bugün Türkiye’nin pek çok ilinde tarımda, inşaatta, sanatta ve dahi zanaatte çok önemli bir rol üstlendiklerini her gün karşılaştığımız bir örnek olayla görüyoruz. Suriyeli misafirler buraya gelmeden önce özellikle Şanlıurfa ve Gaziantep bölgesinde zeytin mahsulünü toplayacak işçi bulamayıp onlarca yıllık emeğinin telef olması karşısında oturup çaresizlikten ağlayan çiftçiler bilirim. Medeniyetimizin şiirsel alanı olan taş işlemeciliği ve taş yapı işinin kaybolduğu bir dönemde geleneksel mimarinin Nuh’u oldular.

“Suriyeliler Türkiye’den defolsun” diyen kafatasçı faşistlerin geçmişinde bir göç hikayesinin olup olmadığına hiç girmeye gerek yok. Zira muhakkak vardır. Ancak burada dikkate değer olan konu şudur: Bu tarz bir tutum içinde olanlar sözümona kendilerini daha vatansever olarak görmektedirler.

Peki madem ki siz bu ülkeyi daha çok seviyorsunuz niçin bu ülkenin bir gelecek zaman aktörü olması için bugün bazı külfetleri içeren bu politikasını benimsemiyorsunuz? Savaş sonrası belirlenen yeni hakimlerin oluşturduğu sosyo-ekonomik düzenin, bloklaşan dünyanın kapitalist tarafında kalanların ihtiyaç duyduğu işgücünü ithal etme isteğinin özellikle geri kalmış ülkelerde karşılığını bulmasının, ekonomik göç ile 20. yüzyılı şekillendiren ve zamanımızın demografisini oluşturan en önemli kuvvet olduğunu bizzat bilen bir ülkeyiz biz.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu coğrafya için çizilen sınırların temel hedefi yenidünyanın beşeri ideolojilerine birer vatan bulmaktı. Sosyalizm ve kapitalizm için hem vatan oluşturmak hem de bu ideolojilere yaşama imkanı sağlayan insan kaynakları oluşturmaktı esas gaye. İşin gerisi teferruattır. Bakmayın siz ara sıra karşımıza çıkan Hıristiyan teolojisi ve Yunan mitolojisi karışımı muhayyel hümanist iddiaya. Bu iki fikrin (kapitalizm ve sosyalizmin) yaşayabilmesine giden yolun kaostan geçtiğini bal gibi biliyorlardı. Daimi kaos için keşfedilen ise milliyetçilik oldu. Faşizm her iki ideolojinin de hem arkadaşı hem de düşmanıdır. Sosyalizmin bir güneş gibi gelip bir an önce doğması için onca insan katliamı ile Afrika’nın yer altı ve yer üstü bütün canlı ve cansız varlıklarının sömürülmesine giden yolda gerçekleştirilen katliamların arkasındaki felsefe de aynıdır.

Talip artar, bereket artar

Uzatmaya hacet yok, bu iki fikrin yaşayabilmesine giden yolda toplumsal ifsad için faşizm, zorbalık için ulus devlet icat edildi. İnsanoğlunun kadim hikayesinin asıl rotasında mevcutlu bulunan millet ve devlet, yedeğinde kaosla yeniden teşekkül ettirildi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu işleri planlayan Birleşik Krallık haricindeki bütün milli devletlerin en önemli hassasiyetlerini sınırlar üzerinde geliştirmesi bir zorunluluktan kaynaklanmıyor elbette.

Özellikle İmparatorluk döneminin son temsilcisi olan Osmanlının bakiyesi olan topraklarda sınırlar çizilirken millet hassasiyeti (ki burada millet kavramının tam olarak neye referansta bulunduğu da bir türlü netleştirilmediği halde) bütün değerlerin üstünde hemen hemen tek motivasyon olarak etkili olmuştur. Öyle ki kutsal devlet üstün millet (ırk) fikrinin parıltılı ve abartılı ve bir o kadar da hoyrat akımı Nazizme kadar uzanmış tarihin en büyük ve en gaddar savaşının ateşini bu fikir yakmıştır.

Elbette II. Dünya Savaşı’nın tüm günahını Alman Şansölyelerinin üzerine atmak haksızlık olur. Sanayi devrimi sonrası kabaran üretim iştahına kapılan her bir aktörün (Avrupa, Amerika ve Japonya’nın) bu işte parmağı vardır. Peki 1960’ların başında göç veren Türkiye’nin son yıllarda göç almasının sebebi sadece etrafında süregelen savaşlar mıdır? Hiç öyle düşünmüyorum. Savaşın elbette tetikleyici bir katalizör etkisi olduğu yadsınamaz ancak ekonomik olarak devinen Türkiye’nin işgücü ihtiyacının bu göç dalgası ile yeniden dizayn edildiğini görmezden gelmek sosyolojik olarak eksik bir değerlendirme olur. Son günlerde savaş mağduru Suriyelilerin kapı dışarı edilmesi gerektiğini vandal bir dille söyleyen hatta bunu başkanlık seçim kampanyası ile alakalı vaade kadar götüren aklın bu sığlıktan nasibini aldığını görmek gerekir.

Bu konunun gayri insani ve ahlaki bir eksende konuşulması, sadece sığ bir düşünceye işaret etmez, aynı zamanda hem beniademin hem de bu coğrafyanın sahip olduğu temel parametreleri yok saymak demektir. Suriye’den gelenleri sadece bugünün sosyoekonomik koşulları içinde değerlendirmek kelimenin tam anlamıyla tarihe ve topluma karşı fırsatçılık olur. Bugünlerde “Türken Raus” slagonı atan faşist Almanlar ile Suriyelileri kapı dışarı etmek isteyenler arasında bir fark var ve o da buradakilerin daha kindar olması. Zira ülkeye gelen bunca Suriyeli, ne toplumsal değerleri ne de ahlaki-dini gelenekleri değiştirecek ya da tehdit edecek bir etkide bulunmadı.

Son olarak, bu konuya ilişkin her tartışmada bizler tüm bu analizleri bir kenara bırakıp şu soruyu kendimize sormalıyız: Göçün yönü maddiyattan ziyade güven duygusuna doğrudur hep. Suriyeliler niçin yanı başındaki görece daha yakın olan akrabalarına, Arap ülkelerine değil de Türkiye’ye yöneldiler? Eğer cevabımız ülkemizin büyüklüğü, milletimizin alicenaplığı ve romantik emperyal duygularıdır diyemiyorsak o zaman hangi büyük devlet idealinden bahsedebiliriz? Asıl olan Suriyelilere “defol” demek değildir. Bu yeni sosyolojik olguyu idare edecek ve planlayacak bir devlet aklı ortaya koymaktır. Bu insan gücünün entegrasyonunun zemini üzerinde söylenecek her sözün değeri elbette ki “evinize dönün” sözünden çok daha kıymeti vardır. Bu kıymetin anlamı, kaşık salladığımız çorbanın talipleri çoğaldıkça bereketinin artması ile açıklanabilir.

@mazharbagli