‘Tanzimat’tan beri arıyoruz, artık bulalım’

Serkan Yorgancılar / Gazi Üniversitesi-Öğretim Görevlisi
15.09.2018

Sistem tartışmaları bir sonuç doğurduğu, bir sorunu çözdüğü ve somut bir adım atıldığı sürece elbette faydalıdır. Ama herkesin farkında olması gereken küçük bir gerçek var: Sistemi değiştirmeye gücümüz yetmeyebilir ama sınıfımızı, ders verme yöntemimizi, öğrencilerimizi değiştirmek bizim elimizde.


‘Tanzimat’tan  beri arıyoruz, artık bulalım’

Eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda yürütülen tartışmalar bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de uzun süredir tartışılmaktadır. Eğitim sistemi, temel sorunları çözmüş, ileri teknolojileri daha kolaylıkla kullanabilen, eğitmenlerinin refah düzeyini yükseltmiş ve onların sosyo-ekonomik sorunlarını çözmüş ülkelerde diğer ülkelere göre daha oturmuş bir durumdadır. Ancak Türkiye gibi birçok ülkenin eğitim sistemi üzerinde arayışları devam etmektedir. Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un da ifade ettiği gibi “Tanzimat’tan beri arıyoruz, artık bulalım”.

1 Ağustos 1933 tarihi Türk yükseköğretimi açısından önemli bir tarihti. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip yapmış olduğu konuşma ile yeni kurulan İstanbul Üniversitesi’nin eski Darülfünun ile hiçbir alakası olmadığını, geleneğini kendisinin başlattığını söylüyordu. Bu tarihte Osmanlı İmparatorluğunun yükseköğrenim kurumu olan Darülfünun artık tamamen kapatılıyor yerine ise modern anlamda bir üniversite kuruluyordu. Reşit Galip bu konuşmada bu müessesenin Türkçe bir isim bulununcaya kadar üniversite adını taşıyacağını da ifade etmişti. Aradan tam 85 yıl geçmiş olmasına rağmen Reşit Galip’in Türkçe isimlendirme hayali gerçekleşmedi. Belki bu hayalin yarım kalmasındaki en büyük sebeplerden birisi Reşit Galip’in gözden düşerek ya da rahatsızlığı nedeniyle bakanlık koltuğunu Hikmet Bayur’a devretmek zorunda kalması olabilir. Bakanlığı 1932 yılında Esat Bey’den devralan Reşit Galip, 11 ay bu koltukta kalabilmiş, bakanlığı devrettikten kısa bir süre sonra 1934 yılında 41 yaşında da ölmüştür.

Darülfünun’un inkılapları savunma noktasında yetersiz kaldığını düşünen İstiklal Mahkemeleri azası Reşit Galip, yeni üniversitenin en önemli niteliğinin milliliği ve devrimciliği olduğunun altını çiziyordu. Elbette yeni üniversitenin hocalarının çoğunun Almanya’dan gelen yabancı hocalar olduğu akılda tutulmalı ve bu hocalarında derslerini birer tercüman aracılığıyla verdiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu dönemde kendileriyle sözleşme yapılan yabancı profesörlerin sayısı 36’dır.  Yabancı hocalarla yapılan sözleşme şartları da önemlidir. Beş yıl içerisinde Türkçe öğrenme ve devlet tarafından kendilerine verilen görevlerde ücret almama şartı... İlerleyen yıllarda eğitim sistemi için gerekli ders kitapları ve müfredat oluşturma şartı da yabancı hocalar için bir zorunluluktu.

Emin yerine rektör, fakülte reisi yerine duayen denilirken profesörler ordinaryüs, öğretmenler profesör, muavinler de doçent olarak isimlendirildi.

‘Ortaçağ izolasyonu’

Türk inkılabının ideolojisini yeni üniversitenin işleyeceğine inanan kurucu kadroların Darülfünun’dan rahatsızlıklarının nedeni de aslında köklü değişimler karşısında yeterince aktif rol almadığına olan inançlarıydı. Yeni kurulan genç Cumhuriyet’te politik ve toplumsal değişimler yapılırken, iktisadi ve siyasi değişimler yaşanırken, hukuk ve dil reformu yapılırken Darülfünun’un yaşananlar karşısında seyirci kaldığını düşünüyorlardı. Hatta bu değişimler karşısında Darülfünun’un sustuğu, ortaçağ izolasyonu ile tamamen kabuğuna çekildiği iddia ediliyordu. Muhafazakâr muhayyile Cumhuriyetin kurucu kadrolarının yükseköğretime karşı yönelttikleri bu tavrı yıllarca kınadı, ancak Yeni Türkiye tartışmalarının yaşandığı süreçte muhafazakârların benzer eleştirileri yükseköğretime karşı yapmış olmaları tarihin bir tenakuzu mudur bunu zamana bırakıyoruz.

Bu kapsamda hükümet acilen harekete geçti ve 1932 yılında yükseköğrenimde reform çalışmaları için bir rapor hazırlaması amacıyla Alman Prof. A. Malche davet edildi. Aslında Malche’nin raporu Darülfünun hocalarının kalitesi konusunda dönemin maarif vekilinden farklı şeyler söylüyordu. Malche’ye göre hocalar Avrupa’daki meslektaşları ile gerek ilim gerekse kabiliyet yönlerinden aynı ayardaydı. Sorunun temelinde dil eğitimi, müfredat, laboratuarlar gibi konular mevcuttu.

Darülfünun’unda bu dönemde 88 profesör, 44 doçent ve 2 bin 500’ün üzerinde öğrenci bulunmaktaydı. Cumhuriyetin başkenti olan Ankara’da ise 1982 yılında Gazi Üniversitesi’ne dönüşecek olan ve 1926’da Ankara’da kurulan “Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” vardı. Bilimsel ve düşünsel özgürlüklerle birlikte akademik özgürlükler de 1922 ve 1924 yıllarında yapılan yasal düzenlemelerle garanti altına alınıyor ve üniversite bir tüzel kişilik olarak tanınıyordu.

Kötü Avrupa taklitleri

Süreç içerisinde yükseköğretimde çok fazla değişiklik yapıldı. Her değişiklik kamuoyunda ve ilgililer nezdinde birbirinden farklı tartışmalara neden oldu. Yükseköğretim gençliğinin şiddet içerikli gösteri ve eylemleri nedeniyle eğitim/öğretim hayatı defalarca kesintiye uğradı. Yükseköğretimi şiddet eylemleri için kullanarak, üniversiteleri askeri ve polisiye tedbirlere açık hale getirenler aslında eğitim/öğretimde beklenen değişimlerin geriye gitmesinin de baş müsebbibidir. Yükseköğretim kurumlarını kendi siyasal söylemleri için hâkimiyet alanı kurulması gereken bir “cephe” olarak algılayan her tür zihniyet, kendi egemenlik alanlarında “ötekine” hiçbir zaman yaşam hakkı tanımamıştır. Özgülüğü herkes kendisine talep ederken, ötekine öfke, şiddet ve nefret sunmuştur. Elbette, yükseköğretimde yaşanan sorunların temel sebebini geçmişte yapılmış olan eylemlere bağlama kolaycılığına gidecek değiliz. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen istenilen düzeyde iyileştirmeler yapılamıyorsa bu durumun çok daha farklı nedenleri olması gerekir. Ne köy enstitüleri hayalleri ne de tekke/zaviye/medrese güzellemeleri sorunun çözümüne hizmet edecektir. Batı Avrupa veya Amerikan modellerinin kötü taklitleri de işimizi çözmeyecektir. “Bu iş Amerika’da böyle yapılıyor, adamlar bu işi çoktan çözmüşler”, “Avrupa’da bu işler öyle olmuyor” gibi öneri sunduklarını zannedenlerin beylik laflarını dinlemekten yorulduk artık. Birkaç özel üniversite ya da birkaç başarılı, isim yapmış üniversite modellemelerinin de genellenemez olduğunu onlarca yıla yayılan yorucu tecrübelerimizden anlamış olmamız lazımdı.  Bugüne kadar kullanmakta olduğumuz birçok değerlendirme ölçütümüzün masaya yatırılması ve işe yaramayan, başarı sağlamakta zorlandığımız, kendisi dışında başka bir yere uyarlanamayan modeller yerine çok daha basit ve sıradan dokunuşlarla daha güzel sonuçlar elde edebiliriz. Yükseköğretimde çabamız ve arayışımız bu yönde olmalı.

Bütün bunlarla birlikte eğitim-öğretimin olumsuzluklarına odaklananlar, hiçbir olumlu adım ve iyileştirmeyi de görmemektedir. Onlara göre Türkiye her yönden kötüye gitmekte, yapılan her iyileştirme yanlış, atılan her adım eksik, bütün düzenlemeler kötü. Bu düşünceye sahip olanların yaptığı itirazlarla 100 yıl önce yapılmaya çalışılan reformlara karşı yapılan eleştiriler ne kadar da benzer oysa.

Niceliksel artışlar

Örneğin Yükseköğretim Kurumu’nun yayınlamış olduğu güncel istatistikler incelendiğinde niceliksel artışlar çok net bir biçimde görülmektedir. 2018 yılında ÖSYS’ye başvuran aday sayısı 2 milyon 381 bin 412 olmuş. Toplam kontenjan sayısı da 839 bin 490’lara kadar yükselmiş durumda. Yükseköğretim Anadolu’da kırsal bölgelere ve sanayinin olmadığı taşraya kadar dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Yükseköğretim raporunda da belirtildiği gibi artık niceliksel artışlar yerine getirilmiş şimdi sıra ise nitelik ve kaliteye endekslenmiştir. Ayrıca yükseköğretim kurumlarında yarı-zamanlı çalışma ve yemek bursları gibi sosyal olanaklarda öğrenciler açısında son derece önemli iyileştirmelerdir. (Örneğin 2017-2018 eğitim öğretim yılında, sadece Gazi Üniversitesi’nde 700’ün üzerinde yarı zamanlı öğrenci çalışırken 3 bin öğrenciye yemek bursu verilmekte ayrıca da yemekler 1.5 tl gibi son derece düşük bir ücretle öğrencilere sunulmaktadır)

Yükseköğretim kendini sürekli yenilemeli ve güncel tutmalıdır. Yükseköğretimde milli ve manevi değerlere yapılan vurgu kadar bilimsellik, tarafsızlık, özgünlük, özgürlük ve toplam fayda gibi çıktılar da yeterince vurgulanmalıdır.

Sosyal bilimlere gösterilen ilgi ve değer arttırılmalıdır. Sosyal bilimler ülkenin geleceği açısından diğer bilimler kadar önemlidir ve değerlidir. Sosyal bilimlerin hak ettiği değeri görmesi, diğer bilimsel disiplinleri de olumlu yönde etkileyecektir. Ezberciliğin değil yorumlama ve analiz edebilme kabiliyetlerinin yükseltildiği, eleştirel aklın güçlendirildiği bir sosyal bilim ülkemize daha büyük katma değer katacaktır.

Yeni nesil üniversiteler sanayi ile işbirliği kurduğu gibi sosyal sorunlara odaklanan, toplumsal sorunların çözümleri için işbirliği yapan tekno-park benzeri sosyo-parklar kurmalıdır. Yükseköğretim gençliğinin sanata yönlendirilmesi, sanatla ve kültürle iç içe bir eğitim hayatı geçirebilmeleri için onlara hitap edebilecek yeni şeyler düşünülmelidir. Yerleşkeler içerisinde bulunan kafeler, eğlence yerleri, bankalar, kırtasiyeler gibi kitapçılar, sahaflar, antikacılar açılmalıdır. Kütüphaneler vize ve sınav zamanlarında ders çalışılan mekânlar olmamalı, aslına uygun olarak kullanılmalıdır. Gerçi Milli Kütüphanenin bile ülkemizde sınav çalışma merkezi olarak kullanıldığını düşünürsek bu eşik biraz zor geçilecektir.

Yeni eğitim/öğretim yılının başlamasıyla birlikte, sonu gelmez sistem tartışmaları yeniden alevlendi. 70’li yıllarda yayınlanan ve yakın zamanlar kadar oldukça popüler olan İvan Illic’in eseri Okulsuz Toplum ile neredeyse onunla yakın tezleri işleyen,  öğretmenlere okuması tavsiye edilen, Amerikalı eski bir öğretmen olan J.T.Gatto tarafından kaleme alınan, okulların fiziksel ve psikolojik çirkinlik oluşturma atölyeleri olduğunu, bu yüzden de ıslah edilmeye çalışılmadan bir an önce kaldırılması gerektiğini savunan Eğitim Bir Kitle İmha Silahı adlı kitaplar yeniden gündeme geldi. Sistem tartışmaları bir sonuç doğurduğu, bir sorunu çözdüğü ve somut bir adım atıldığı sürece elbette faydalıdır. Ama herkesin farkında olması gereken küçük bir gerçek var: Sistemi değiştirmeye gücümüz yetmeyebilir ama sınıfımızı, ders verme yöntemimizi, öğrencilerimizi değiştirmek bizim elimizde.

[email protected]