‘Tarihin sonu’nun sonu: Trump ve tecrit politikası

Cengiz Sözübek / Yazar
11.02.2017

Trajedi ve komediye son noktayı, Çin’i “Yeni Amerika” yapmak isteyen ve belki de bu sebeple Amerika’yı “bitirmek” isteyen neo-liberal histerilerle malul yapılar CNN/CIA gibi enstrümanlarla Trump’a –kanaatimce başarılı olamayacak- darbe denemeleri yaparak koyabilir.


‘Tarihin sonu’nun sonu: Trump ve tecrit politikası

Soğuk Savaş bittiğinde, tarihini yazmak da “galiplere” düşmüştü. Amerika cenahında bu görev, savaşın mutlak zaferinin “liberal değerler” olduğunu yazarak meşhur olan Amerikan-Japon melezi Francis Fukuyama’ya düşmüştü. Hegel’den mülhem bu iddia, zafer sarhoşu Amerika’nın mütekebbir ruhunu okşuyor, 1630’da Amerikalı bir valinin “Tüm insanların gözleri üzerimizde, bir tepe üzerindeki şehir gibi olacağız” sözü ile açıklanabilecek Amerikan seçkinciliği, liberal değerlerle inşa edilen “son insan”la devam ediyordu. Asya tahayyül etmiş, Avrupa projelendirmiş, Amerika ise yapmıştı.

“Amerikan rüyası” birçok insanî ve beynelmilel değerin cerbeze ile süslenerek sahiplenildiği bir iddianın adıydı: Demokrasi, özgürlük, serbest piyasa, uluslar arası düzen vs... Amerika özellikle son 40 yıldır bu maskeyle emperyal politikalarını gizlemeye çalıştı; denizin bittiği yerde, tüm bu “değerleri” çöpe attığını söyleyen bir ismin Amerikan başkanı olmasıyla da “tarihin sonu”nun sonu itiraf edilmiş oldu.

Önce Amerika

Batı, ABD özelinde tüm “çağdaş putlarını” yedi. Ön avansla Nobel Barış Ödülü verilen Obama ile Suriye’de kimyasal silah “kırmızı çizgisi” geçildi. Trump’ın CIA ve CNN eleştirileri, Irak işgaline meşruiyet kazandırmak için uydurulan kimyasal silah yalanlarından dolayı değil. Göçmenlerin kurduğu ve dinamizmini göçmenlik ruhuyla sağlayan bir devlet, seçim kampanyasını büyük ölçüde göçmen düşmanlığı üzerinden yürütüen bir kişi tarafından yönetilecek. Nihilizm uçurumuna doğru zaten hızla yuvarlanan Amerika, hiçbir değerinin kalmadığını bir demagogun ABD başkanı olmasıyla yeniden ispat etti. Amerika’nın bu “çıkmazı” yeni değil. Amerikalı filozof Allan Bloom’un “Amerikan Aklının Tükenişi” adlı kitabı 1987 yılında yayımlanırken, bir yanda Soğuk Savaş’ın zafer sarhoşluğu başlarken diğer yanda Amerika’nın derinlerinde “Soğuk Savaş sonrası ne olacak?” sorgulamaları da yapılıyordu. Vatandaşlık bağı bir şirketin çalışanlarının şirketine bağlılıklarıyla aynı mantık olan, vatandaşlarını birbirine bağlayan harcın gayrı safi millî hasıla olduğu “Amerika şirket devleti”nin akıbeti ne olacaktı?

Trump’lı Amerika’nın “Önce Amerika” ile sloganlaştırdığı ve Amerika’nın “etliye sütlüye karışmayan” bir naifliğe yöneleceği tecrit politikalarına dönmesi gerektiği, uzun süredir ABD kamuoyunda tartışılıyordu. Bloom’un kitabıyla aynı yıl, yaklaşık 100 bin dolar harcayarak Amerika’nın önde gelen gazetelerinde yayımlattığı “Açık Mektup”la bu politikayı yüksek sesle dile getiren kişi, iş adamı Donald Trump olmuştu. “Amerika’yı dünyaya daha fazla güldürmeyin” diye özetlenebilecek bu açık mektubunda Trump şöyle diyordu:

“On yıllarca, Japonya ve diğer ülkeler bizden faydalandılar. Bu ülkeler, onların çıkarlarını korumak için kaybettiğimiz insan gücünü ve harcadığımız milyarlarca doları neden bize geri ödemiyorlar? (…) Amerika bizim çiftçilerimize, hastalarımıza, evsizlerimize yardım edebilir. Bunu da bizim tarafımızdan yapılan ve bugüne kadar yapılmış en iyi makine ve teçhizatlarla yapabiliriz (…) Cari açığa son verelim, vergileri düşürelim, özgürlüklerini savunmamız karşılığında bize ücretini verebilecek olanların ipoteğine girmeden Amerikan ekonomisini büyütelim (…)Tüm dünya Amerikalı politikacılara gülüyor; bizim olmayan gemileri koruduğumuz, ihtiyacımız olmayan petrolü taşıdığımız, bize yardım etmeyecek müttefiklerimize kendimizi adadığımız için.” Diğer yandan, ABD için tecrit politikası yeni değil. ABD Başkanlarından James Monroe’nün 1823’deki  “Monroe Doktrini”nde geçen Avrupa’nın işlerine karışılmayacağı maddesi uzun yıllar ABD’nin resmi politikası olmuştu. Öyle ki, I. Dünya Savaşı’na gönülsüz olarak girerken bile her an savaştan çıkma hakkını saklı tuttuğunu ilan edecekti.

II. Dünya Savaşı sonrası oluşan vakum, Amerika’yı dünya meselelerinde sorumluluk alması için adeta “mecbur” bırakıyordu. Avrupa ülkeleri birbirlerini neredeyse imha etmiş, ekonomik ve askeri tek büyük güç Amerika kalmıştı. Sovyetler gibi yenilmesi mukadder bir “düşman”la başlayan Soğuk Savaş da Amerika’ya hegemonik bir güç olması için koşu yolunu açacaktı. Soğuk Savaş’ın bitişi, “Amerikan Yüzyılı”nın da bitişiydi aslında. Soğuk Savaş sadece Sovyetler yıkıldığı için değil, ondan daha çok Amerika’nın II. Dünya Savaşı sonrası kendisine “bahşedilen” nisbî üstünlüğünü kaybettiği için bitmişti.

Peki Trump tecrit politikalarına dönebilecek mi? 15.yüzyılda dünya imparatorluğu kurması beklenirken kendisini tecrit ederek saf dışı kalan Çin gibi kendi duvarlarının arkasına mı gizlenecek? Soğuk Savaş sonrası liberal ekonominin açtığı fırsatları en iyi şekilde değerlendiren Çin bir yanda dururken Amerika “artık oynamıyorum” diyebilir mi? Trump istese de Amerika “artık oynamıyorum” diyemez. Zaten Trump da Amerika’nın tamamen geri çekilmesini değil, 1987 yılında verdiği ilanda da belirttiği gibi “Bedelini ödeyen müttefiklerine hizmet vermekten” bahsediyor; bir seçeneği seçtiğinde başka bir seçenekten kaybettiklerini hesaplıyor, fırsat maliyetini devlet politikası haline getiriyor.

Kısmi Bush dönemi

Trump’ın kabinesindeki asker kökenlilerin ruh dünyaları, henüz mesiyanik inançları olup olmadığı belirli değilse de, George Bush’un Neo-Con’ları ile örtüşüyor. İran, İsrail, “radikal islâm” gibi konularda Trump’ın söyledikleri kısmî bir Bush dönemini yaşayacağımızın işareti. Trump farklı olarak sadece şunu soracak: Irak’a veya herhangi bir ülkeye sahte delillerle bile olsa saldırmamızda bir sorun yok, tek mesele bundan benim kazancım ne olacak? Böyle bir rasyonel soru da Dışişleri Bakanı olarak seçtiği Exxon Mobil şirketinin eski CEO’su Rex Tillerson’un konusu.

Amerika’nın aslında kuruluşu itibarıyla diğer uluslardan farklı olarak bir şirket devleti olduğunu düşündüğümüzde, ABD devletinin parantezindeki müesses nizamın dışından gelen bir iş adamı olarak Trump’ın kendi şirketlerindeki yönetim tarzını getiriyor olmasına çok da şaşırmamak gerekiyor. ABD müesses nizamı da son tahlilde enerji, savunma, sanayi, teknoloji ve finans sektörleri başta olmak üzere şirketler/endüstriler koalisyonundan müteşekkil ve “derin devlet içi mücadeleler” de bu sektörler arasında kurulan oligarşiler arası çatışmalar olarak tezahür ediyor.

Trump ile Putin-izm arasındaki bağ da bu zaviyede ontolojik bir anlam ihtiva ediyor. Yeltsin döneminde George Soros’un bağlı olduğu küresel ağın oligarklarına teslim edilen Rusya’nın şirketleri ve aslında Rusya devleti, Putinizm ile birlikte Putin’in “eski meslektaş”larından oluşan bir “millî Rus oligarşisi” tarafından geri alınmıştı. Trump’ı devirmek için çalışacağını açıkça söyleyen Soros’un ortak düşmanları üzerinden okunabilecek bu küresel oligarşiler arası çatışma daha da derinleşerek devam edecek gibi görünüyor.

Amerikan ekonomi politiğinin Amerikan devleti içerisinde oluşturduğu saflaşmayı, Obama döneminde yasalaşan sağlık sigortası ile okuyabiliriz. “Obamacare” sistemiyle 2014 yılından itibaren zorunlu hale getirilen sağlık sigortası Trump’ın ilk icraatı olarak iptal edildi. Sağlık sigortası tartışmalarının, 40’lı yıllarda Truman döneminde başlayan ve 90’larda Bill Clinton döneminde devam eden yaklaşık 70 yıllık bir geçmişi var. Truman döneminde ilk kez gündeme getirildiğinde, ABD’nin Sovyet usulü bir sağlık sistemine geçmesinden, Amerika’yı Hitler Almanya’sı gibi bir çöküşe götüreceğine kadar birçok tepkiyle karşılaşılmış ve hayata geçirilememişti.  Trump’ın ilk icraatını simgesel bir şekilde bu sağlık sigortasını iptal etmesi, ABD’nin “merkezi”nin ya da  “Amerikan derin devleti”nin bir refleksi olarak da görülebilir. Trump’ın Amerika’sı ya da Trump’ın “devleti”, Amerikan şirket devletini ele geçiren ve en fonksiyonel aygıtı da CIA olan “paralel devlet yapılanması”nın öncelikle Amerika’yı ve çıkarlarını değil, devletten yarı-bağımsız şekilde kendilerince rasyonel bir ekonomi-politik neyi gerektiriyorsa onu yapmalarına karşı çıkıyor. Eğer bir malı Amerika’da üretmek daha pahalıysa en ucuz yerde üretip Amerika’ya ithal etmek bir rasyonel bir karar olurken, “Önce Amerika” diyen Trump bu malın Amerika şirket devletinde üretilmesi gerektiğini söylüyor. Trump’ın sürpriz seçim zaferini bir ölçüde, 1992’de Michigan’da Toyota arabalarının ithalini protesto eden Amerikalı işçilerin taşıdıkları pankarttaki “1945’te haklarından gelmiştik. 1992’de tekrar gelebiliriz. Japonlarla ticaret açığını kapatalım” ifadesinin arka planındaki psikolojide bulabiliriz. Trump’ın Meksika çıkışı da önümüzdeki dönemde asıl hedefi olan Çin’e daha fazla yönelecek olması da, hem Amerikan halkının hem de Amerikan devletinin refleksinin bir sonucu. ABD’yi korumacılık zırhı çerçevesinde tecrit politikasına sürükleyerek devlet kapitalizmi doktrinini icra edeceği anlaşılan Trump’ın, popülist milliyetçi salvolarını da bu yeni “nasyonel kapitalist” dönemin tuzu biberi olarak görebiliriz.

Yeni bir 28 şubat

Bugün liberal ekonomik sisteme en büyük tehdit Çin gibi “kapalı” ülkelerden değil, Trump’lı Amerika’dan geliyor. Öyle ki Çin Devlet Başkanı küreselleşmeyi ve serbest ticareti savunacaklarını bile açıkladı. Trump’ın korumacı ve tecrit politikaları, Amerika’nın toparlanma sürecine karşılık gelen bir ara dönem olabilir ancak. Kendisi de emperyal bir güç olana kadar korumacı politikalar benimseyen Britanya’ya karşı ekonomik zaferini benzer şekilde korumacı tedbirlerle kazanan Amerika, yeniden küresel rekabet gücünü kazandıktan sonra Trump dönemini bitirecektir.

Amerika’nın Ortadoğu’daki yarım yüzyıllık macerasındaki en büyük “başarısı” olan Baas modelini, Obama döneminde Sisi ile devam ettirmesi bir trajediydi. Karl Marx’ın “Hayatta her şey iki defa tekrarlanırmış, ilkinde trajedi ikincisinde komedi” sözünden mülhem, Amerika Baasçılığı Trump ile bir komedi olarak kendi ülkesinde yaşıyor. 28 Şubat’ın çevik bir generali “Hükümetler şapka gibidir, birini çıkartır öbürünü takarsın; aslolan devlettir” demişti. Amerika’ya, İslâm dünyasına ve tüm dünyaya George Bush’tan sonra yeni bir 28 Şubat yaşatacağı anlaşılan Trump da benzer şekilde “şirketler şapka gibidir, aslolan Amerikan devlet şirketidir” diyor.

ABD/İngiltere bloğunun Brexit ve Trump kararları birbirini tamamlayan bir süreç ve aşırı sağcı, popülist, şovenist, milliyetçi, devletçi, ırkçı, anti-küreselleşmeci “Trump hayaleti” benzerleri; rol model olarak Fransa gibi merkezi Avrupa ülkelerinde başlayarak tüm Avrupa’ya ve bir refleks olarak da İslâm dünyasına yayılabilir.

Trajedi ve komediye son noktayı da, Çin’i “Yeni Amerika” yapmak isteyen ve belki de bu sebeple Amerika’yı “bitirmek” isteyen neo-liberal histerilerle malul yapılar CNN/CIA gibi enstrümanlarla Trump’a –kanaatimce başarılı olamayacak- darbe denemeleri yaparak koyabilir: 7 Şubat, Gezi, 17/25 Aralık, 15 Temmuz…

[email protected]