Terör hakikati nasıl tutsak alır?

Yusuf Özhan / ESMEDYA Digital Grup Genel Yayın Yönetmeni
14.01.2017

Terör saldırılarında ilk anda beliren tablodaki veriler üzerinden suni şekilde inşa edilmek isteneni, her zaman ve her şeye rağmen sorgulamak zorundayız. Eleştirel aklın kanallarını cesur şekilde genişletmeye daha fazla ihtiyacımız olduğunu Hariri suikasti ve sonrasında yaşananlara bakarak daha iyi kavrayabiliriz.


Terör hakikati nasıl tutsak alır?

14 Şubat 2005’te Al Jazeera’de yayınlanan bir video kaydında siyah bir pankartın önünde konuşan sakallı ve sarıklı genç bir adam böyle diyordu: Hak ettiği cezayı aldı! Diğerlerine de ders olsun! Yayından sadece birkaç saat önce Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye karşı Beyrut’ta düzenlenen bombalı araç saldırısını üstlenen bu kişi, Ahmed Ebu Adas isimli 22 yaşındaki Filistinli bir mülteciydi. Saldırıyı kendi düzenlemişti. Saldırıdan önce yapılan kayıt da daha önce adı hiç duyulmamış Şam Beldesinde Zafer ve Cihat isimli Selefi bir cihat örgütü adına telefon açan isimsiz şahıslar tarafından basına gönderilmişti.

Yakınlarının naif, mazbut ve hatta saf bir kişi olarak tanımladığı Adas’tan en son 15 Ocak’ta yani patlamadan tam bir ay önce haber alınmıştı. Telefonun diğer ucunda, Adas’la daha önce camide tanışan ve İslam’ı öğrenmek için yardım istediği söylenen Muhammed isimli bir kişi vardı. Artık Adas, Irak’ı işgal eden ülkelere karşı başlatılan cihada katılmak üzere ülkesinden ayrılmıştı. Ailesine gelen bu telefondan bir gün önce de Muhammed’in kendisi için hazırladığını söylediği ‘sürpriz’i görmek üzere ‘az sonra döneceğim’ notuyla evden ayrılmıştı. En son o zaman görüldü.

Bir aylık süre zarfında Adas’ın başından neler geçtiği kesin olarak öğrenilemedi. Bir iddiaya göre Suriye istihbaratı tarafından Şam yakınlarında ele geçirilerek kaset kaydı oluşturulmuş ve sonra da öldürülmüştü. Dünya ise onu Al Jazeera’nın Beyrut Haber Müdürü Gassan bin Ciddo’ya telefonla ulaşan isimsiz bir şahsın, “Yayınlamazsanız pişman olursunuz” notuyla bir ağaçta asılı halde bırakılan kasedinin patlamadan sadece beş saat sonra yayınlanmasıyla tanıdı.

Bu aşamadan sonra her şey çok hızlı gelişti. 2004’te Şam’da Beşşar Esad tarafından “Lübnan’ı başında parçalarım” tehditlerinin muhatabı olan Hariri öldürülmüştü. Yakın geçmişin iç savaş mirası üzerinde ayakta durmaya çalışan kırılgan bir ülkede bitmek bilmez ayrışmaların fitili de yeniden ateşleniyordu. Bu suikasti Suriye karşıtı isimlere yönelik başka bombalı suikastler de izledi. İnfial, acı, öfke, karmaşa bir arada yaşandı. Kamuoyu tam bir kontrolsüzlük halinde savruldu. İlerleyen yıllarda da Japonya’dan çalınarak, Birleşik Arap Emirlikleri’ne getirilen ve oradan da en son Lübnan’da bir oto pazarından el değiştirerek bomba yüklendiği ortaya çıkacak olan o kamyonetin, sadece 22 kişiyi katletmediği aynı zamanda hakikati de nasıl adım adım esir alarak güçler dengesinin dizayn edilmesi amacıyla araçlaştırıldığı daha iyi görüldü.

Bir yanda Hariri suikastinden ötürü liderlerini kaybeden bir politik kesim diğer yanda saldırıyı İsrail’in gerçekleştirdiğini ilan ederek mevcut kaosu ideolojik veçhelerle güç bir konsolidasyonuna dönüştürmek istediğini gizlemeyen Hizbullah yer aldı. Temel desteğini Batı ve Suudi Arabistan’la olan iyi ilişkilerinden alan Sünni bir siyasetçinin yine Sünni bir cihat örgütü tarafından katledilmiş olması kamuoyunun tepkilerini paralize etti. Selefi cihat örgütlerinin böyle bir şeyi yapabileceğine dair sahip olunan genel kabul, doğal olarak öfkenin radikalizme yöneltilmesine yol açtı. 11 Eylül saldırılarının ardından kavramsallaşarak gündemi kuşatan terörle savaş konsepti ile birleştiğinde hakikat arayışındaki hiç kimsenin “Hayır mümkün değil” diyemediği bir parçalanma oluştu. Hariri’den boşalan siyasi liderliğin doldurulamayışı da Hizbullah’ın elini daha da güçlendirdi.

Ancak aylar geçtikçe hakikat de yavaş yavaş yoğun bakımdan çıkarıldı. En önemli bulgular Lahey’de kurulan özel mahkemenin yürüttüğü devasa soruşturma yoluyla elde edildi. Kamuoyunun genel kabullerini alt üst eden gelişme ise bomba yüklü kamyonetin şoförüne ait olay mahallinden toplanan parçalardan saldırganın Ahmed Adas olmadığının ispatlanmış olmasıydı.

Adas, o gün orada değildi. Hiçbir zaman da bulunmamıştı. Ancak artık kimse gerçek hakikatle meşgul değildi. Yaşanan gecikme nedeniyle de inşa edilen gerçekliklerin yıkılıp yeniden tartışılması olanaksızdı. Sessiz sedasız tarihteki yerini aldı. Ama geride hakikatler ışığında zihnini örgütlemek isteyenler için de çok önemli ipuçları kaldı…

Terör izafileştirilmek istenirken

Terörün bu tipi, kamuoyunun bir kesimini, olay yerinde dahi olmayan bir kişinin verdiği mesajlarla, tetiklediği fay hatlarıyla, bastırdığı savunma argümanlarıyla geleneksel terörden çok daha farklı bir tablo ile karşı karşıya bırakıyor.

Ahmed Ebu Adas’ın ardından onbinlerce cep telefonu kaydından yola çıkılarak yürütülen uzun bir çalışmanın sonucunda da Hariri’nin konvoyunun Hizbullah’ın örtülü operasyonlarından sorumlu tepe ismi Mustafa Bedreddin tarafından adım adım takip edildiği de belgelendirildi. Hizbullah, suçlamaları reddetti ve mahkemenin çağrılarına karşı çıkarak şüphelileri teslim etmedi. Bunu yerine Lübnan’da elde ettiği siyasi ve askeri konsolidasyon üzerinden gücünü pekiştirmeyi sürdürdü. Terör form değiştiriyordu.

Terörle mücadele adı altında ulus devletlerin de teröre ortak olabildiğini, devlet dışı şiddet aktörlerinin kamuoyunu başarılı şekilde karanlıkta bırakabilecek suni gerçekliklere zemin hazırlayabildiğini ve uzun bir süre bu durumu korumayı başarabilecek kararlığı gösterebildiğine tanık oluyoruz. Terörün bu tipi, sıradan kamuoyu mensuplarının zihinlerinin alternatifsizliklere hapsedilerek paralize edilebildiği çok yönlü bir yöntem kullanıyor.

Terör ve terörist kavramları, modern iletişim tarihinin en fazla izleyiciye ulaşan hadiseleri arasında gösterilen 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra büyük ölçüde yakın geçmişteki temellerine yerleştirildi. 11 Eylül sonrasında harekete geçen ülkeler ve onun etkileşime girdiği uluslararası yapılar, neredeyse tüm ulus devletleri ve kamuoylarını ortak ve ezici bir tanım altında toplamayı başardı ve onları dönüştürdü. Kimi devletler ve kamuoyları buna kısmi olarak itiraz etse de kuşatıcılık altında bu durum bastırıldı. Modern terör tanımı sınırlarını aştı, orduları harekete geçirdi, ülkelerin dış politikalarına yön verdi ve iç politika serüvenlerini etkiledi.

Fakat zaman içinde terörle mücadele amacıyla çıkılan yolda Afganistan ve Irak’ın işgal edilişi sırasında baş gösteren birçok anomali terörün kesintisizlik haline bürünmesi nedeniyle hiçbir zaman yeteri kadar ele alınamadı. Bitmeyen terörle mücadele devri başladı. Bir terör örgütü gitti, diğeri geldi. Terör örgütleri kendi içerisinde etkileşim geliştirebilmeye, kesişen hedefler doğrultusunda hareket edebilmeye başladı. Terörle mücadelede seçilen yöntemlerin, çözümden çok soruna hizmet etmeye başlamasıyla da beraber modern terör ve terörist kavramlarının temellerini atan ülkeler nezdinde bölgelere ve ülkelere göre izafi yorumlar geliştirilmeye başlandı. Bir yerde bir örgüt terör örgütü sayılırken başka bir örgüt başka bir yerde doğrudan silahlandırıldı veya dolaylı olarak irtibatlanıldı.

Tek çare cesaret

Kısalan aralıklarla gerçekleştirilen her saldırı ile önceki saldırıların aydınlatılabilmesi için gerekli sürenin daha da uzadığını varsayarsak bu tip terörde etkin rol oynayan aktörlerin doğrudan kamuoyunda oluşan tablonun sonuçlarına odaklanarak mutlak maddi ve manevi kazanımlar arayışında olduğunu görmeliyiz. Hizbullah’ın, Sünni Lübnan’ın en güçlü temsilcisini bir Sünni radikalizm çerçevesinde ele alması ihtimali bu açıdan oldukça açıklayıcı. Karşı çıkılması imkansız gibi gösterilen paradokslar yalnızca cesaret ile kırılabilir.

Bu yüzden eleştirel aklın kanallarını cesur şekilde genişletmeye daha fazla ihtiyacımız olduğunu Hariri suikasti ve sonrasında yaşananlara bakarak daha iyi kavrayabiliriz. Mevcut uluslararası sınırları ve ulus devlet sisteminin meşruiyet dayanaklarını tehdit altına almaya başlayan bu yeni tip terör yöneliminin nasıl işlediğine, bunun kavramsal çerçevesinin ne olduğuna, gündelik pratiklerle nasıl aşılabileceğine yanıtlar üretmek zorundayız. Hakikat arayışının kesintisizliğine bu maksatla muhtacız.

15 Şubat 2005 günü Lübnan halkı Adas’ın gerçek hikayesini, patlamada kullanılan kamyonetin seyrini, konvoyu takip eden bir takım kişilerin gerçek kimliğini ilk anda bilebilseydi, tepkiler nasıl olurdu? Elbette farklı olurdu. Hayatın doğal akışı içinde bunun hiçbir zaman mutlak biçimde sağlanamayacağını kabul edersek o halde modern terörün almış olduğu bu yeni form üzerine benzer saldırılarda kamuoyunda ortaya çıkan her tip tutumun aktörlerle olan ilişkisini tartarak adım atmamız gerekiyor.

İlk anda beliren tablodaki verilerle  (failin kimliği, tetiklediği olaylar ve ilk bulgular) üzerinden suni şekilde inşa edilmek isteneni, her zaman ve her şeye rağmen sorgulamak zorundayız. Ta ki, bu kısır görünümlü döngü kırılana kadar.

[email protected]