Türkiye Doğu ile Batı arasında seçim yapmak zorunda mı?

Prof. Dr. Nurşin A. Güney
26.11.2016

Cumhurbaşkanı Erdoğan Pakistan-Özbekistan gezisinin ertesinde ŞİÖ’ye Türkiye’nin üye olması ihtimalini dillendirdi. Tartışmalar bitmeden AP’nin Türkiye ile müzakerelerin geçici olarak dondurulması kararı çıktı. Gerçekten de Batı’nın kapısında beklerken Doğu’nun kapılarının açıldığı bir noktada mıyız?


Türkiye Doğu ile Batı arasında seçim yapmak zorunda mı?

Türkiye AB üyelik serüvenini yaklaşık 53 yıldır sürdürmekte. Bu süreç zarfında Brüksel ile Ankara arasında yaşanan krizlere aşinayız ama bugün AP’nin son aldığı kararla gelinen noktada Türkiye AB ilişkisinde ciddi bir güven bunalımı ortaya çıkmış durumda. Ankara Brüksel’in niyetinin samimiyetini ve politikalarının güvenirliğini gittikçe daha yüksek sesle sorguluyor. Taraflar arasında ortaya çıkan bu güven bunalımının pek çok nedeni var. AB ve Avrupa kamuoyunun Türkiye’de devleti ve sivil toplumu nasıl hayal kırıklığına uğrattığını daha iyi anlayabilmek için 15 Temmuz gecesine dönmek gerekiyor. Türkiye sokakları başarısız darbe girişimine direnip, askeri iktidarı reddederken, kendisini demokrasi ve sivil yönetimlerin kalesi olarak gören Avrupa’nın ne yaptığı önemliydi. Türk halkının demokrasi mücadelesini desteklemede AB’nin ve Avrupa kurumlarının gecikmiş olması Türk halkı nezdinde not edildi. AB’ye ilgisini zaten pek çok nedenle kaybeden kamuoyu özellikle darbe teşebbüsü sırasında demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi kuruluşundan beri savuna geldiği moral değerler hususunda AB’nin sınıfta kaldığını gördü. Bu çok kritik noktada gerekli desteği vermeyen, yaşanan korku ve kayıpları anlayamayan AB’nin demokrasiyi Demokles’in kılıcına, yani bir baskı unsuruna döndürme politikası artık sadece kaşların kalkmasına neden oluyor.

Elbette Türkiye’de AB’ye karşı hissedilen güvensizliğin tek nedeni 15 Temmuz ertesinde yaşanan sükutu hayal değil. Son yıllarda Ankara Brüksel ile sürdürdüğü müzakerelerde ve varılan anlaşmalarda kendisine verilen sözlerin yerine getirilmemesinden oldukça rahatsız. Akıllara gelecek en taze örnek mülteci meselesinde Türkiye’nin AB ile gerçekleştirmiş olduğu Geri Kabul Anlaşması. Bu anlaşmada Türkiye kendisine düşen sorumlulukları yerine getirmiş olmasına karşın Brüksel’in ayak diremesiyle karşılaştı. Her müzakereden sonra ek koşulların (kimi zaman ülke referandumları, kimi zaman terörle mücadele yasasının değiştirilmesi gibi ek talepler) öne sürülmesi, bir an önce gerçekleşecek ve Ankara ile güven tazeleyebilecek adımların hiç atılmaması –ve işte nihayetinde Geri Kabul Anlaşması’nın da uygulanamaz hale gelmesi- sonucu ilişkiler büsbütün gerildi. Üstelik ilişkilerdeki tıkanıklığın Türkiye’nin acı çektiği terör gibi hassas bir nokta üzerinden gerçekleşmesi düşündürücü. Türkiye’nin çok boyutlu ciddi terör tehdidiyle mücadele verdiği esnada AB’nin baskısını artırarak Ankara’ya terör yasasını değiştirmesi konusunda dayatmada bulunması Birliğin iyi niyetli olmadığının bir kanıtı. Türk kamuoyu her gün AB’nin terör listesinde yer alan PKK temsilcilerinin Avrupa başkentlerinde ve Avrupa Parlamento’sundaki faaliyetlerine dair bir haber okuyor, bir fotoğraf görüyor. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasındaki FETÖ/PDY unsurlarının da Avrupa’nın muhtelif başkentlerine kaçtıkları biliniyor ve Türkiye makamlarınca bu durum sürekli eleştiriliyor. Peki bu eleştirilere demokrasiyi bir baskı aracı haline döndürmek dışında bir cevap veriliyor mu? Hayır.

Hayal kırıklığı

Türkiye’de sivil kayıplara ve nice acıya neden olan terörist gurupların faaliyetlerine göz yumulması, çeşitli vesilelerle bu guruplara arka çıkılması AB’nin terörizm ile mücadele konusunda nasıl ikircikli/ikili bir davranışı benimsediğini de ortaya koyuyor. Uzun süredir Irak, Suriye, Kuzey Afrika’daki kanlı mücadelelerin nasıl ve neden bu hale geldiğine yakından şahitlik etmiş Türkiye’nin bu ikircikliğe göz yumması da çok mümkün olmuyor. Siyaset ve güvenlik alanında ilişkiler sorunluyken, ekonomik alanda gelişen Ankara-Brüksel ilişkisi de güllük gülistanlık değil. Hatırlanacaktır Ankara’nın haklı ısrarlarına rağmen AB, Gümrük Birliği Anlaşması’nı yenilememişti. Üstelik Birlik 3. ülkelerle özel ticari anlaşmalar geliştirdi; sonuçta Türkiye’nin dış ticaret hacmi -Ankara’nın anlaşma dışında kalması sebebiyle- sürekli açık verir hale geldi.

Sözün özü, Türkiye-AB ilişkilerinde bugün yaşanan ciddi kırılma Brüksel-Ankara hattında uzun bir zamandır dağ gibi büyüyen bir türlü çözümlenemeyen sorunların üst üste gelmesiyle ortaya çıktı.  Şu anda, Türkiye-AB ilişkileri yeniden tanımlanma ihtiyacı içinde. Son Avrupa Parlamentosu geçici dondurma kararı da aslında bunu kanıtlıyor. Ancak bu karar Türkiye-AB ilişkilerinin özellikle Türkiye açısından hayal kırıklıklarıyla dolu mazisine bir taş daha eklemekle kalmadı, Türkiye’nin verdiği mücadele içerisinde son derece kararlı durduğu bir döneme de denk geldi. Bu nedenle AB’nin bu hafta sergilediği samimiyetsiz tavrın karşısında Türkiye’nin cevabı oldukça net bir biçimde ortaya çıktı ve Ankara, Birliğin Geri Kabul Anlaşması’nın koşullarını yerine getirmemesi durumunda bu yıl sonunda referanduma gidebileceğini duyurdu. Ankara, AB üyelik müzakerelerine devam edilip edilmeyeceğini Türk halkına sorabilir. Yukarıda saydığımız hayal kırıklıkları ve Brüksel’in özellikle Türkiye’nin acıları karşısında takındığı ikircikli tavrın izdüşümü Türkiye sokaklarında Avrupa’nın kaybettiği bir sonuca pekâlâ dönüşebilir. Bu olasılığı sadece Demokles’in kılıcına karşı geliştirilen basit bir tepki olarak da değerlendirmemek gerekir. Son beş yılda uluslararası ilişkilerin değişen havası aktörlerin gerektiğinde hem tek başına durabildikleri hem de ilişkilerini sürekli çeşitlendirdikleri bir konum arayışını beraberinde getiriyor.

Yeni denge ve alternatifler

Bu bağlamda, Pakistan-Özbekistan ziyareti dönüşü uçakta Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nün bir seçenek olup olmadığı sorulduğunda, yanıtı gayet açık oluyor: “Neden olmasın”. Türkiye’deki siyasi gündem bu açıklamadan hemen sonra yoğun olarak ŞİÖ’nün AB’ye ciddi bir alternatifi olup olamayacağını tartıştı. Bilindiği gibi ŞİÖ yapısal olarak 1996 yılında güvenlik odaklı bir girişim olarak vücut buldu ve zamanla üye sayısının da artmasıyla örgüt kültürel ve iktisadi konuları da çalışma kapsamına dahil etti. Gerçi AB’nin mevcut siyasi ve iktisadi entegrasyon kapasitesi karşında ŞİÖ kıyaslaması yapıldığında Türkiye için bu örgütün henüz ciddi bir alternatif oluşturduğunu söylemek oldukça zor. Ancak ŞİÖ’ye üyelik seçeneğinin zikredilmesiyle hatırlatılmak istenen husus çok önemli. Bugün Ankara uzak ve yakın komşu ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesine öncelik veren ve Türkiye Cumhuriyeti 65. Hükümeti’nin “dostları artırmak, düşmanları azaltmak” şeklinde sloganlaştırdığı bir politika izliyor. Bu bağlamda ŞİÖ bünyesindeki ülkelerle kurduğu ikili bağları kurumsal bağlarla daha güçlendirmek, bu diyalog mekanizmalarını gündem oluşturmak için kullanmak mümkün. Böylece Ankara ŞİÖ bünyesindeki birçok ülke ile ilişkilerini bu örgüt aracılığıyla pekiştirerek ABD ve Avrupalı müttefikleriyle Suriye ve Irak odaklı güvenlik meselelerinde yaşadığı problemlerin aşılmasında elini güçlendirebilir ve böylece ciddi bir denge unsuruna sahip olabilir. Ayrıca Türkiye’nin ŞİÖ açılımıyla ilişkilerini Asya’nın önemli devletleri ile pekiştirmesi günümüz küresel iktisadi koşulları bakımından oldukça rasyonel bir karar; zira Ankara’nın bugün sürekli artan enerji ve ticaret ihtiyacı karşısında Asya ve benzeri yakın-uzak piyasalara açılması artık bir zorunluluk. Türkiye bir süredir bu gerçeğin farkında olduğu için Asya ülkelerine açılım stratejisini Afrika ve Latin Amerika açılımlarıyla eşanlı olarak sürdürüyordu. Dolayısıyla söz konusu olan Batı’nın kapısından dönüp Doğu’nun kapısını çalmak değil, ilişkileri çeşitlendirerek manevra kabiliyetini geliştirebilmek.

Ancak, Türkiye’nin son dönemde AB karşısında yaşadığı bıkkınlığın ŞİÖ ile ilişkilerine ivme kazandırdığı muhakkak. Bu nedenle kısmen tepkisel bir retoriği gözlemleyebiliriz; bu durum yadırganmamalı. Fakat Ankara’nın dün Afrika’ya, Latin Amerika’ya, bugün Asya’ya yaptığı açılımların yatırıma dönüşme, bu yatırımların da Avrupa/Batı ile sürüncemedeki ilişkileri dengeleme şansı var. Üstelik Avrupa’nın/Batı’nın kendi sorunlarıyla meşgul olduğu bir dönemden geçiyoruz. Nitekim, Ankara’nın üst perdeden vermiş olduğu mesaj AB Parlamentosu tarafından alınmış olacak ki Parlamento Türkiye ile üyelik müzakerelerini tamamen koparmak yerine geçici dondurma tavsiye kararı alarak pragmatik bir yol tercih etti. 

AB’nin Türkiye’ye kapıları tam kapatmadığı bu karar, üstelik Avrupa evi bu kadar karışıkken ne gibi gerçek bir etki doğuracak bilinmez. Yine de Birliğin içinde bulunduğu dahili-harici tüm sorunlar düşünüldüğünde, açıkça ifade edelim bu pragmatizm Brüksel’i kurtaramaz; AB yine-yeniden hatalı bir karar aldı. Öncelikle Brexit sonrası Avrupa’da, Birliğin iki yıl sonra nasıl bir şekil alacağı hala tartışılıyor. Trump’ın başkanlığının ve müttefikleri NATO’da daha fazla yük almaya zorlayacağının sinyalleri mevcut. AB’nin Brexit ve Trump sonrası yüklerle, mülteci krizi ve iç savaşlarla ve de Rusya ile çevrili bir coğrafyada nasıl başa çıkacağı şu an için muamma. Tek kesin olan şey, çözümün şimdilik popüler siyasette, yabancı-düşmanlığında, İslam karşıtlığında, ötekilerin daha da ötekileştirilmesinde aranması. Bu atmosferde Türkiye karşıtı bir cephenin açılması, Türkiye kamuoyunun kaybedileceği bir söylemin benimsenmesi, ilişkilerin geçici de olsa dondurulması hiç akıllıca değil. Aksine, Avrupa’nın bugün muhatap olduğu çeşitli sert ve yumuşak güvenlik sorunları karşısında hemen yanı başında istikrarlı bir Türkiye’nin var olması Brüksel için vazgeçilmeyecek bir güvenlik teminatı olacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi Türkiye AB’nin sınırları dışından kaynaklanan ve sınır aşan günümüz güvenlik sorunlarını güney sınırlarında adeta bir set gibi durdurmaya çalışılmakta. Bu setin güçlendirilmesi gerekirken AB tam tersine bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmedi. Birlik, Ankara’nın üyelik meselesi üzerinden blöf yaparak Ankara’yı ikna edebileceğini sandı. Bu bağlamda AB’nin üyelik görüşmelerini geçici olarak durdurmasının bir başka nedeni Türkiye üzerindeki denetim mekanizmasını kaybetmek istememesidir. Türkiye’nin uzun bir süredir eskisine kıyasla daha özgür hareket etmesi AB’ni rahatsız ediyordu. Rahatsızlığın kaynağı sadece missiontocivilise yani AB’nin demokrasi standardını koyma hevesi olmasa gerek. Ortadoğu-Akdeniz’de süren stratejik mücadelede AB Türkiye’yi bazı uygulamalarıyla rap ve zapt altına almaya çalıştı ancak bunu başaramadı. Şimdi ne havuç ne de sopaya benzeyen, hem havuç hem de sopaya benzeyen yeni bir taktik deniyor. Türk yetkililerin Avrupa Parlamento’sunun geçici dondurma kararına sert açıklamalarla yanıt vermeleri, Ankara’nın aslında bu yeni taktiğin mihenk noktası olan üyelik meselesinde ne kadar gerçekçi bir noktada durduğunu da gösteriyor.

Turexit olur mu?

Birliğin Brexit sonucu genişleme politikasını çoktan askıya almış olduğunu, Güneybatı Balkan ülkelerine Selanik Zirvesi’nde verilmiş olan sözlerin unutulmasından anlıyoruz. Dolayısıyla, bir zamanlar AB’de tartışma konusu olan derinleşme mi yoksa genişleme mi argümanında Birliğin çoktan içe kapanma sinyallerini verdiğini müşahede ediyoruz. Bu şartlar altında, Türkiye ile kör topal yürütülen Ankara-Brüksel ilişkilerinin Birliğin kendi sorunları nedeniyle zaten tıkanmış olduğunu tespit etmek hiç de zor değil. Bunun üstüne ikili ilişkilerde son haftalarda tırmanan güven bunalımı eklenince bazı uzmanlar Ankara’nın Turexit politikası uygulayıp uygulamayacağını, yani AB üyeliği fikrinin terk edilip terk edilmeyeceğini tartışmaya başladılar bile. Su anki durum bu tür bir politikanın devreye sokulmasını zorunlu kılmıyor ama ileride Birliğin içinde bulunduğu durum ya da tutum nedeniyle Turexit, Türkiye için arzu edilir bir seçenek haline gelebilir. O nokta da Birleşik Krallığın Birlik’ten ayrılırken nasıl bir yol izleyip, Birlik ile ilişkisini ne şekilde tanımlayacağı Türkiye açısından önem kazanacaktır. İmtiyazlı ortaklıkların İngiltere, belki İtalya, belki Türkiye için ciddi bir alternatif olabileceği fikrine odaklanmak yararlı olabilir. Türkiye-AB karşılıklı bağımlılığını anlatırken altını çizdiğimiz ticari ilişkilerin (Türkiye’nin ihracatında Birliğin payı yüzde 60) üyelik perspektifi dışında nasıl bir model içerisinde gerçekleşebileceğini İngiltere önümüzdeki iki yılda deneyecek. İngiltere’nin Birlik ile kuracağı iktisadi ilişki biçimi Türkiye için de bir örnek niteliğinde. AB’nin kendi iç dinamiklerinin yol açtığı tıkanıklık nedeniyle Birliğin genişleme siyaseti durmuş ise o zaman bu siyasetin Türkiye’ye karşı sürekli blöf olarak kullanılmasına müsaade edilmeyen bir noktaya ilerlemek faydalı olacaktır. Türkiye’nin tam üyeliğinin olmayacağı gerçeğinde, hatta bunun kamuoyunda da tam anlamıyla istenmediği gerçeği altında AB ile imtiyazlı ortaklık biçiminde yeni bir ilişki geliştirebilir. Bunun için de Ankara’nın şimdiden AB ile pazarlık yapmaya hazır olması gerekir.  Tüm yakın ve uzak bölgelerde ilişkilerin çeşitlendirilmesi gereği ve AB’ye yönelik tepkinin ötesinde ŞİÖ’ye üyelik meselesine bakacak olursak, yolun çok pürüzsüz olmadığını söylememiz gerekir. Öncelikle, Türkiye AB’den henüz kopmuş değil, daha da önemlisi halihazırda bir NATO üyesi olarak Avrupa-Atlantik güvenliğinin parçası. Bilindiği gibi ŞİÖ’den gelen sıcak mesajlar bu konuda bir uyarıyı da barındırıyordu: Türkiye ŞİÖ’de diyalog partnerliğinden tam üyeliğe geçmek istiyorsa önce NATO üyeliğinden vazgeçmeli. Günümüz koşullarında Ankara’nın böyle bir niyetinin olmadığı açık. Ancak örtülü de olsa Batılı güçlerle Asyalı güçler rekabet içerisindeler. Bu rekabette ABD de AB de popüler hareketler ve içe kapanmacı söylemlerden medet umuyor. Türkiye ise Batı ile Doğu arasında süregelen örtülü jeo-politik ve jeo-ekonomik mücadelenin tam ortasında duruyor. Mücadele sertleştiğinde rüzgâr Ankara’da hissediliyor ama Ankara, hiçbir zaman türbülansa girmiyor ve durumu ustalıkla idare ediyor. Bu nedenle, Türkiye’nin mevcut durumda iki cephe arasında bir seçim yapması da gerekmiyor. Aksine Ankara yeni güvenlik paradigması gereği hem sahada hem de diplomasi masasında bu durumu kendi lehine çevirecek hamleleri gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Bu nedenle Ankara’nın ŞİÖ örneğinde görüldüğü gibi ilişkilerini sürekli çeşitlendirerek sahada ve masada elini sağlamlaştırma gayretleri yanlış yorumlanmamalı. Türkiye bugün doğru olanı yapıyor. İttifakların sıklıkla değiştiği yakın ve uzak coğrafyamızda Ankara adeta bir cambaz ustalığıyla hareket ederek ülkeler ve mevcut bölgesel örgütler nezdinde ilişkilerini sürekli geliştiriyor. Bu da onu hem Batı hem de Doğu nezdinde vazgeçilemez bir ülke kılıyor.

[email protected]

Prof. Dr. Nurşin A. Güney / YTÜ Siyaset ve Uluslararası İl. Böl. Bşk.