Türkiye 'şok doktrini'ni aştı mı?

Dr. Celâl Fedai/ Şair-Yazar
18.11.2017

Türkiye’nin aştığı pek çok şok doktrini oldu son 150 yılda. En ağırı olan harf devrimini bile aşabildik. Şu günlerde 15 Temmuz sonrasının artçı şokları arka arkaya geliyor. “Deli adam teorisi”yle güçlendirilmiş bu artçı şoklar üzerinden psikolojik bir eşikte sınanıyoruz.


Türkiye 'şok doktrini'ni aştı mı?

ABD ve AB’nin İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında uyguladığı türlü alanlardaki siyasî stratejiler hususunda en uzman kişilerin Marksistler olduğu bir gerçek. Marksist entelektüeller, şairler, yazarlar ve hatta ga-zeteciler, işleyişini çok iyi bildikleri bir makine karşısında gibidirler. O makineyi alıp parça parça edebi-lirler. Sonra da bir güzel birleştirirler. Nerelerde ve nasıl kullanıldığını da izah etmekte üstlerine yoktur. Bunu iki şeyin sayesinde kolayca yaparlar. Öncelikle bir düşünce yöntemi olarak diyalektik… Diyalek-tik, eleştirel düşünmeyi gerektirir. Sonunda paranoyaya varsa, komplo teorilerini körüklese de bu yön-temin hiçbir kaybı olmadığı gibi üzerine strateji uygulanan toplum için aksine faydalar doğurabilir. Di-yalektik yöntemle düşünen bir zihin kendisine uygulanacağı mücadele stratejisini tam algılayamasa bile medya yoluyla “olacak olanın olabilme ihtimalini” ifşa ederek muhataplarını şaşırtabilir. Bunun bir kar-şılığı olup olmadığı ve test edilip edilmeyeceği ayrı konu. Ama John Nash’in ha yıkıldı ha yıkılacak köp-rüsünün iki yakasındaki düşmanların mücadelesini ifade eden metaforu, mücadele ettiğini anlama empa-tisinden ötesi bir hazırlığı gerektirir. İkinci olarak ise diyalektik yöntemi kullanan akıl, ABD ve AB’nin yaptığından fazlasını yapmakta son derece mahirdir. Kendisi de düşman kardeşi kapitalizmin yapmak istediğini isteyen sosyalizm, masumiyetin resmini vermeyi çok iyi bilir. Bu maharetine fazladan şunu da katar: Kendi yaptığını, karşıtınınkini ifşa ederek gizleyebilmek…

Bu hususlarda Müslüman çevreler gerekli siyasî tecrübeye sahipse de onu kullanabilecek psikolojiye sahip değildi. Ta ki 15 Temmuz’a kadar… Türkiye bu tarih itibariyle ABD ve AB’nin kendisine uyguladığı “şok doktrini”ni ilk kez püskürttü ve bu psikolojiye artık sahip olma imkânına kavuştu. Eğer kaybet-mezse hidrojen bombasına sahip olmaktan daha büyük bir anlam ifade etmektedir bu.

Peki, nedir bu “şok doktrini”? Şok doktrini, No Logo kitabıyla küreselleşmecilerin ticarî, siyasî ahva-lini ortaya döken Naomi Klein’a ait bir kitabın adı olsa da ona ait bir keşif değil bu strateji. Kökleri, Ric-hard Nixon’a izafe edilen “deli adam teorisi”nde aranmalı bana kalırsa. Nixon’a göre ABD’nin düşman-ları, şöyle düşünmeliydi: Bunların emirlerinde olağanüstü bir yıkıcı güç var ve çıldırmışlar. Ne yapacak-ları belli değil… “Deli adam teorisi”nin ilk büyük etkisi Japonya’da görüldü. Atılan ikinci atom bomba-sından başka bir üçüncüsü daha varsa korkusu öyle oluşmuştu ki Japonya teslim oldu. Böylelikle oluşan “kudretine güç yetmez ABD” imajıyla tüm dünya sindirilecektir. Nitekim öyle de oldu. ABD’nin saldırıla-rına karşı kimsenin cevap verme hakkı yoktur. Klein’dan önce Noam Chomsky’nin de ifşa ettiği bu hu-suslarda ne Klein’a ne de Chomsky’e güvenmek konusunda iç rahatlığına kavuşabilirsiniz. Çünkü ikisi de ABD’nin küresel siyaset stratejilerinin ipliğini pazara çıkarırken bir konuyu ısrarla görmezden gelirler: Kültürel şok doktirinidir bu.

Ülke zihninin süpürülmesi

Naomi Klein,  ülkelerin savaşlar, terör saldırıları, darbeler ve hatta doğal felaketlerle şoka maruz bı-rakıldıklarını, bu ilk şokun insanlar üzerinde yarattığı korkudan faydalanan artçı şoklar geldiğini iddia eder. Böylelikle kapitalizmin hâkimiyeti sürmeye devam edecektir. Fakat burada sözü edilen aşama kor-kunçtur: Şokların yarattığı acıdan alıklaşan ülkeler, kendi imkânlarını kullanamaz hale gelecek ve kay-nakları çok uluslu şirketlerin kontrolüne geçecektir. Pirinç ya da buğday zengini bir ülke, kasıtlı tarım politikalarıyla dışa bağımlı olacaktır sözgelimi. Bu türden sonuçları doğuran şeyi başlangıçtaki şokta aramak gerek. Tıpkı akıl sağlığı yerinde olmayanların elektro şokla tedavi edilmesi mantığı gibi bir du-rum vardır bu işleyişte. İnsanların zihinlerinin süpürülmesi gibi ülkelerin de zihinleri çeşitli şoklarla süpürülecektir. 1940’lı yıllarda elektro şokla tedaviyi benimseyen psikiyatri çalışmaları 1950’lerde, CIA’in sorgu yöntemine nasıl dönüştüyse aynı şok yöntemi şimdilerde, kapitalizmin selameti için bir yön-teme dönüşmüş durumdadır. Hedef, bu defa, şoka maruz bırakılarak insan teklerinin çocukluk günlerine geriletilmesine benzer bir hale düşürülen ve itaatkâr kılınan bütün bir ülkedir. Klein, bu durumu Şili, Ar-jantin, İngiltere, Rusya ve Irak örnekleri üzerinden açıklar. Neo-liberalizmin aldığı yolun toplumların demokratikleşme süreçleri sonucu olmadığını, toplumlara olağanüstü durumların beraberinde kabul ettirildiğini iddia eder. Klein’ın bu iddialarındaki hedefiyse neo-liberalizmin, küreselleşmetnin ideolog-larından Milton Friedman’dır. Klein’in görüşleri üzerinden bakıldığında Friedman’ın; Nixon, Thatcher, Reagen ve Bush’un dışında Pinochet’nin ve bilhassa 1980’lerde Çin Komünist Partisi’nin danışmanı ol-ması manidar hale gelir. Bunlar olmasa da onun ekonomi, siyaset ve toplumbilim alanlarındaki görüşle-rinin dünya sistemindeki etkinliği açıktır. Klein bu görüşlerin uygulama alanlarında neler doğurdukları-nı, en ince ayrıntısına kadar önümüze serer ama bir hususa değinmez: Kültürel şok doktirinidir bu.

Türkiye 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini püskürterek 1960, 1970 ve 1980 askerî darbeleriyle her on yılda bir şok doktrinine maruz bırakılan bir ülke olmaktan çıktığına dair güçlü işaretler verdi tüm dünyaya. Askerî darbelerin en etkili sonuçları, arkadan gelen nesillerin büyük acıya maruz kalarak alıklaştırılmasıdır. “Acı çekmek insanı alıklaştırır” diyen Henri Michaux haklıdır. Babalarının, annele-rinin, yakınlarının ya da hiç tanımadığı birilerinin acılarını gören fertler, her şeyden önce geleceğe dair özgüvenlerini kaybeder. Türkiye, öylesine güçlü bir millete sahiptir ki üst üste onca darbeye rağmen ayakta kalabilmektedir. Hatta şöyle de denilebilir: Askerî darbeler hiçbir şey değildir. Türk halkı, son 150 yıldır Naomi Klein ve Noam Chomsky’nin hiç itiraz etmeyeceği aksine destekleyeceği kültürel şokla-ra karşın dirayet, basiret ve feraset gösterebilmektedir.

Türkiye’nin maruz kaldığı kültürel şoklar, saymakla bitmez. Müslüman bir milletin en başta dinî dü-şüncesiyle oynanmıştır. Modern dünyanın teknik, silah üstünlüğüyle başı dönen bir takım din adamları bunu fikrî bir üstünlük gibi sunmuştur. Bugün bunların postmodern versiyonlarıyla dinî düşüncemiz maa-lesef yara almaya devam etmektedir. Dinî düşüncemiz bu hale düşürüldükten sonra o bahane edilerek Türkiye, ABD’nin dünyanın en dindar ülkesi haline geldiği bir süreçte günden güne Anadolu irfanından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Türkiyeli Marksistlerin küreselleşme öncesi ve sonrası kapitalist üvey kardeşleriyle pek güzel anlaştıkları bir husustur burası. Türkiye, insanlarını birbiriyle kardeş yapan “İs-lamî tefekkür dairesi”nden uzak düşüyor ise bundan sosyalist Naomi Klein da kapitalist Norman Fried-man da hoşnuttur.

Güçlendirilmiş artçı şoklar

Türkiye’nin uğradığı “kültürel şok doktrini”ne karşı, ne kadar eleştirsek de en dikkate değer tepkile-rin İsmet Özel’den gelmesi en başta izah ettiğim nokta ile ilgilidir. Özel, zihnini diyalektik işletebilen bir Müslüman olarak zaman zaman kişisel özellikleriyle bizi üzse de kendisinden faydalanmayı hâlâ öğre-nemediğimiz bir “usturlap”tır. Hem paranoyaktır hem de kâhin. Sırtında yumurta küfesi olmadığı için serazattır. Küfesi olanlar onu anlar ama o küfeye dair konuştuğunu unutup maalesef küfeyi taşıyanları anlayarak akıl vermeye bir türlü yanaşmaz. Buluşulamayan yer de burasıdır. Avrupa ve ABD’de olsa bu buluşma halvete bile dönüşürdü ama ne yazık ki Türkiye hep aynı kaprisleri yaşayan ve yaşatan entelek-tüellerin ülkesidir. 1996 yılının ramazanında bir iftar sonrası kütüphanesini bana emanet etmişti. Sahura kadar güya tezimle ilgili önüme yığdığı materyalleri tarayacaktım. Öyle olmadı tabii… Tuttum tüm kü-tüphaneyi taradım. Hayatımın piyangosu vurmuştu. Bazı kaplı kitapları özellikle. Fotoğraf çekebilen cep telefonları zamanında olsaydık ne iyi olurdu. O vakit beni ilgilendiren şey, Özel’in zihninin nerelerde ge-zindiğiydi. Siyasetten Zen’e resim sanatına, müziğe uzanan ilgileri içinde ne yazık ki en az ilgimi çeken siyasetle ilgili olanlardı o günlerde. Bugün buna hayıflanıyorum. Çünkü Gezi Olayları’ndan beri ülkeme dair duyduğum kaygılardan ötürü sık sık uykularım bölünüyor. Türkiye’nin düşünce hayatının İsmet Özel ve Sezai Karakoç gibi iki büyük entelektüelini yaşanan zamanın dışına düşürmesi ve maruz kaldığı şokları, formel bilgilerle sınırlanmış siyaset bilimcilerle ve reel politiğin rengine bürünmüş gazetecilerle aşmaya çalışması, bana affedilebilir gelmiyor. Neyse ki onları harekete geçiren refleks, cumhurda yaşıyor…

Türkiye’nin aştığı pek çok şok doktrini oldu son 150 yılda. En ağırı olan harf devrimini bile aşabildik. Şu günlerde 15 Temmuz sonrasının artçı şokları arka arkaya geliyor. “Deli adam teorisi”yle güçlendi-rilmiş bu artçı şoklar üzerinden psikolojik bir eşikte sınanıyoruz. Siyasî alanda kişisel hırsların körükle-diği son derece yanlış bir rekabet yaşanıyor. Birbirlerinin bindiği dalı kesmeye çalışanların az aşağıya baktıklarında görecekleri şey, o dalların bir ağaca ait olduğu ve esasen kendi dallarının da daha büyük bir dal ile o ağaca irtibatlı olduğu gerçeğidir. Ağaçta budama gerekiyor elbette ama bunun budama işini ağacın hayrı için yapan bir elden yapılması gerekiyor. Birbirlerinin bindiği dal kesenler budamak gibi ağaca güç verecek hamleyi yapmış olmuyorlar. Hayatımızın her alanında aynı durumla karşı karşıyayız. Türkiye mevsimi gereği güçlenmek için budanmaya, yani sabra ihtiyaç duyuyor şu günlerde. Sabır, bu-lunduğumuz psikolojik eşikte istikrar demek. Türkiye’nin halkı da yöneticileri de aynı imtihanı veriyor. Halkı da yöneticileri de aynı imtihanı verdiği müddetçe Türkiye’nin Marksist diyalektiğe ihtiyacı yok belki fakat bilmesinde de fayda var. Çünkü her an yeni bir “şok doktrini”ne mazur bırakılabiliriz.

@CelaliFedai