Türkiye’de yargının darbelerle imtihanı

Mustafa Akış / HUKUKÇU
4.02.2017

Milletin ve demokratik anayasal kurumların denetiminden münezzeh bir kast sistemini “yargı bağımsızlığı” olarak okuyan çevrelerin hangi saiklerle hareket ettiği darbeler tarihimizde arşivli. TSK yargıya birifibg veriyor, yargı buna kayıtsız kalmıyor, bugün Avrupa medyasının ironik bir şekilde “liberal muhalif” olarak sınıflandırdığı Cumhuriyet Gazetesi, “Ordu, yargının katkısını bekliyor” temennisi dile getiriliyordu...


Türkiye’de yargının darbelerle imtihanı

Samet Ağaoğlu: “İyi ama Sayın Başkan filan filan kanunlara oy verdiğimiz için bizleri suçluyor ve yargılıyorsunuz ama aynı kanunlara bizimle birlikte oy vermiş ve sonradan DP’den ayrılıp CHP’ye geçmiş milletvekili ve bakanlar neden burada değiller, bizimle birlikte yargılanmıyorlar?”

Hâkim Salim Başol: “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor”

Bu diyalog, Türkiye demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçen Yassıada Mahkemeleri’nde yaşanmıştı. Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol ile Demokrat Partili Bakan Samet Ağaoğlu arasında geçen bu diyalog, o dönem yaşanmış bir hukuk skandalı olmanın ötesinde Türkiye’de ordu-yargı, yargı-siyaset ilişkilerinin niteliğini ortaya koyması bakımından büyük önem taşır.

1960 darbesi ve sonrası

Zira 27 Mayıs 1960 Darbesi sadece milletin seçtiklerine yönelik bir müdahale ile sınırlı kalmamış, getirdiği yeni anayasal kurumlarla sonrasına ilişkin bir vesayet düzeni de inşa etmiştir. Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hâkimler Kurulu, darbe sonrası yapılan ‘61 Anayasası’ ile kurulmuş ve bu kurumların geleceğinde de Yassıada Mahkemesi’nde verilen görevleri “layıkıyla” yapan hâkim ve savcılar yer almışlardır. Yassıada Mahkemesi’nde görev yapan hâkim ve savcıların arasından; 3 Anayasa Mahkemesi Başkanı, 2 Yüksek Hâkimler Kurulu Başkanı, 2 Yargıtay Başkanı, YSK Başkanı ve Danıştay Başkanı çıkmıştır.

Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim Başol, 1962’de Anayasa Mahkemesi kurucu üyesi yapılırken, Yassıada Mahkemesi Başsavcısı Ömer Altay Egesel, darbeden hemen sonra Yüksek Adalet Divanı Başsavcılığına, oradan da terfi ettirilerek Yargıtay üyeliğine atanmıştı. Yine Egesel, 60 darbesinden tam 17 yıl sonra, 1977 yılında ise Yargıtay 1. Ceza Dairesi Başkanlığı’na getirilmişti.

1961 Anayasası’yla kurulan Anayasa Mahkemesi’nin ilk heyetindeki, 15 asıl üyeden 4’ü Yassıada Mahkemesinde görev alanlar arasından, 5’i ise darbecilerin oluşturduğu Kurucu Meclis üyeleri arasından seçilmişti.

Dönemin askeri hâkimlerinden, Yassıada Yüksek Soruşturma Kurulu Üyesi ve Yüksek Adalet Divanı Başsavcı Yardımcısı Necdet Darıcıoğlu, 1977’de Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmiş, aynı Darıcıoğlu 1960 Darbesi’nin üzerinden geçen 30 yılın sonunda, 1990’da Anayasa Mahkemesi Başkanı seçilmişti.

1960 Darbesi sonrası Yassıada Mahkemesi Yüksek Soruşturma Kurulu üyeliğine getirilen Necdet Menteş ise, 1972-1980 yılları arası iki dönem Yargıtay Başkanı olmuş ve 12 Eylül darbe yönetimi sırasında kurulan Bülend Ulusu Hükümetinde de Adalet Bakanı olarak görev almıştı.

Örnekler çoğaltılabilir. Ancak sadece bu örnekler bile, 27 Mayıs Darbesi’nin ardından yargıda etkin hale gelen vesayetçi aklın, 71 muhtırası ve 80 darbesiyle varlığını daha da güçlendirerek devam ettirdiğini ortaya koymaktadır.

28 Şubat süreci

28 Şubat post-modern darbe sürecine geldiğimizde ise Türkiye’deki köhnemiş ordu-yargı-siyaset ilişkilerinin en pervasız yansımalarını görürüz.

Bugün Avrupa medyasının ironik bir şekilde “liberal muhalif” olarak sınıflandırdığı Cumhuriyet Gazetesi, üç gün üst üste TSK’nın, yargıya verdiği brifingde öne çıkan söylemlerini manşetine çekiyordu. Türkiye’de “Şeyhler Ordusu”nun kurulduğundan, laikliğin tehlike altında bulunduğundan bahsediliyor ve “Ordu, yargının katkısını bekliyor” temennisi dile getiriliyordu. O güne kadarki hiçbir askeri darbe süreçlerine sadakatsizlikte bulunmayan yargı organı, TSK’nın bu çağrısına da kayıtsız kalmıyordu. Yargıtay Başkanı Müfit Utku, TSK’nın İrticai Faaliyetler brifinginin yoğun istek üzerine tekrarlanmasını istiyordu. TRT’nin kayda aldığı brifinge, savcı ve yargıçların kendisinin izni olmadan katılmasına haklı olarak itiraz eden dönemin

Adalet Bakanı, hâkim ve savcılarca sert bir şekilde eleştirilmişti. Cumhuriyet Gazetesi ise “Yargıdan ikinci uyarı” manşetiyle yayına çıkmış ve yargı mensuplarının bu brifinge katılımının Adalet Bakanı’na “istifa et” mesajı verdiğini haber etmişti. Dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen’in Adalet Bakanı’nın itirazına gösterdikleri tepki şu başlık altında haber edilmişti: “Yargıç ve savcılar emir kulu değil”. [Cumhuriyet Gazetesi,

(11 Haziran 1997). s.15]

2000’li yıllar

2000’li yıllara gelindiğinde de durumun farklı olmadığını söylemek mümkün. Türkiye’de yaşanan ekonomik ve toplumsal değişimlerin aksine yargıda 1960 darbesiyle temelleri atılan kurulu düzen, tüm değişim ve dönüşümlerden ‘steril’ bir şekilde varlığını muhafaza etmişti.

Anayasa Mahkemesi’nin 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı krizinde verdiği 367 kararı, başörtüsüyle üniversiteye girişin önündeki engelleri kaldıran ve 411 milletvekilinin ‘kabul’ oyuyla geçen anayasa değişikliği karşısında yargı organlarının gösterdiği tutum ve nihayet 2008 yılında dönemin Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın 27 Mayıs’ı “Devrim” olarak nitelendiren konuşması, bahsettiğimiz bu duruma somut örnek teşkil edecek hadiselerden sadece birkaçı…

28 Mart 2000 tarihinde Adana Cumhuriyet Savcısı olarak görev yaparken, 1980 darbesini gerçekleştiren Kenan Evren hakkında darbe yapmak suçundan iddianame tanzim edince açığa alınan ve meslekten ihraç edilen Sacit Kayasu ise yargı-darbe ilişkisinin sembol bir mağduru… AİHM’de kazandığı dava sonrası avukatlık yapmak isteyen Sacit Kayasu’nun talebi İstanbul Barosu tarafından da reddedilmiş, Barolar Birliği’ne yaptığı itiraz sonucu İstanbul Barosu levhasına ancak kayıt olabilmişti.

2010 Referandumu sonrası

2010 yılında, AB ülkelerini model alarak, Yargı’daki atama usullerini daha demokratik standarda kavuşturma çabasıyla yapılan referandum, Yargı kadrolarında kısmi bir değişimi meydana getirmiş ancak yargı-siyaset ilişkilerinin istenilen demokratik zemine oturtulması adına yeterli olmamıştır. Öyle ki; 2013 yılında Selam-Tevhid ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla yargıdaki bir kısım FETÖ mensubu savcılar; bürokrasiden sivil topluma, istihbarattan siyasete, medyadan iş dünyasına kadar çok kapsamlı bir darbe girişiminin içinde bulunmuşlardır. Operasyonların başlangıcı her ne kadar 2013 olarak gözükse de elde edilen bulgular bu darbe girişimlerinin 2010 öncesi planlandığını ortaya koymaktadır.

1960 darbesini birkaç yıl öncesine kadar ‘ama’sız savunan CHP’nin “Yargı Bağımsızlığı” adı altında 17-25 Aralık sürecine en çok sahip çıkan parti olması, yargıda zihniyet değişiminin sağlanamadığının da en somut göstergesidir.

15 Temmuz darbe girişimi

15 Temmuz’daki işgal hareketinde ise sürecin diğer bileşenlerinde olduğu gibi yargının darbe karşısında aldığı tavırda da bir ilk yaşanmıştır. İlk kez bir lider silahlı askeri darbe girişimine boyun eğmemiş, ilk kez halk tankların karşısında durmuş ve ilk kez yargı mensupları darbeye kalkışan terör yapılanması ve uzantılarıyla çok kısa bir zaman içerisinde mücadeleye girişmiştir. Devletin kimi kurumlarının darbenin seyrini takip ettiği o karanlık gecede, daha saatler 16 Temmuz’u göstermeden, kapalı olan adliyeler açılmış ve başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok ilde soruşturmalar başlatılmıştır. Yargı kurumu geçmişteki gelenekselleşmiş vesayetçi tutumunu bir an için unutturacak bir biçimde darbeye anında tepki vermiş ve seçilmişlerin, daha doğrusu milletin yanında saf tutmuştur. Bu tutum karşısında, gerek Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan gerekse Adalet Bakanımız Sayın Bozdağ 15 Temmuz darbe kalkışmasına karşı en hızlı ve etkin tepki veren kurumun yargı organı olduğunu da defaatle dile getirmişlerdir. 15 Temmuz’dan hemen bir gün sonra hızlıca başlayan açığa alma ve gözaltı süreçleri darbenin aşılmasında önemli rol oynamıştır.

Yargı ve sistem değişimi

Milletin ve demokratik anayasal kurumların denetiminden münezzeh bir kast sistemini, “yargı bağımsızlığı” olarak okuyan çevrelerin hangi saiklerle hareket ettiğini tarihsel referanslarla aktarmaya çalıştık. Şimdi geleceğe odaklanma zamanı. Hukukun üstünlüğünü ve adaleti hâkim kılmak mecburiyetindeyiz. Bu da ancak, milletin denetimine tabi bir yargı organıyla mümkün olabilir. Cumhurbaşkanlığı Sistemi tartışmalarıyla beraber Türkiye ilk kez yasama-yürütme-yargı ilişkisini anayasal olarak demokratik bir zemine taşıma fırsatı yakaladı. Bu zeminin iki partinin uzlaşmasıyla oluşturulması ise sürecin getirdiği önemli bir kazanım. İnşallah, kaybedilen onca yıl ve ödenen bunca bedelin ardından Türkiye hak ettiği bağımsız ve tarafsız bir yargı mekanizmasına kavuşacak. Yargı organı şekillenişi itibariyle bir takım odakların veya kişilerin tahakkümünden çıkacak.

[email protected]