Türkiye’nin ‘sağcı’ bir partiye ihtiyacı var mı?

Yrd. Doç. Dr. Ali Aslan
4.11.2017

AK Parti öncesinde sağ siyaset, reel bir varoluş gerekçesine sahipti: Toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindar çevre iktidardan uzak tutuluyordu. AK Parti iktidarıyla bu durum radikal bir dönüşüme uğradı. Toplumsal çevre merkeze yerleşti, devlet topluma açıldı. Sağ siyaset temel siyasi gerekçesini kaybetti. Bu durumda İYİ Parti’nin kuruluşunun, alttan gelen bir sosyolojik gereksinimin sonucu olmadığını, bir siyasi mühendislik vakası olduğunu tespit etmek gerekir.


Türkiye’nin ‘sağcı’ bir partiye ihtiyacı var mı?

25 Ekim’de İYİ Parti’nin kuruluşu, MHP’nin siyasette daha etkin bir konuma gelmesi ve AK Parti’nin son dönemde benim-sediği yerli ve milli siyaset gerekçe gösterilerek sağcılığın yeniden yükselişe geçtiği iddialarının daha gür bir şekilde dil-lendirilmesine yol açtı. Bu gelişmelerin her birini kendi başına sağcılığın yükselişi olarak okumanın ne denli doğru olup olmadığı meselesi bir kenara, bu üç gelişmenin aynı anda sağcılığın yükselişine gerekçe olarak sunulması büyük bir çelişki oluşturmaktadır. Şöyle ki, siyasi partiler ancak toplumsal alanla siyaset alanı arasında bir örtüşmezlik durumu oluştuğun-da, yani mevcut siyasi partilerin toplumsal talepleri karşılayamaması durumunda ortaya çıkabilir ve anlamlı bir varoluş sergileyebilirler. Toplumsal tabanı olmayan bir siyasi parti uzun ömürlü olamaz. Buna göre, İYİ Parti’nin kurulması ve siyasette bir ağırlığa sahip olabilmesi için 2002’den itibaren merkez sağ siyaseti içine alacak şekilde iktidar olan AK Par-ti’nin bu alanı belli ölçüde boşaltmış olması gerekmektedir. Ancak aynı AK Parti’nin, son dönemde yerli ve milli siyaseti benimseyerek sağcılaştığı ve ülkede devletçi-milliyetçi statükoyu güçlendirdiği iddia edilmektedir. O halde, AK Parti yerli ve milli siyaset ile devletçi-milliyetçi dozajı yüksek sağcı bir parti olmaya doğru yol almışsa, İYİ Parti’nin kurulması için sosyolojik bir gerekçe de kalmamaktadır. Tersten söyleyecek olursak, İYİ Parti’nin kurulması için devlet ve toplum naza-rında doldurulmayı bekleyen bir siyasi boşluk ortaya çıkmışsa, AK Parti’nin devletçi-milliyetçi siyasetin tam tersi yönünde hareket etmiş olması gerekmektedir.

Bir başka çelişki ise, sağcılığın yükselişine delil olarak sunulan MHP’nin siyasette etkinliğini artırması ile İYİ Parti’nin kuru-luşu arasındaki ilişkide görülebilir. Devletçi-milliyetçi MHP’nin iktidarda etkinliğini artırması, İYİ Parti gibi devletçi-milliyetçi bir siyaseti kucaklayan yeni bir partinin ortaya çıkışını tetiklemek yerine kösteklemesini beklemek gerekir. MHP devletçi-milliyetçi siyasetiyle devlette ses getirebiliyorsa aynı çizgide başka bir partiye ihtiyaç duyulması söz konusu ola-maz. Bu durumda, büyük çoğunluğunu MHP’den kopanların oluşturduğu İYİ Parti’nin kuruluşunun MHP’nin yetersizliği veya giderek sağcılaştığı iddia edilen AK Parti’ye yaklaşarak devletçi-milliyetçi sağcılıktan uzaklaşması gibi gerekçelerle açıklanamayacağı ortadadır.

İYİ Parti’nin kuruluşu, AK Parti ve MHP’nin (ve aynı zamanda CHP’nin) toplumsal talepleri karşılayamamasından kaynak-lanmıyorsa, bu partinin varlık sebebinin sorgulanması gerekmektedir. İYİ Parti’nin oluşumu tabandan yukarıya yönelen sosyolojik bir gerekçeye mi dayanmaktadır, yoksa tavandan aşağıya bir siyaset mühendisliğine mi? Bu soruya ilişkin ola-rak şu soruları da sormalıyız: Yerli ve milli siyaset, AK Parti’nin siyasetin merkezini boşaltarak sağcılaşması ve sağcılığın ülkeye yeniden hâkim olması anlamına mı gelmektedir? MHP’nin iktidarda artan etkinliği sağ siyasetin güçlenmesine mi işaret etmektedir? 2019 seçimlerine gidilirken CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı belirleme süreci bir kez daha CHP’nin sağa açılım siyaseti tarafından mı belirlenecektir?      

Türk sağı ne işe yarar?

Tüm bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle, Türkiye siyasetinin temel çelişkisinin ne olduğunun tespit edilmesi ge-rekmektedir. Türkiye siyasetinin temel çatışma hattı, uzunca bir süre siyasetin merkezini tutan bürokratik oligarşi, üst-orta sınıflar ve toplumsal çevreden olmakla birlikte bunlara eklemlenmiş laiklik hassasiyeti yüksek kesimler ile toplumda çoğunluğu oluşturan ve giderek şehirlileşen ve orta sınıflaşan muhafazakâr-dindar alt toplumsal kesimler arasındadır. Cumhuriyet’in ilanından itibaren siyasi mücadele, peyderpey sosyolojik olarak eşitlenen ve bir siyasi özneye dönüşen muhafazakâr-dindar toplumsal çevrenin demokrasi mücadelesi çerçevesinde gerçekleşmektedir.

Muhafazakâr-dindar toplumsal çevre, halkın egemenliğine ve milli iradeye yaslanan Cumhuriyet rejimini gerçek manada tesis etme mücadelesi vermektedir. Bu haliyle muhafazakâr-dindar toplumsal çevrenin siyaseti, ülkenin kuruluş anayasasını ya da başka bir ifadeyle ana ilke ve uygulamalarını sorunsallaştırmak ve dönüştürmek üzerine kuruludur. Toplumun ana omurgasını oluşturan bu kesimler, siyasi düzeni sırtlanarak yapısal bir dönüşüm gerçekleştirmek istemektedirler.

1960’lardan itibaren belirleyici olan sağ-sol ayrışması ise, bu çelişkiyi sulandırarak siyasi çatışmanın eksenini devletin merkezinden uzaklaştırıp toplumun kendi içerisine çeken bir işlev görmüştür. Bu açıdan, devletin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in hegemonik bir güç olma noktasında zirveye ulaşmasının, sağ-sol çatışmasının siyaseti belirlediği 1960-1980 yılları arası döneme tekabül etmesi şaşırtıcı değildir. Bu dönemde, toplumsal çevrenin ülkenin kuruluş ilke ve uygulamalarını hedef alan siyaseti bir kenara itilmiş, merkez ve çevresiyle toplum kendi içinde uluslararası çatışmaların belirlediği katı bir ideolojik kutuplaşma ve çatışma noktasına gerilemiştir. Toplum merkez ve çevre olarak değil, bu ayrışmayı çapraz kesen yapay bir sağ-sol kapışması tarafından belirlenmiştir. 

Ayrıca çok-partili siyasete geçişin yaşandığı bu dönemde, toplumsal çevrenin farklı siyasi partilere bölünmesi –merkez sağ gelenek, İslamcı Milli Görüş, devletçi-milliyetçi MHP ve Kürt milliyetçisi partiler– gerçekleşmiştir. Bu bölünme toplumsal çevrenin merkeze karşı vermiş olduğu siyasi mücadelenin odağını dağıtarak ağır bir darbe vurmuştur. Bu siyasi partileri, toplumsal çevreyi merkeze taşıyarak merkezi dönüştürmek isteyen “reformist” partiler, merkeze karşı toplumsal çevrenin belli kesimlerini korumakla siyasetini sınırlandırmış “direniş” partileri ve toplumsal çevre ile devlet arasında köprü görevi gören “uzlaşı” partileri şeklinde üç jenerik gruba ayırmak mümkündür. Devlet ile toplum arasında tampon işlevi gören sağ partiler, üçüncü grupta yer alan uzlaşı partileridir.

Gerçekten de, merkez-çevre geriliminde bir siyasi tavır olarak bu dönemde ortaya çıkan sağcılığın temel işlevi, toplumsal çevrenin merkeze yönelerek ülkenin kurucu ilke ve uygulamalarına meydan okumasının önüne geçmek ve merkezi dönüştürmesine engel olmak olmuştur. Toplumsal çevrenin siyasi yönelimini hedeften saptıran sağcılık, geleneksel dini değerler ve milliyetçilik referanslarıyla Kemalist statükoyu muhafaza etmenin toplumsal çevreye dönük “yumuşak” yüzü haline gelmiştir. Özellikle Süleyman Demirel figüründe somutlaştığı haliyle, toplumsal çevrenin revizyonist siyasi ufkunun daraltılarak lümpenleşmesi, baskı-korku siyaseti ve ufak tefek imtiyazlarla bu toplumsal kesimlerin Kemalist hegemonyaya dâhil edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak halkın dâhil edilmesi hesap edilmedik bir sonuç ortaya çıkarmış, Kemalist hegemonyayı zamanla dönüştürmüş ve böylece devlet ile toplum arasındaki mesafe daralmıştır. Halkın değerlerine cephe alan 1930’ların katı pozitivist-materyalist Kemalizm’i 1960’larda kısmen yumuşayarak demokratik-sol bir görünüm kazanmış, 1980’lerde ise Türk-İslam senteziyle formatlanarak halkla arasındaki açığı daha da kapatan bir Kemalizm ortaya çıkmıştır.

Kemalizmin krizi ve sağ

Lakin Kemalist hegemonyayı yeniden üretmeyi hedefleyen bu çabalar ters tepmiş, Kemalizm 1990’larda derin bir krize girerek reaksiyoner bir nitelik kazanmıştır. Kemalizm’in kriziyle sağ, siyaseten anlamını kaybederek işlevsizleşmiş ve bu durum siyasi, ekonomik ve kültürel iktidarı elinde tutan merkez ile toplumsal çevrenin aracısız bir şekilde karşı karşıya gelmesiyle sonuçlanmıştır. Reformist bir parti özelliği gösteren AK Parti’nin iktidarının başlangıç noktasını oluşturan 2002’den günümüze siyaset, sağdan arınmış bu aracısız karşı karşıya geliş tarafından şekillenmektedir. 15 yıllık bu dönem, çevrenin merkeze nüfuz ederek merkezi dönüştürme sürecini, yani ülkenin kurucu ilke ve uygulamalarının yerlileşmesini, demokratikleşmesini ve Cumhuriyet idealinin pratiğe dökülerek tesis edilmesini kapsamaktadır. Bunun karşısında ise, 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinden 2013’teki Gezi olaylarına ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimine uzanan, tüm renkleriyle eski Türkiye aktörlerinin statükoyu korumak adına amansız direnişi yer almaktadır.

AK Parti sağcılaşıyor mu?

O halde sağcılık, ne laiklik karşısında dini ve milliyetçi referanslarla siyaset yapmak, ne emekçinin karşısında kapitalist-sermaye sınıfının yanında yer almak, ne de bireyci ve sivil toplumcu siyaset karşısında devleti ve kolektif olanı savunmak olarak tanımlanabilir. Türkiye’de sağcılık, milli iradeyi hâkim kılmayı hedefleyen yerelleşmenin, demokratikleşmenin ve Cumhuriyet rejiminin karşısında yer almak kriterleri çerçevesinde tanımlanmalıdır. Dini ve milliyetçi referanslara başvurmak, büyük sermayenin yanında yer almak ve devleti ve kolektif olanı savunmak sağcılığın esasına dair unsurlar değil, sadece tali unsurlarıdır. Türkiye’de sağcılığın esası, halkın iktidarına karşı seçkinlerin iktidarını savunmaktır. Türk sağının “baba”sı sayılan Demirel’in 28 Şubat sürecinde halkın karşısında konumlanışı bu savı açıkça ortaya koymaktadır.      

Bu minvalden bakıldığında, AK Parti’nin yerli ve milli siyaset üzerinden sağcılaştığını ve sağcılığı güçlendirdiğini iddia etmek oldukça zordur. Yerli ve milli siyaset, bir taraftan laik cenah tarafından dini ve milliyetçi referansları, diğer taraftan liberal kesimlerce devlet ve kolektif olanı ön plana çıkaran “beka” meselesine yaptığı vurgu nedeniyle sağcılıkla suçlanmaktadır. Özellikle liberal çevreler, yerli ve milli siyasetin post-Kemalist bir özellik taşımadığı, devletçi-milliyetçi Kemalizm ile benzeşmekte olduğu eleştirisini yapmaktadırlar. Bu kesimlerin gözden kaçırdığı nokta, Kemalizm ile AK Parti’nin farklı toplumsal kesimlerin iktidarına yönelik ve olabildiğince farklı bir siyasi rejim –oligarşi versus demokrasi– öngören siyasetlere sahip olmalarıdır.

Yine bu çevrelerin gözden kaçırdığı husus, AK Parti’nin 2002-2008 yılları arasında Kemalist hegemonyayı zayıflatırken yürüttüğü “özgürlük” siyasetini ve 2009-2015 yılları arası toplumsal kutuplaşmaları marjinalize ederek birlik ve beraberliği sağlamaya yönelik “açılım” siyasetini, 2015 sonrasında ortaya çıkan siyasi şartlar altında ve varılan siyasi noktada yürütemeyeceğidir. Bu iki dönem toplumsal çevreyi merkeze taşımaya ve merkeze yerleşmeye ağırlık verirken, 2015’de devreye sokulan yerli ve milli siyaset ise siyasetin merkezinin yeniden düzenlenmesini ve milli irade temelli bir siyasetin kurumsallaşmasını kapsamaktadır. Yerli ve milli siyaset, AK Parti genel siyasi çizgisinde bir kırılmayı değil, aksine toplumsal çevreden merkeze gelenler ve merkezde yer alıp da bu sürece ikna olanlarla –MHP’deki dağılmanın temel gerekçesi budur: İkna olanlar ile olmayanların kavgası– merkezi dönüştürme ve yeniden tanzim etme hedefinin hayata geçirilmesini içermektedir. Yerli ve milli siyaset kapsamında atılan adımlar, merkezin demokratik siyaset çerçevesinde yeniden inşasını kapsamaktadır.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini getiren 16 Nisan’daki anayasa değişikliği bu demokratik kurumsallaşma adımlarının merkezinde yer almaktadır. 2019 seçimlerinin hükümet sistemini merkeze alan tartışmalar çerçevesinde geçecek olması şaşırtıcı değildir. CHP’nin 2019 seçimlerini parlamenter sistem ile Cumhurbaşkanlığı sistemi arasında, daha doğrusu eski ile “Yeni Türkiye” arasında bir referanduma dönüştürme gayreti bu açıdan manidardır. Ancak CHP’nin çelişkili bir siyaset yürüttüğünü de belirtmek gerekir. “Adalet” yürüyüşü gibi etkinliklerle toplumun merkezine yönelik geliştirilen söylemler Türkiye siyasetinin temel çelişkisini sulandırmayı hedeflerken,  bir süredir dozajı azalmış olan laiklik vurgusunun yeniden artması ve Erdoğan-karşıtı “diktatörlük” iddialarının tekrardan gündeme sokulması ise bu çelişkiyi berraklaştırmaktadır.

AK Parti ve Erdoğan karşıtlarını hayal kırıklığına uğratan CHP’nin bu söylemsel dalgalanmalarının İYİ Parti’nin kuruluşuyla bir ilişkisi olabilir mi sorgulamak gerekir. Toplumsal çevreyi parçalamak ve ülkenin temel siyasi çelişkisini sulandırmak gibi sağcılığın geleneksel siyasi işlevini üstlenecek bir partinin varlığının, CHP’yi rehavete sürüklemesi ve laiklik temelinde fabrika ayarlarına dönmesine yol açması muhtemeldir. Dolayısıyla İYİ Parti, sağcılığın yeniden hortlatılması çerçevesinde değerlendirilmelidir. AK Parti öncesinde sağ siyaset, reel bir varoluş gerekçesine sahipti: Toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindar çevre iktidardan uzak tutuluyordu. Devlet ile toplum arasındaki bu kategorik ayrışmanın kapatılması ve oluşan boşluğun Kemalist hegemonyaya zarar vermeyecek şekilde doldurulması gerekiyordu. AK Parti iktidarıyla birlikte bu durum radikal bir dönüşüme uğradı. Toplumsal çevre merkeze yerleşti, devlet topluma açıldı. Bu durumda sağ siyaset temel siyasi gerekçesini kaybetti. Bu durumda İYİ Parti’nin kuruluşunun, alttan gelen bir sosyolojik gereksinimin sonucu olmadığını, bir siyasi mühendislik vakası olduğunu tespit etmek gerekir. Sosyolojik gerçeklerden kopuk bir partinin başarılı olması, yani iktidardan pay alması mümkün değildir. Ancak bu projeyi devreye sokanların başarı kriteri, 2019 seçimlerinin eski Türkiye tarafından kazanılarak yaşanan demokratikleşme sürecinin akamete uğratılması şeklindedir. 2019 seçimlerinde istenen sonuç elde edildiğinde ise İYİ Parti, toplumsal çevrenin parçalanarak iktidardan daha da uzaklaştırılması için kullanılmaya devam edecektir. 2019’un kaybedilmesi ise İYİ Parti’nin sonu demek olacaktır.

İYİ Parti ile ortak bir hedef peşinde koşan CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimi (ve de büyükşehir belediye başkanlıkları) için çatı aday konusunda İYİ Parti ile yakın bir dirsek teması içerisinde olacaktır. CHP, üzerindeki sol-laikçi baskıya rağmen toplumun merkezini oluşturan muhafazakâr-dindar kesimlerin değerlerini ciddiye almak zorundadır. Kendi sosyolojik tabanını kaybetmeden toplumun geneline açılmak zorunda olan CHP’nin tek çıkış yolu, siyaset alanını kendini dezavantajlı bir konuma düşüren laiklik-dindarlık ekseni dışında başka bir çatışma ekseninde kurmaktan geçmektedir. Ancak laikçi siyaset dili ve Erdoğan karşıtlığının körleştirdiği CHP’nin bunu başarabilmesinin ne ölçüde mümkün olduğu büyük bir soru işaretidir. Keza son günlerde CHP, adalet yürüyüşüyle açtığı bu çıkış yolunu bizzat kendi elleriyle kapama uğraşı içerisindedir.

Eski Türkiye aktörlerinin bu manevraları karşısında AK Parti, kendi bünyesindeki “metal yorgunluğu”nu gidererek seçimlere hazırlanmaktadır. Sert mücadeleler ve çalkantılarla geçen 15 yıllık iktidarın yaratmış olduğu doğal kirlenmeyi temizleyerek tazelenmeyi hedefleyen bu süreç temelde bir elit değişimini içermektedir. Bu değişime rengini veren husus, ideolojik meseleler olmaktan ziyade partiye çeşitli şekillerde zarar verdiği düşünülen belli figürlerin geriye çekilmesi veya partiden uzaklaştırılmasıdır. Bu, Türkiye siyasetinde nadir görülen, bir siyasi partinin özeleştiri ve halkla bağını yeniden tesis etme hamlesidir. Dolayısıyla, özellikle belediye başkanlarının görevden alınması gibi adımlar, demokrasi ve milli iradeyi hiçe saymaktan öte, milli iradenin daha sağlam ve sağlıklı bir şekilde tecelli edebilmesi için parti yönetiminin ortaya koyduğu bir tasarruftur. Bu kararın politik sonuçlarının ne olacağı tartışılabilir. Tartışılamayacak olan ise, AK Parti’nin yegâne iktidar kaynağının milli irade olduğu düşünüldüğünde, halkın iradesine rağmen bir girişimde bulunuyor olmasıdır.

[email protected]

Yrd. Doç. Dr. Ali Aslan / İbn Haldun Üniversitesi