Vesayetçilerin korkulu rüyası Cumhurbaşkanlığı Sistemi

İdris Kardaş / Yazar
25.03.2017

Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile halkın seçtiği irade ülkeyi yönetecek. Hükümet kurma süreçlerinde, koalisyon ortaklarının hangi partiler arasında olacağının kararında, bakanların belirlenme süreçlerinde artık vesayet odaklarının, askerlerin, sermaye gruplarının ve medyanın rolü olmayacak. Sandıktan çıkan, ertesi gün ülkeyi yönetmeye hak kazanacak.


Vesayetçilerin korkulu rüyası Cumhurbaşkanlığı Sistemi

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi tartışmaları bir yandan teknik boyutta ilerlerken bir yandan da Türkiye’nin siyasal tarih kodları ve yaşanmış hadiseler üzerinden değerlendiriliyor. Sağlıklı olan da budur. Zira, hiçbir sistem bir ülkeden diğerine birebir uygulanamaz. Türkiye’nin kendine özgü gerçekleri var. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin Türkiye’de vesayet odaklarının kapısını kapatacağına ve halkın çıkarlarının ülke yönetiminde merkezde olacağına tarihsel perspektiften bakmak, bize tatmin edici bir cevap olacaktır.

‘Halksız siyaset’in sonu

1923 yılından günümüze parlamenter sistem ile birçok muhtıra, darbe, ekonomik kriz, bürokratik vesayetin yol açtığı sorunlar, hükümet kurma krizleri, koalisyon ortakları arasındaki krizler ve cumhurbaşkanlığı seçim krizleri yaşadık. Çok partili seçimlerin ilk kez adil bir şekilde yapılabildiği 1950’den başlatabileceğimiz Türkiye demokrasisi, birçok kez yol kazasına uğradı. 1950-1960 yıllarında seçilen Menderes hükümetleri 27 Mayıs Darbesi ile indirildi ve Başbakan Menderes idam edildi. 1965 yılında Menderes’in devamı olduğunu söyleyen Demirel iki seçim kazandı ancak ikinci döneminde 12 Mart Muhtırası ile iktidardan uzaklaştırıldı. Demokrasiye olan inancından vazgeçmeyen halk, kendisinin tarafında olacağını ilan eden her kesime sıcak yaklaşıyordu. Ecevit, devletçi değil halkçı olacağını ilan ettiğinde halk ona Karaoğlan adını taktı ve birinci parti yaptı. Ancak tek başına iktidar olamadı. Koalisyon krizleriyle, belirsizliklerle dolu bir süreç yaşandı. 12 Eylül darbesi geldiğinde Demirel, Erbakan ve Türkeş siyaset sahnesindeydi. Halkın seçtiklerine tahammülsüzlük yeniden kendini göstermiş ve bu kez siyasi partiler de kapatılarak çok daha derin bir yara açılmıştı. Milletin iradesi her defasında yok sayılmış ve ezilmişti. 12 Eylül Darbesi’ni gerçekleştirenlerin “oy vermeyin” dediği Özal’a oy veren halk ise kendi seçiminin siyasete yansıması konusunda, demokrasi konusunda yani milli irade konusunda ne kadar ısrarcı olduğunu göstermişti. Daha sonra aktif ve halkın sevdiği bir Cumhurbaşkanı olan Özal vefat etmeseydi kim bilir nasıl bir darbe ya da muhtıra ile karşı karşıya kalacaktı.

1994 seçimlerinde birinci parti olan Refah Partisi’yle kimse koalisyon kurmaya cesaret edemedi. Asker, medya ve sermaye grupları sandıktan çıkanı değil, kendi aralarında farklı koalisyon arayışlarını tehditle dayatıyorlardı. Koalisyon görüşmelerini neredeyse askerlerin yürüttüğü bir dönemdi. Şartların kaçınılmaz olduğu bir noktada kurulan Refahyol Hükümeti’ne ancak bir yıl izin verdiler. Bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat; siyaseti, medyayı ve gündelik hayatı alt üst etti. Tüm bunlardan sonra halk, iradesinin siyasete ve ülke yönetimine yansıması konusunda kararlıydı ve 2002 yılına gelindiğinde Recep Tayyip Erdoğan ile tek başına iktidarlar dönemine uzun süre oy verdi. 15 yıllık kesintisiz bir iktidar süreci yaşayan Ak Parti, toplumun tüm bu siyasi birikimi ve geçmişte yaşadığı acı tecrübelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Askerin atadığı başbakanlar

Başbakan ve sonrasında Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan bu süreçte 27 Nisan Muhtırası, 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi ve 15 Temmuz’da ordunun içine sızan teröristler tarafından yapılan darbe ve işgal girişimine maruz kaldı. Birçok kez suikast ve Gezi gibi olaylarla şiddet yoluyla devrilmeye çalışıldı. Toplumun tüm bu olan bitenlere tepkisi, tarihsel birikimi sonucunda çok daha güçlü bir şekilde seçtiği iradenin yanında durmak oldu. Halk, vesayetçilerin tüm baskı ve yıldırmalarına karşı duran seçtikleri siyasi iradenin arkasında durdu.

Tüm bu tarihsel tabloya baktığımızda karşımıza çıkan ilk sonuç şu oluyor: 94 yıllık Cumhuriyet tarihimiz boyunca 65 hükümet değişti. Bu, 65 başbakan demek. Ancak biz, 27 Mayıs’ta devrilen Menderes’ten, 12 Mart’ta devrilen Demirel’den, 1979’da bildirilerle devrilen Ecevit’ten, görevdeyken hayatını kaybeden Özal’dan, 28 Şubat’ta devrilen Erbakan’dan ve 15 Temmuz başta olmak üzere defalarca asker, yargı ya da suikastlarla devrilmeye çalışan Erdoğan’dan başka başbakandan bahsetmiyoruz. Çünkü bu liderler, halkın kendisini yönetmesi için seçtiği liderlerdi. Halk, sandıklarda oyunu kullanmış, yani demokrasinin en temel icraatını yerine getirmiş ve her defasında seçtikleri devrilmişti. Peki geri kalan 60’a yakın başbakan kim? Bu isimlerin çoğunu ya bilmiyoruz ya da hatırlamıyoruz.

Halk meydan okudu

1961 seçimlerinden sonra ülkeyi dört yıl boyunca İsmet Paşa, başbakan olarak yönetti. Askerlerin siyasilere “Darbe yaparız” tehdidiyle başbakan olmuştu. Suat Hayri Ürgüplü, yeni bir darbeden çekinen liderlerin ortaya attıkları tarafsız bir Başbakan olarak ülkeyi sekiz ay yönetti. Arada bir Demirel yönetimi oldu ama hemen kesildi. 12 Mart’ta atanan başbakanlar var mesela. Nihat Erim, Ferit Melen ve Naim Talu, askerler tarafından atanan başbakanlar olarak ülkeyi iki yıl yönetti. Sadi Irmak diye bir başbakanımız oldu mesela. 1973 seçimlerinden sonra bir türlü koalisyonlar kurulamayınca hükümet krizleri ortaya çıktı ve Sadi Irmak başbakan olarak atandı. Melis’teki güvenoyu yoklamasında 17 oy aldı. Ancak buna rağmen ülkeyi beş ay yönetti. 12 Eylül darbesinde eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu, Kenan Evren tarafından atanarak üç yıl boyunca ülkeyi yönetti. Daha sonra Özallı yıllar ile birlikte sandıktan çıkan irade ülkeyi yönetmeye başlamıştı ki Özal vefat etti. Sonrası yakın tarih, çoğumuz yaşayarak gördük. Birinci parti olmasına rağmen Refah Partisi ile koalisyon kurulmasına müsaade edilmedi uzun bir süre. Asker bizzat koalisyon görüşmeleri yaparak Anayol iktidarını dayattı halka. Bu süreçte, koalisyonlar kurulurken hangi vesayet odaklarının müdahaleleri sonucu başbakanların ve bakanların belirlendiğini hepimiz yaşayarak gördük. Koalisyonların dışarıdan müdahalelere nasıl açık bir hale geldiğini 90’lı yıllar boyunca yeniden müşahede ettik.

15 Temmuz’da, tankların ezerek geçtiği, kurşunlarla yüreklerini deldiği, savaş uçaklarıyla üzerine bombalar yağdırdığı milyonlarca insanın iradesi işte böyle şekillendi. Toplum, bu uzun yıllar boyunca iradesine müdahale edilmesini, kendi seçtiklerinin ülkeyi yönetmesine izin verilmemesini hiçbir zaman kabul etmedi. Ancak 15 Temmuz’da sadece sandıkta değil, canını da ortaya koyarak vesayetçilere meydan okudu. Ülkeyi bizzat kendi elleriyle yeniden kurtardı. Meclis’i, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni, Genelkurmay Başkanlığı’nı kurtaran bu millet “Bu ülkeyi ben yöneteceğim” dedi. Bugünkü siyasi irade de bunu kendine en önemli ilke olarak kabul etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbe gecesi “Milletin gücünün üstünde bir güç tanımadım ben bugüne kadar” söylemi tüm meselenin özetidir aslında. Menderes’in “Yeter söz milletindir” ilkesinin çok açık bir devamıdır.

94 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel sorununun, yaşanan tüm bu gerilimlerin, darbelerin, krizlerin ve müdahalelerin nedeni çok açık. Millet demokrasi istiyor. Demokrasi tanımının tam anlamıyla hayata geçirilmesini istiyor. Yani, kendi seçtiği siyasetçilerin ülkeyi yönetmesini istiyor. Vesayetçi odaklar ise halkın seçtiklerini değil, kendi belirledikleri ve dolayısıyla kendi kontrolünde olanların ülkeyi yönetmesini istiyor.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi çok açık ki bu sorunu ortadan kaldıracak. Halkın seçtiği irade, ülkeyi yönetecek. Hükümet kurma süreçlerinde, koalisyon ortaklarının hangi partiler arasında olacağının kararında, bakanların belirlenme süreçlerinde artık vesayet odaklarının, askerlerin, sermaye gruplarının ve medyanın rolü olmayacak. Sandıktan çıkan, ertesi gün ülkeyi yönetmeye hak kazanacak. Etkiye açık hükümetlerin olmadığı, tek etkinin halktan gelebildiği bir siyasal sistemi hak ediyor Türkiye. Demokrasi mücadelemizi yeterince verdik. Asılan başbakanlarımıza, her defasında ayaklar altına alınmaya çalışılan seçtiklerimize ve en son 15 Temmuz’da verdiğimiz şehitlerimize bir borcumuz var.

[email protected]