Yeni diaspora ve Türkiye’nin milli güvenliği

Dr. Necati Anaz / İstanbul Üniversitesi
2.09.2017

Türkiye, kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş FETÖ’nün bir taraftan vücuttan temizlenmesi ile uğraşırken diğer taraftan da yurt dışına kaçan mensuplarının oluşturduğu kült diaspora yapısıyla etkin mücadele etmek zorundadır. Ancak bu mücadele uluslararası kamuoyunun anladığı dilden ve stratejik tanımlamalar üzerinden yapılmalıdır.


Yeni diaspora ve Türkiye’nin milli güvenliği

Türkiye uzun bir süredir yurt dışında örgütlenmesini tamamlamış ırkçı ve ideolojik diaspora yapılanmalarının hedefinde kalmış bir ülkedir. Bu yapılanmalar uluslararası konjektürün yarattığı kritik zamanlarda faaliyete geçerek Türkiye için bölgesel ve küresel düzlemde ayak bağı olmuştur. Ancak 17-25 Aralık gelişmelerinden sonra ayrı bir kategoride irdelenmesi gereken yeni bir diaspora ortaya çıkmıştır. Bu grup diğer etnik ve ideolojik yapılanmalardan farklı olarak Türkiye’nin en hassas bilgilerine sahip, organize ve grup narsizmi modülünde varlığını sadece grubun ve liderinin bekasına feda edebilecek bir yapılanma olarak doğmuştur. Bu bağlamda  bu diaspora Türkiye devleti için ontolojik bir tehdit olurken bu grubun etkinlik alanının sınırlandırılması sürdürülebilinir bir mücadele stratejinin de varlığını zorunlu kılmıştır. Bu yazı bu minvalde muhatap olunan yeni diasporanın tanımlanmasını yapmakla beraber bu yeni tehlikeyle uluslararası arenada mücadelenin kodlarına dair de birkaç fikir paylaşmaktadır.

Türkiye 2. Dünya Savaşı sonrası yurt dışına geçici işçi göçü kapsamında çok sayıda vatandaşını göndermiştir. Bu grup Türkiye’nin Latin Amerika’ya giden ‘Türkolar’ ve 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında göç etmek zorunda kalan azınlıklardan sonra yurt dışına giden en kalabalık göçmen hareketliliği olarak kabul edilir. Daha sonra özellikle 1980 darbesi ve ardından Güney Doğu Anadolu bölgesinde ‘derin devletin’ tahrifatları neticesinde 1990’larda şahit olduğumuz kırsaldan kentlere ve kentlerden de yurt dışına devam eden göç dalgası Türkiye’nin diasporasının temelini oluşturmuştur. Türkiye’nin yaşadığı bu demografik ve politik kırılmalar sonuç olarak keskinleşen ve zamanla kimliksel dönüşümlere uğramış, örgütlü bir diaspora yaratmıştır. Türkiye bu diaspora gruplarının kökleşmesinde ve örgütlenmesinde hiçbir şekilde yönlendirici rol alamamıştır. Örneğin, işçi göçü neticesinde özellikle Avrupa hinterlandında kökleşen işçi diasporasına müstehcen ve romantik içerikleriyle gurbetçi sineması servis etmenin ötesinde pek bir şey sunamamıştır. Bu durum doğu bölgesinden giden grupların sol/Alevi/Kürt (toptancı bir tanımlama değildir) kimlikçi dayanışmasıyla kemikleşmesini sağlarken bu ayrılıkçı/ideolojik diasporanın Türkiye’nin terörle mücadelesinde de en dayanıklı muhalif yapı olarak ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Bu grup terörün operasyonlarına finansal destek sunmakla beraber insan kaynakları temini ve PKK’nın farklı sivil toplum kuruluşları etiketinde Avrupa nezdinde meşrulaştırılmasına kadar önemli görevler de üstlenmiştir. Bunun yanına Türk diplomatlarını ve vatandaşlarını hedef alan ASALA terör örgütünü ve örgütün arkasındaki Ermeni diasporasını da katarsak Türkiye uzun bir süre yurt dışında savunmada kalmış ve enerjisini bu örgütlerin yıkıcı propogandalarını nötralize etmek için harcamıştır.

FETÖ’ye dışarıda baskı

Fakat Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit eden en yeni diaspora son kırk yılda devlet kademelerine sızan örgütlü yapısıyla Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olmuştur. Bu örgüt küresel ağları ve yerel yapılanması itibariyle emsalsiz ilişkilere ve mensubu meczuba, meczubu da tetikçiye dönüştürecek pedagojik yeteneğe sahiptir. Bu yönüyle örgüt hakkında çok şey yazılmıştır ancak örgütün bir potansiyel olarak Türkiye’nin milli güvenliğini sınır ötesinden tehdit yeteneği ve örgütün uluslararası kamuoyunu etkileme potansiyeli hakkında çok az şey kaleme alınmıştır. Bu bize önceliğin örgütün Türkiye yapılanması olduğunu gösterirken aslında FETÖ’yle sınırlarımız dışında nasıl mücadele edileceğine dair net bir yol haritasının olmadığını da söylemektedir. Peki işe önce nereden başlanmalıdır?

Evvelinde FETÖ’nün sınırlarımız dışında ne anlama geldiği ve muhataplar karşısında anlaşılır bir tanımlamanın nasıl yapılması gerektiği konusu önem arzetmektedir. Eğer kavramsal olarak yabancı muhataplarda karşılığı olmayan tanımlar üzerinden FETÖ’yle mücadele söylemleri geliştirilirse bu yolda fazla mesafe alınamayacak demektir. Örneğin, Almanya ve ABD gibi 15 Temmuz darbe girişiminin ardında Fetullahçı Terör Örgütü’nün olduğunu henüz kabul etmeyen ülkelerle FETÖ mücadelesi ‘terör’ söylemi üzerinden yürütülmesi zor olacaktır. FETÖ’yü yabancı muhatapların anlaması ancak kendi sosyolojik temellerinde karşılığı olan bir tanımlamayla mümkün olabilir. Bu tanımlama şöyle yapılabilir: FETÖ, grup menfaatini ve liderini her şeyin önünde ve üstünde tutan, ‘beni’ ‘bizde’ yok eden ve amaçları uğruna her aracı ve her nevi şiddeti tüm ölümcüllüğü ile mubah gören bir ‘kült’ yapıdır. Hatırlanacağı üzere darbe girişiminin hemen akabinde Huffington Post gazetesinde eski CIA mensubu ve FETÖ’nün ABD hamisi Graham Fuller bir makale kaleme almıştı. Bu yazıda Fuller FETÖ’nun bir ‘kült’ yapılanması olamayacağını bu grubun referanslarını Sufizm’den alan ve İslam dünyasında mayası en sağlam cemaatlerden biri olduğunu ifade etmekteydi. Yazı aslında apar topar ABD kamuoyuna Gülen hareketinin halkın aşina olduğu kült yapılanmasıyla alakalı olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Fuller de çok iyi biliyordu ki ‘kült’ yapılar Batı toplumunun hafızasında liderlik ve grup nihilizmi zemininde büyülenmiş bir ölüm tarikatını canlandırmaktaydı. Böyle bir kavramsal kodlamayla bu terörist aşırılıkçı hareket hiçbir koşulda meşrulaştırıcı ortam bulamayacak ve Batı toplumlarının zihin dünyasında kötücül narsist bir grup olmaktan öteye geçemeyecekti. Böylece uluslararası kamuoyunda FETÖ’yü şiddeti her platformda meşru gören bir ‘kült’ yapılanması olarak tanımlamak sadece FETÖ’nün operasyonlarını sınırlandırmayacak onu kriminalize edecek ilk adım olacaktır. Aksi takdirde ‘diyalog’, ‘barış’, ‘hoşgörü’ ve ‘sufizm’ gibi evrensel değerlerle kendini kodlayan bir terör örgütüyle mücadele hayli müşkül olacaktır. Dolayısıyla örgütün diğer kült örgütleriyle benzerlikleri öne çıkartılarak dünya kamuoyunda örgütün ifşası Türkiye’nin işini kolaylaştıracaktır. Örneğin Almanya’da ‘Moon’ kültü, Sahraaltı Afrikasında ‘On Emir’ örgütü, uzak Asya’da ‘Aum Shinrikyo’, Kuzey Amerika’da ise FETÖ’ün mesiyanik örgütlenmesi ve Davidiyanlara benzerliğinin altı çizilebilinir.    

Stratejik pazarlık konusu

İkincisi, FETÖ ile mücadele 1980’ler ve sonrasında PKK ile yapılan mücadele yöntemleri üzerinden yapılmamalıdır. Bilinmelidir ki dünya kamuoyunda PKK terörünün meşruiyet zemini ile Türkiye’nin Kürtlerinin sosyal, siyasal ve kültürel sorunları hızlıca iç içe geçmekte ve öldürülen PKK mensupları Avrupa kamuoyunda birden “öldürülen Kürtlere” dönüşüvermektedir. Bu nedenle Türkiye nasıl ki PKK’nın uluslararası kamuoyunda bir terör örgütü olduğu kabulünden terörle mücadelesini yürütüyorsa FETÖ ile mücadelesini de 15 Temmuz darbe girişiminde bir Sufi postulasında Fetih suresi okuyarak kan dökebilen bir ‘kült’ yapıyla mücadele üzerinden yürütmelidir. Bu durumda FETÖ ile mücadele Türkiye’de ne insan haklarının ortadan kaldırılması ne de demokrasinin sınırlarının daraltılması meselesi olarak yansıtılmayacaktır. Meseleye kitlesel suikastlara ve terörizme grup narsizmi temelinde meşruluk katan ulus üstü bir kült yapının bertaraf edilmesi olarak bakılacaktır.

Bir diğer husus ise FETÖ’nün yurt dışındaki alanının FETÖ’nün yöntemleriyle daraltılması meselesidir. FETÖ kendisini beynelmilel/hümanist bir hareket olarak tanımlamaktadır ve kurumsallaşmasını da bu söylem üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu çerçevede FETÖ hayatın her alanında varlık göstermekte ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde toplumsal ihtiyaçların karşılanması manasında etkin bir faaliyet yürütmektedir. Dolayısıyla FETÖ ile mücadelenin bir ayağı da daima sivil ve örgütlü olmalıdır. Ayrıca FETÖ’nün işçi diasporası ile ilişkisi kesilmeli ve bu kült örgüt her coğrafyada marjinalleştirilmelidir. Örneğin Latin Amerika ve Güney Afrika gibi bölgelerde FETÖ’nün İsrail ile organik bağlantıları öne çıkartılarak örgütün bu coğrafyanın insanından topladığı haksız teveccühün etkisi azaltılabilir ve örgütün hassas konulardan nemalanmasının önü kesilebilinir.

Bölgesel dizayn aracı

Bir başka altı çizilmesi gereken mevzu ise Soğuk Savaş sonrası küresel jeopolitik rekabetin temel dinamitlerinden FETÖ tarzı yerel örgütlerin bölgelerin dizaynında kullanışlı bir enstrümana dönüşmüş olmasıdır. Örneğin İran, devrim sonrası yurt dışına çıkan diasporası üzerinden şekillendirilmeye çalışılırken bir başka coğrafyada Sri Lanka uzun bir süre Tamil ayrılıkçılarının uluslararası lobisiyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Hindistan’ın da desteğiyle Sri Lanka ancak yaptığı ikili markajlar ve stratejik kamu diplomasisiyle Tamil lobisini 11 Eylül sonrası terörle mücadele dalgasını da arkasına alarak pasifize etmeyi başarmış ve Tamil Kaplanlarına karşı stratejik bir üstünlük sağlamıştır. Türkiye de benzer bir strateji izleyerek FETÖ nüfuzunun güçlü olduğu ülkelerde girişimlerde bulunarak örgütün küresel bir tehdit olduğunu muhataplarına diplomatik yollardan ifade etmelidir, hatta stratejik pazarlıkların konusu dahi yapılmalıdır. Elbette Türkiye bunu teamüllerinin ötesine geçemeyen sefirlikleri üzerinden yapmamalıdır. Yerel dinamikleri iyi bilen bir kadronun sahaya sürülmesi akıllıca olacaktır.   

Özetle şunu ifade edebiliriz ki Türkiye konvansiyonel tanımlamalarla FETÖ’yle uluslararası alanda mücadele etmekte zorlanmaktadır. Türkiye, kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş bu virüsün bir taraftan vücuttan temizlenmesi ile uğraşırken diğer taraftan da yurt dışına kaçan FETÖ mensuplarının oluşturduğu kült diaspora yapısıyla etkin mücadele etmek zorundadır. Ancak bu mücadele uluslararası kamuoyunun anladığı dilden ve stratejik tanımlamalar üzerinden yapılmalıdır.

[email protected]