Yeni Ortadoğu kurgusu ve Suudi Arabistan

İsmail Akdoğan / Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü
18.11.2017

Nasıl ki İran, Obama döneminde ortaya çıkan bölgesel şartları fırsata çevirerek saldırgan ve yayılmacı politikalar izlediyse, aynı şekilde Suudi Arabistan da Trump yönetimi altında İran’ın hizaya çekilmesi ve hatta kuşatılması amacıyla saldırgan politikalar izlemeye yöneldi. Mayıs ayında patlak veren ve henüz bir çözüme kavuşturulamayan Körfez Krizi, yeni bölgesel denklemin ilk pratik sonucuydu.


Yeni Ortadoğu kurgusu  ve Suudi Arabistan

Son birkaç aydan bu yana Orta Doğu’da yaşanan gelişmeler, yalnızca bölgesel ölçekte değil, aynı zamanda yerel ve küresel ölçekte de yansımaları bünyesinde barındıran bir niteliğe sahiptir. Meydana gelen bu gelişmeler, bir süredir gerilimin hakim olduğu bölgesel siyasi iklimi daha da içinden çıkılmaz bir boyuta taşımaktadır. Dolayısıyla mevcut Orta Doğu bölgesel denklemi, önüne geçilmediği takdirde, bölgesel ölçekte yaşanacak bir savaşın patlak vereceği dinamikleri ihtiva etmektedir. Tüm bu yaşanan gelişmeleri, aslında yeniden kurgulanmaya çalışılan bölgesel düzenin bir tezahürü olarak görmek gerekiyor. Tam da bu noktada yeni bölgesel düzen inşası sürecine bakıldığında planlama ve uygulama aşamasında hiç kuşkusuz ABD ve onun bölgesel müttefiki Suudi Arabistan’ın merkezi rol oynadığı görülmektedir. Özellikle beliren bu yeni bölgesel konjonktür, Suudi Arabistan’ın hem bölgesel politikaları ve dış politika davranışları hem de iç siyasi dengeleri üzerinde önemli etkiler doğurmaktadır.

Yeni bölgesel denklem

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve hemen ardından 1990-91’de Körfez Savaşı’yla birlikte Orta Doğu’da “dışarıdan dengeleyici” bir güç olarak ABD’nin merkezi rol üstlendiği bir bölgesel güvenlik düzeni inşa edildi. Bu güvenlik düzeni, saldırgan davranışlar sergileyen ve bölgesel güç dengesini kendi lehine değiştirme teşebbüsünde bulunan herhangi bir bölge devletinin ABD’nin bölgedeki askeri varlığıyla caydırılması ya da cezalandırılması anlamına geliyordu. Bu nedenle de bölgesel güvenlik ve istikrar, ilgili güç dengesinin varlığını sür-dürmesine dayanıyordu. 2009 Barak Obama yönetimine kadar Amerikan yönetimleri bu stratejiyi sürdürmeye çalıştılar. ABD’nin doğru-dan kontrol ettiği bölgesel güç dengesinin kendi ulusal güvenlik stratejisiyle örtüştüğünü düşünen Riyad ise Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’yle stratejik ortaklığını sürdürdü.  

Ancak, Obama yönetimiyle birlikte ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik takip ettiği güvenlik stratejisi gözden geçirildi. ABD’nin bölgesel gü-venlik düzenine doğrudan müdahil olması mantığı üzerine inşa edilen güvenlik stratejisinin kendisine ağır siyasi, ekonomik ve toplumsal maliyetler yüklediğinin farkına varan yeni Washington yönetimi, bunda değişikliğe gitti. 2010 yılının ikinci yarısında uygulamaya konulan “geriden idare” stratejisi uyarınca, bundan sonra ABD, bölgesel güç dengesinin ve güvenlik düzeninin koruyuculuğu sorumluluğunu daha çok bölgesel müttefiklerine yüklemeye başladı. Bu yeni durum, Orta Doğu denkleminde güç ve güvenlik boşluğu ortaya çıkardı. Söz konusu güç boşluğunu kendi lehlerine doldurmak üzere Suudi Arabistan, İran ve Türkiye gibi bölgesel güçler arasında rekabet baş gösterdi. Özellikle önceki güç dengesi altında kendisini kuşatılmış hisseden İran, derhal bu güç boşluğunu değerlendirip kendini güvende hissedeceği bir düzen inşa etmeye yöneldi. Bunun tersine önceki güç dengesinde kendini güvende hisseden Suudi Arabistan’ın ise bu süreçte güvenlik kaygıları had safhaya çıktı. İran’ın yayılmacı politikaları karşısında yalnız kalan Suudi Arabistan’ın ABD ile olan gele-neksel stratejik ortaklığı da büyük yara aldı.    

Ocak 2017’de göreve başlayan Donald Trump yönetimi bu durumu tersine çevirdi. Trump yönetimi, bölgedeki geleneksel müttefikleriy-le yeni bir bölgesel düzen inşa etmeye çabalamaktadır. Bunu, Suudi Arabistan, İsrail ve Mısır gibi bölgedeki geleneksel müttefikleriyle yeniden stratejik ortaklığını canlandırarak hayata geçirmeyi planlıyor. Göreve geldikten sonra Mayıs ayında Trump’ın ilk yurt dışı ziyare-tini Suudi Arabistan’a yapması, Riyad’daki temasları sırasında başta Mısır olmak üzere diğer bölge ülkelerinin liderleriyle zirve yapması ve buradan İsrail’e geçmesi bu kapsamda okunmalıdır. Trump’ın katılımıyla Suudi Arabistan’da gerçekleştirilen Riyad Zirvesi’nde İran’ın bölgesel istikrarı zedeleyen saldırgan davranışlarının önüne geçilmesi ve “radikal İslami” gruplarla mücadele edilmesi olmak üzere iki temel amaç tanımlaması yapıldı. Bunun ardından Beyaz Saray, Ekim ayında yayınladığı Orta Doğu’ya ilişkin yeni güvenlik stratejisi belgesinde İran’ın davranışlarının bölgesel istikrarsızlığa yol açtığı ve Suudi Arabistan’la stratejik ortaklığın yeniden canlandırılacağı üze-rinde duruldu.

İran’ı kuşatma hareketi

Tutum ve davranışlarıyla yeniden bölge siyasetinde merkezi bir rol üstlenme işaretleri veren ABD, yeni bölgesel düzende Suudi Arabis-tan’a ayrıcalıklı bir konum atfetmektedir. Diğer bir ifadeyle, İran’ın artan etkinliğinin sona erdirilmesi noktasında Washington ile Riyad arasında yeni bir stratejik ittifak kurulmuş bulunmaktadır. Riyad yönetiminin taleplerine rağmen Obama döneminde ertelenen, ancak bu yılın Mayıs ayında iki ülke arasında imzalanan 110 milyar dolar değerindeki silah anlaşması yeni konjonktürün samut yansımalarından biriydi. Nasıl ki, İran Obama döneminde ortaya çıkan bölgesel şartları fırsata çevirerek saldırgan ve yayılmacı politikalar izlediyse, aynı şekilde Suudi Arabistan da Trump yönetimi altında İran’ın hizaya çekilmesi ve hatta kuşatılması amacıyla saldırgan politikalar izlemeye yöneldi. Mayıs ayında patlak veren ve henüz bir çözüme kavuşturulamayan Körfez Krizi, yeni bölgesel denklemin ilk pratik sonucuydu. Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap ülkelerinin, bir devletin egemenlik hakkı doğrultusunda kabul etmesinin söz konusu olamayacağı talepleri Katar’ın önüne koyarak abluka kararı almaları, yeni dönemde bölge siyasetinin ne denli sert işleyeceğine işaret ediyordu. Ka-tar’a yönelik uygulanan ablukanın amacı, Riyad Zirvesi’nin ruhuna uygun bir şekilde, hem İran’ın bölgesel nüfuzunu geriletmeye hem de İhvan ve Hizbullah benzeri İslami hareketlerin belini kırmaya dönük bir hamleydi. Suudi yönetiminin geçtiğimiz Ekim ayında ortaya koyduğu “Ilımlı İslam” projesi de İran ve İslami hareketleri kuşatmanın ideolojik alt yapısını oluşturmaya dönük bir amacın ürünüydü.

4 Kasım’da Lübnan Başbakanı Hariri’nin istifa kararı alması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. İstifa eylemi; mekân, zaman ve muh-teva bakımından bir okumaya tabi tutulduğunda, Suudi Arabistan-İran bölgesel rekabetinin bir uzantısı olduğu gözlerden kaçmamakta-dır. Her şeyden önce mekân açısından bakıldığındaHariri’nin Riyad’da istifa etmesi Suudi yönetimi ile Hariri arasındaki güçlü bağları tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekte ve Suudi Arabistan’ın Lübnan iç siyasi dengeleri üzerindeki etkisini kanıtlamaktadır. İkinci olarak, zamanlama açısından bakıldığında istifa kararı, Suudi Arabistan ve ABD’nin bölgeye yeni bir düzen vermeye çalıştığı bir dönemde ger-çekleşti. Son olarak, muhteva açısından değerlendirildiğinde, İran’ın Lübnan ve diğer bölge ülkelerinin içişlerine müdahil olması ve Hiz-bullah’ın “devlet içinde devlet” olduğu ve bu nedenle ülkenin yönetilemez bir hal alması, istifaya gerekçe olarak gösterildi. Tüm bunlar dikkate alındığında Hariri’nin istifası, Suudi Arabistan’ın İran’ı tüm bölgesel sorunların müsebbibi olarak sunmasına katkı yapmakla birlik-te, İran’a yönelik alınacak siyasi, ekonomik ve hatta askeri tedbirlerin meşruiyet zeminini oluşturuyor. ABD’nin siyasi ve askeri desteğini arkasına almış olan Suudi Arabistan’ın İran’a yönelik daha saldırgan politikalar izleyeceğinin işaretleri Yemen krizinde de görülmektedir. 4 Kasım’da İran destekli Husilerin Yemen’den Suudi Arabistan’a balistik füze saldırısı düzenlemeleri Riyad-Tahran hattında gerilimi tır-mandıran diğer bir gelişme oldu. Riyad yönetimi bu saldırıdan İran’ı sorumlu tuttu. Suudi yetkililerin yaptıkları açıklamalarda İran’ın Suudi Arabistan’a yönelik açık bir askeri saldırganlık içerisinde hareket ettiği, bu saldırının “savaş sebebi” sayıldığı ve BM’nin 51. maddesi uya-rınca “uygun zamanda gerekli yanıtın” verileceği belirtildi. 

Bölgesel ölçekte tüm bunlar yaşanırken, Suudi Arabistan iç politikasında da son derece önemli gelişmelere tanık olunmaktadır. Ocak 2015’te Kral Abdullah’ın ölümüyle tahta oturan Kral Selman, o günden bu yana yayınladığı kraliyet kararnameleriyle, ülke tarihinde eşine az rastlanır kararlar aldı. Örneğin Nisan 2015’te Veliaht Mukrin’i görevden alarak yeğeni Muhammed bin Nayif’i veliaht, oğlu Muhamed bin Selman’ı ise ikinci veliaht olarak atadı. Haziran 2017’de ise Veliaht Nayif’i görevden alarak oğlu Selman’ı kendine veliaht olarak atadı. Son olarak, 4 Kasım’da Kral Selman yayınladığı kraliyet kararnamesiyle yeni bir hamle yaparak özel yetkilerle donatılmış Yolsuz-lukla Mücadele Komisyonu kurdu ve Veliaht Selman’ı da bu komisyona başkan atadı.Veliaht Selman başkanlığında derhal harekete geçen komisyon, 5 Kasım’da yolsuzluk soruşturması kapsamında aralarında bakanlar, prensler ve büyük işadamlarının olduğu 38 kişi hakkında gözaltı kararı verdi.

Ülkede yaşanan yolsuzluk soruşturmasını, sıradan bir yargı meselesi olmanın ötesinde, Veliaht Selman’ın iç ve dış politika uygulamala-rına ve yakın gelecekte tahta oturmasına muhalefet eden ya da etmesi muhtemel olan üçüncü kuşak hanedan üyelerine yönelik bir tasfiye operasyonu şeklinde okumak mümkündür. Bir bakıma yargı eliyle iç siyasi denklem yeniden kurgulanıyor. Trump yönetimi ise kurmayı düşündüğü bölgesel denklemde Veliaht Selman kontrolündeki Suudi Arabistan’a biçtiği “rol” çerçevesinde içerideki tasfiye politikasına açık destek veriyor. Veliaht Selman’ın tahta geçmesi yahut ülke yönetimi üzerinde fiili kontrol sağlaması,mevcut Washing-ton yönetiminin bölgesel menfaatleriyle paralellik göstermektedir.Veliaht Selman, İran’ın dizginlenmesi ve aşırıcılık adı altında İslami hareketlerin zayıflatılması olmak üzere Trump yönetiminin iki temel önceliğinin hayata geçirilmesi sürecinde işlevsel bir lider olarak görülmektedir. 

[email protected]