Yeni Türkiye'nin küreselleşme seçeneği

Ali K. Metin / Yazar, Şair
7.07.2018

Batı medeniyetinin ve modernleşme süreçlerinin isterleri hilafına, Türkiye küresel sisteme karşı alternatif bir gücün, bir medeniyet tasavvuru ve oluşumunun öznesi/öncüsü olabilecek midir sorusu belirleyici niteliktedir. Yeni Türkiye, bir taraftan küresel sistem içindeki yükseliş trendini devam ettirebilir, ettirmesi kaçınılmaz olabilir, lakin öbür taraftan alternatif bir sistem arayışının kararlı öznesi olma yolunda ciddi bir performansı da göstermek zorundadır.


Yeni Türkiye'nin küreselleşme seçeneği

Türkiye’nin dünyanın geleceğini belirlemede bir yeri olabilecek midir? Hakim küresel sistem karşısındaki güçler hiyerarşisine bakaraktan, birileri böyle bir sorunun yersiz hatta irrasyonel olduğunu söylemekten eminim geri kalmayacaktır. Yüz, yüz elli yıl kadar önce önümüze konulan muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefi, halen Türkiye’nin geleceği adına söz söyleme ehliyetini kendisinde gören önemli bir kesimin zihin ve ruh dünyasını belirlemeye devam ediyor. Sadece liberal ve sol kesimler değil, muhafazakar toplum kesimleri için de durum aşağı yukarı böyle. Modernleşme tahayyülü, eni konu Batı medeniyetinin izlediği güzergahın tayin edici kodlarıyla biçim almaktadır. Küresel sistem karşısındaki reaksiyoner tutum ve söylemlerse sistemin rehabilitasyonundan öteye bir talep ve perspektifi dile getirmekten epeyi uzaktır. Brzezinski’nin tabiriyle “büyük satranç tahtası”nda cari olan kurallar küresel güçler arasındaki hakimiyet/güç ilişkileri yanı sıra Batı medeniyetinin kurum ve değerleriyle mücessemdir. Gerek kuralları gerekse bizatihi oyunun kendisini değiştirmeye yönelik bir irade ve inisiyatif ortaya koyup koymamak, 21. yüzyıl dünyasının temel sorunsalı haline gelebilecek midir, kestirmek pek mümkün değil.

İçe kapanma lüksümüz yok

Fakat bildiğimiz, şu gerçek önümüzde bütün kesinliği ve acımasızlığıyla durmakta: Yaşadığımız dünyanın maddi, siyasi ve kültürel koşullarından izole edilerek gettolaşmış bir ülke haline gelmemizin imkanı yoktur. Türkiye hem jeopolitik konumu hem de sosyo-kültürel yapısı itibariyle içe kapanma lüksü ve olanağı olmayan bir ülke profiline sahip. İçe kapanarak değil, ya küresel sistemle çatışarak ya da sisteme entegre olarak kendi varlık ve istikbalini tayin edecektir.

Türkiye’deki siyasi irade ve süreç, yüzyılın aşağı yukarı ilk çeyreği itibariyle her iki yönde bazı gelişmelerin emarelerini verdi. Bir taraftan sisteme entegre olma yolunda önemli adımlar atılırken, diğer taraftan sistemi sorgulamaya yönelik bir hassasiyet ve çaba da ortaya kondu. Küresel sistem içinde etkin bir rol alma mücadelesi vermekle kalınmadı, aynı zamanda oyunun kuralları ve güçler hiyerarşisine yönelik ahlaki bir şüphe de dillendirildi. Ancak mesele, yapılan bu sorgulamanın oyunun kurallarından öteye muhtevasına yönelik bir boyut kazanıp kazanamayacağında yatmaktadır. Başka deyişle, Batı medeniyetinin ve modernleşme süreçlerinin isterleri hilafına, Türkiye küresel sisteme karşı alternatif bir gücün, bir medeniyet tasavvuru ve oluşumunun öznesi/öncüsü olabilecek midir sorusu belirleyici niteliktedir. Mevcut siyasi konjonktür ve söylemler üzerinden bakıldığında, bunun, bugün bir hayli tali, ikincil nitelikte bir sorun konumuna düştüğünü söylemek yanlış olmaz. 24 Haziran öncesi dillendirilen seçim manifestosunu bir kriter olarak almak gerekirse, görünen o ki, Türkiye küresel sistem içerisinde etkin ve güçlü bir konuma gelmeyi, aynı zamanda muasır medeniyet seviyesine yükselmeyi belli başlı hedefler olarak önüne koymuş bulunuyor. Muhafazakarlık kavramının düşünsel sınırları da burada esas olarak kültürel kimlikle çerçevelenmiş bir anlam halitasıyla kendisini göstermekte. Dolayısıyla kültürel kimlik isterleriyle temellendirilen muhafazakar siyaset, küresel sistemin özüne ve/veya ahlaki temelleri ve değerlerine dair genel, kuşatıcı bir sorgulamayı teğet geçme ihtimalini kendisinde fazlasıyla barındırıyor.

Muhafazakarlık, modernleşmeci küresel-neoliberal sistemin kullanışlı bir aparatı olarak bugün işlevsel bir öneme sahip. Bu manada muhafazakarlığın oynadığı ideolojik rol üzerine bilhassa kafa yormak gerekiyor. 21. yüzyılın Yeni Türkiye’sini inşa etmek bakımından siyasi iradenin muhafazakarlıkla ciddi bir hesaplaşmayı yapma zamanı yavaş yavaş gelmiş bulunuyor. Muhafazakar siyaseti, içerdiği kültürel kodlara yabancılaştırmamak kaydıyla daha değişimci bir perspektife doğru evirmek mümkün. Buysa hiç şüphesiz gerek entelektüel gerekse toplumsal düzeyde yaşanacak zihinsel bir dönüşümle realize olacaktır. Siyasetin ihtiyacı olan zihinsel irtifayı sağlayamadığımız takdirde, faturayı siyasal iktidara kesme gibi bir kolaycılığa da hakkımız olamaz. Muhafazakar siyaset geçtiğimiz çeyrek yüzyıla yaklaşan süreç içerisinde işlevini önemli ölçüde yerine getirerek Türkiye’nin zihinsel birikimi ve gücüyle koşut nitelikte siyasal bir tırmanışı, bir tekamülü gerçekleştirdi. Bu açıdan, siyaset-toplum ilişkisine bakarak bugün kendi kültürel, iç dinamikleriyle barışık bir Türkiye realitesinden bahsetmek pekala mümkün. Ancak muhafazakar siyasetin Türkiye’nin 21. yüzyıl vizyonuna artık ayak bağı olabileceğini unutmamak lazım. Yeni Türkiye, bir taraftan küresel sistem içindeki yükseliş trendini devam ettirebilir, ettirmesi kaçınılmaz olabilir, lakin öbür taraftan alternatif bir sistem arayışının kararlı öznesi olma yolunda ciddi bir performansı da göstermek zorundadır. Kendisinin İslamcı olarak tanınmasından rahatsızlık duymayan, dahası özü itibariyle İslamcı damara sahip bir iktidar aklının bu minval kaygı ve beklentileri gayet tabii önemsemesi beklenir. Pratik, reel siyaseti İslamcı hassasiyetler odağında sorgulama ve inşa etmeye yönelik yaklaşım tarzımızın dayanağı en basit ifadesiyle budur. Bugün eğer siyasal iktidarda içkin bir “diriliş” ruhu ve şuurundan söz edeceksek, bunun muhafazakar siyaseti aşan bir devlet ve medeniyet tasavvuruyla ayırt edilir hale gelebileceğini kabul etmek gerekir.

Sırttaki yumurta kefesi

Gücünü milletten alan, ancak milletin anlam ve şuur dünyasında da siyasal, sosyal boyutları itibariyle henüz ne şekil alacağını bilemediğimiz İslam mefkuresi, bütün zaaflarına rağmen bugün iktidar pratiği üzerinden bir mecra ve varoluş arayışıyla zuhur etmektedir. Bunun iktidar aklı ve pratiğinde bütün saflığıyla vaki olduğunu elbette söyleyebilecek durumda değiliz. Reel siyasetin bir handikapı olarak milliyetçiliğe ve pragmatizme verilen tavizlerin İslamcı damarı nasıl, nereye kadar tıkayacağı konusundaki belirsizlikler önümüzdeki süreçte ne kadar giderilebilecektir, bilemeyiz. Ancak bahis konusu belirsizlikler devam etse bile, siyasal iktidarın İslam’la ontolojik bir ilişkiyi gözettiği ve mesele edindiği de yadsınamaz. Bunun yanı sıra, bu ilişkiyi bütün boyutlarıyla derinleştirme ve açımlamaya yönelik “ideolojik” bir iradeye millet iradesinin ne düzeyde sahip çıkacağı ise kritik nitelikteki en önemli belirsizlik unsurudur.

Dolayısıyla siyasal iktidarın sırtında tam anlamıyla bir yumurta kefesinin olduğu aşikar. İslam’la olan ontolojik ilişkinin nasıl bir seyir izleyeceği bir taraftan millet iradesinden alınacak desteğe bağlıyken, diğer taraftan iktidar aklının İslam’ı anlama ve yorumlama biçimiyle ilişkili bir hal alacağı muhakkak. DEAŞ’ın iktidar tarafından tepelenmesini olayın sadece terör boyutuyla açıklamak doğru olmaz. Esas gerekçe terör de olsa, DEAŞ üzerinden bir bakıma İslamcı düşünce ve siyasetin marjlarını belirlemeye yönelik bir inisiyatifin ortaya konulduğu bir gerçek. İslam’la ilgili güncelleme vurgusu da yine aynı inisiyatifin başka bir veçhesi olarak değerlendirilebilir.

Pragmatizm siyasal iktidarın bugün en önemli güç kaynağı haline gelmiş gibi gözüküyor. Ne ki bunun millet iradesini şekillendiren mutlak bir unsur olduğunu söylemeye imkan yok. İslam, her halükarda millet iradesiyle siyasal irade arasındaki rabıtayı kuran başat unsurlardan biri olmaya devam etmekte. Cumhurbaşkanının ağzından İslam’a dair yapılan güncelleme vurgusunu bu açıdan basite almamak icap eder. İslam’la olan ontolojik ilişkinin bir devlet meselesi haline getirilmesi siyasi iradenin gelecek mantalitesi açısından son derece önemli, kritik bir göstergedir. Muhafazakar siyasetin aşılması ve aşındırılmasına yönelik bir talebin dışavurumu diye de görülebilir. Fakat talepten öteye aynı zamanda bir sorunun altını çizmekte olduğu, İslamcı özün toplum, devlet ve medeniyet düzeyindeki tezahürlerine yönelik ilke ve isterlerin somut hale getirilmesi (güncellenmesi) çerçevesinde bir belirsizliğe -çok dolaylı- bir işarette bulunduğu tahmin edilebilir. Değilse bile, mevcut iktidar (devlet) aklının İslamcı fikriyata ve siyasete açık bir duruş sergilemeye elverişli özellikler taşıdığı bilinerek, yapılacak en önemli şeyin reel dünyayla bağdaşır ve ikna edici mahiyette İslamcı, İslamcı olduğu kadar da gerçekçi bir siyasetin ilke, hedef ve projeksiyonunu ortaya koymak olduğu kabul edilmelidir.

İslami açılım  

Türkiye’nin 21. yüzyıl vizyonu küresel sistemin dönüştürülmesine matuf bir irade, iştiyak ve yetenekle kendisini gösterebilecek midir, bunu ilerleyen süreçte daha net göreceğiz. Fakat kültürel, sosyal ve siyasi dinamiklerine bakıldığında, Türkiye’nin bunu olsa olsa dini/İslami asabiye ve değerler üzerinden yapabileceği bir gerçektir denebilir. İslamcılık dışındaki bütün realist ihtimaller, küresel sisteme, dolayısıyla Batı medeniyetine entegrasyonu ikmal edecek bir muhtevayla karakterize olmaktadır. Bu yüzden görünen o ki, Türkiye’nin kaderi İslam’la kurduğu ilişkiyi temayüz ettirmekten geçmektedir. Şöyle veya böyle İslam, küresel sisteme karşı bu topraklardaki tek ve yegane çıkış yolunu oluşturuyor. Millet aklı ve ruhu, koyduğu iradeyle bunu zuhur ettirme yolunda bir dikkati tecessüm ettirmekte. Sosyolojik/kültürel realite (ontoloji), İslamcı siyaset için gereken vasatı temin etmekte direniyor. Ancak entelektüel ve siyasi vizyonla tahkim edilmemiş bir ontolojinin nerede, ne düzeyde tutunabileceği bellidir. Problem de esasen tam buradadır: Kültürel varoluşu evrensel bir tarz-ı siyasetle buluşturmak gerekiyor.

Söz konusu buluşmayı sağlamanın kanaatimce tek bir yolu var: Adalet ve hürriyet davasında İslam dünyasına olsun dünya ülkelerine olsun gerçek anlamıyla bir öncülüğü gerçekleştirmek! İslamcı siyaseti bekleyen büyük görev, dahası üzerine gidilmesi gereken büyük mesele bu. Adalet ve hürriyeti retoriksel bir motto olmaktan öteye taşıyarak neoliberal dünyaya alternatif bir hayat tarzının yapı taşları haline getirebildiği takdirde, İslamcı siyaset, en azından kendi hegemonya alanını oluşturabilecektir. Aksi halde, kültürel muhafazakarlıktan ve millici asabiyeden öteye geçemeyecek, küresel sistem içinde arızi bir çeşitlilik arz etmekle kalacaktır.

[email protected]