Yerli-Milli ittifak ve 28 Şubat davası

Yrd. Doç. Ali Aslan / İbn Haldun Üniversitesi
13.01.2018

1980 darbesine iştirak edenlerin Haziran 2014’te müebbet hapisle cezalandırılması, halen devam etmekte olan 28 Şubat davasında gelinen nokta ve 15 Temmuz darbe girişimi davalarının hızla devam etmesi Türkiye’de demokratikleşme adına çok önemli bir eşiğin aşıldığını göstermektedir. Darbeleri yargılama süreci, ne iddia edildiği gibi bir intikam arayışına ne de mağduriyetlerin giderilmesi ve adaletin tecelli etmesi gibi apolitik bir duruma indirgenebilir. Birbirlerinin karşıtı olan bu süreci apolitik bir biçimde tanımlama girişimleri, ülkede gerçekleşen tarihi yapısal kırılmayı gözden kaçırmaktadır.


Yerli-Milli ittifak ve 28 Şubat davası
Geçtiğimiz hafta Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 96. celsesi görülen 28 Şubat davası, sanıkların esas hakkındaki mütalaaya karşı savunmaları için ek süre verilmesiyle 12-16 Şubat 2018 tarihine ertelenmiş oldu. Bilindiği üzere 21 Aralık 2017’de esas hakkında mütalaasını açıklayan savcı, aralarında zamanın Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir ve emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da bulunduğu 103 sanıktan 60’ı için ağırlaştırılmış müebbet cezası istemişti. İlk duruşması 2 Eylül 2013 başlayan davada sanıklar Batı Çalışma Grubu adı verilen bir klik oluşturarak, 28 Şubat 1997 post-modern darbe sürecinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren devirmeye, düşür-meye iştirak” ile suçlanmaktaydı. 
 
Dava sürecinin başlamasında, Mayıs 2012’de kurulan TBMM Darbe ve Araştırmaları Komisyonu’nun rolünü gözden kaçırmamak gerekir. Komisyon, 28 Kasım 2012’de çalışmalarını tamamlayarak hazırladığı raporu TBMM Başkanlığı’na sunmuştu. 28 Şubat Alt Komisyonu sonuç raporunda, darbenin ülke ekonomisinde yarattığı devasa zarardan (takriben 290 milyar dolar), toplumsal alanda sebep olduğu yıkıcı etkilerden ve siyaset kurumunda ortaya çıkardığı tahribattan bahsedilmekteydi. Raporun temel eleştirisi, askeri ve sivil bürokrasinin siyaset kurumuna ve genel olarak toplumsal işleyişe yönelik müdahalelerinin ülkeye zarar verdiği şeklindeydi. Buna istinaden rapor sonuç kısmında darbenin izlerinin silinmesi, darbeye sebebiyet veren zihni ve kurumsal yapıların kaldırılması ve demokrasinin güçlendirilmesi gibi teklifler sunuyordu. 
 
Darbe yargılamaları 
 
Daha önce Haziran 2014’te 1980 darbesine iştirak edenlerin müebbet hapisle cezalandırılması, halen devam etmekte olan 28 Şubat davasında gelinen nokta ve 15 Temmuz darbe girişimi davalarının hızla devam etmesi Türkiye’de demokratikleşme adına çok önemli bir eşiğin aşıldığını göstermektedir. Darbeleri yargılama süreci, ne iddia edildiği gibi bir intikam arayışına ne de mağduriyetlerin giderilmesi ve adaletin tecelli etmesi gibi apolitik bir duru-ma indirgenebilir. Birbirlerinin karşıtı olan bu süreci apolitik bir biçimde tanımlama girişimleri, ülkede gerçekleşen tarihi yapısal kırılmayı gözden kaçır-maktadır. 27 Nisan (2007) e-muhtırasının ters tepmesi, 17-25 Aralık (2013) yargı darbesi ve 15 Temmuz (2016) kanlı askeri darbe girişiminin engellenme-sinde görüldüğü üzere, bürokrasi üzerinden siyaset kurumu ve topluma müdahaleler eskisi kadar mümkün olmamakta ve istenen sonuçların elde edilmesi-ni sağlamamaktadır. Aynı zamanda, mevzubahis davaların da gösterdiği gibi askeri ve sivil bürokrasinin müdahale girişimleri eskiden olduğu gibi cezasız kalmamaktadır. Peki, bu tarihi yapısal değişim nedir?  
 
TBMM Darbe ve Araştırmaları Komisyonu’nun sonuç raporunda güçlü bir demokrasinin varlığı için gerekli şartlar şu şekilde ifade edilmekteydi: “Güçlü bir demokrasi, muasır medeniyete ulaşmış dünyada uygulanan evrensel demokratik hukuk normlarının, insan hak ve hürriyetlerinin benimsenmesiyle mümkündür.” Buna göre, güçlü bir demokrasinin varlığının belli “evrensel” ilkelerin uygulamaya konmasına bağlı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Siyaseti ve sosyolojik şartları göz ardı eden bu “öznesiz” soyut-hukuki yaklaşım yanlıştır. Güçlü bir demokrasinin temel varlık şartı, demokratik bir rejim isteyen güçlü bir toplumsal aktörün varlığına bağlıdır. Bu toplumsal aktör olmaksızın demokratik bir rejimin ortaya çıkması da sürdürülmesi de mümkün değildir. Hukuki normlar ancak bu temel şart sağlandıktan sonra bir işleve sahip olabilir. Hukuki normların işlevi ikincildir. 15 Temmuz’da darbe girişimine karşı demokrasiyi korumak adına tankların önüne atlayanlar hukuki normlar ya da bu normları içselleştirmiş rasyonel bireyler değildi. Canı ve malı pahasına darbe girişimini engelleyen, uzunca bir süreçte güçlenerek bir siyasi aktöre dönüşen vatansever geniş halk kesimleriydi. Bu halk kesimlerinin merkezinde de geniş hacmiyle muhafazakâr-dindarlar yer almaktadır.
 

Daha önceki darbe ve muhtıralar başarılı olurken son 10 yılda benzer girişimlerin başarısız olmasının yegâne nedeni muhafazakâr-dindar kesimlerin bir siyasi aktör haline gelmiş olmasıdır. Askeri ve sivil bürokrasinin (özellikle “eski Türkiye”den arta kalan kısmının) millet ve demokrasi alerjisi aynı şekilde devam etmektedir. Uluslararası güçlerin Türkiye siyasetini dizayn etmek noktasındaki istek ve güçlerinde bir azalma söz konusu değildir. Söz konusu olan, bu yeni siyasi aktörün varlığının ülke siyasetinde güç dengelerini değiştirmiş olmasıdır. Artık Türkiye siyaseti, küresel güçler, askeri-sivil bürokrasi, büyük sermaye ve bunlara eklemlenmiş STK, medya ve dar toplumsal kesimlerin keyfine göre dizayn edebileceği bir noktadan uzaklaşmıştır. Bu durum, elbette ülkedeki iktidar mücadelesinin sona ermesi anlamına gelmemektedir. 15 Temmuz sonrasında ülkenin kuşatma altına alınması bu süre-cin halen devam ettiğini göstermektedir. Farklılık, bu mücadelenin sonucunda ortaya çıkan tablodadır. Yerli ve milli toplumsal-siyasi blok, siyaset-dışı dayatmalara tüm gücüyle direnmektedir. 

Oligarşinin restorasyonu

1950’ler iktidarın topluma açılması ve belli siyasi aktörlerce sahiplenilmesi durumunu radikal bir değişime uğratmıştır. Bu durum hiç şüphesiz demokratik bir rejim arayışı içerisindeki geniş halk kitlelerinin önünü açmıştır. İktidar artık bürokrasi ile halk arasında, yani atanmışlar ile seçilmişler arasında paylaşılmaya başlanmıştır. 1950 sonrasında ülke siyaseti bu paylaşım mücadelesince belirlenmiştir. 1960, 1980 ve 1997 darbeleri bürokratik ve sivil bileşenleriyle oligarşik güçlerin topluca hareket ederek iktidarı kıskanç bir şekilde elde tutmaya çalıştığı ve halkın temsilcilerini “gericilik” ve “bölücülük” gibi ithamlarla iktidar alanından kovduğu kritik anlardır. Bu ani darbe hamlelerini, her darbeden sonra oluşturulan ve eskilerine yenileri eklenen vesayet kurumlarıyla iktidarın biraz daha topluma kapatıldığı bürokratik oligarşinin restorasyon süreçleri takip etmiştir. Ancak her ne kadar iktidar alanı peyderpey halka kapatılsa da 1950 öncesine hakim olan iktidarın mutlak bir şekilde bürokratik oligarşi tarafından sahiplenildiği ve tamamıyla topluma kapatıldığı duruma dönülme gereği duyulmamıştır. Bunda, rejimin uluslararası toplumsal meşruiyet ihtiyacının payı olduğu kadar, geniş halk kitlelerinin güç açısından zayıf olmasının oligarşik güçlere vermiş olduğu aldatıcı özgüvenin de etkisi vardır.

İkinci yapısal kırılma, uzunca bir sürece yayılan demokratik halk güçlerinin oligarşi güçleri karşısında sürekli olarak güçlenmesi ve mevzi kazanmasıdır. Taşralı alt ekonomik-kültürel sınıflardan oluşan muhafazakâr-dindar toplumsal çevre, yarım asırlık bir süreçte büyük bir sosyolojik gelişim göstererek şehirlileşmiş ve ekonomik-kültürel açıdan sınıf atlamıştır. Bu sosyolojik dönüşümün neticesi, ülkede azınlıktaki oligarşik güçlerle çoğunluktaki demokra-tik güçler arasındaki maddi ve moral güç dengesinin zamanla değişmiş olmasıdır. Uluslararası ilişkilerle ufak çaplı bir analoji yapacak olursak, ülkede oligarşik yapıların hegemonyasını mümkün kılan tek kutuplu yapı, demokratik güçlerin güç toplamasıyla zamanla çift-kutuplu bir yapıya evrilmiştir. Bu çift-kutupluluk durumu, ülkede 2002’de AK Parti iktidarının kurulmasını mümkün kılmış, daha sonraki süreçte (2002-2010) ise çift-kutuplu yapının daha da konsolide olmasını sağlamıştır.

İktidarı durdurma isteği

2010’da itibaren ise süreç, AK Parti’nin temsil ettiği kutbun peyderpey daha da ağır basarak diğer kutbu eritmesi ve ülkeyi tek kutuplu bir yapıya doğru dönüştürmek için hamleler yapmasıyla belirlenmiştir. Bunun iki büyük göstergesinden biri, daha önce diğer kutupla hareket eden MHP’nin 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sonrasında AK Parti’yle hareket etmeye başlamasıdır. Bürokratik vesayetin tasfiyesi sürecinde “eski” Türkiye devletinin içinin boşalması sonucu MHP, dışarıdan güdümlü FETÖ veya toplumsal kesimlerin temsilcisi konumundaki AK Parti ile devleti yeniden yapılandırmak ve inşa etmek seçimiyle karşı karşıya kalmıştır. CHP’nin 7 Haziran seçimleri sonrasında yaptığı “‘Restorasyon’ koalisyonunun lideri ol” teklifini reddedip 1 Kasım 2015’de seçimlerin yenilenmesi yönünde bir irade koyarak bu zamana kadar beraber hareket ettiği müttefiklerini terk etmiştir. Gerçekten de MHP’nin bu dönemden başlayarak yerli ve milli siyaset zemininde AK Parti ile ittifak kurmaya başlaması ülkedeki güç dengesini ciddi anlamda etkilemiştir. MHP yönetimine karşı eski müttefiklerinin artan aşağılayıcı tavrı ve söylemlerinin gerekçesini MHP’nin vermiş olduğu bu “acıtıcı” kararda aramak gerekir.

Diğeri ise CHP liderliğindeki muhalefetin siyasi mücadelesini ofansif bir şekilde iktidarı ele geçirmek hedefi etrafında şekillendirmek yerine, defan-sif bir şekilde AK Parti iktidarının genişlemesini ve derinleşmesini durdurma ve engelleme üzerine kurmak zorunda kalmış olmasıdır. Zayıflayan kutbun böyle bir siyaset takip etmesi şaşılacak bir durum değildir. Mayıs-Haziran 2013 Gezi ayaklanması bu “iktidarı durdurma” sürecinin miladını oluşturmak-tadır. Gezi ile başlayan süreçte muhalefet açısından “direnmek” ve “hayatı durdurmak” ifadelerinin aşırı derecede kutsal bir görünüm kazanmış olması ve nihilizmin kıyılarına ulaşan çaresizlik ve tepkisellik durumları, ülkede yaşanan bu kapsamlı güç kaymasına verilen reaksiyona işaret etmektedir. Bu nokta-da ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu olması dolayısıyla bir devlet partisi özelliği taşıyan CHP’nin süreçte, devlet-karşıtı bir iç yapılanma, liderlik ve söyleme kaymasını da eklemek gerekir. Yaşanan güç kaybı, CHP’nin toplumdan sonra en sonunda devletten de uzaklaşması sonucunu doğurmuştur.

28 Şubat davasına yönelik muhalefetin sessizliğini de gerçekleşmekte olan güç kaymalarına bağlamak mümkündür. Her ne kadar FETÖ’nün Ergenekon ve Balyoz davaları sürecindeki usulsüzlükleri ve bu sürecin halen devam ettiği gibi bahaneler öne sürülerek, ufak çaplı da olsa 28 Şubat davasını sulandırma girişimleri gerçekleşse de ciddi bir siyasi-toplumsal tepkinin olmadığını görmekteyiz. Bunun en temel sebebinin 28 Şubat da dahil 1960’dan itibaren süregiden darbe süreçlerine destek vermiş “sivil” güçlerin gözlerinin korkmuş olması ve cezai sorumluluktan kaçma ve saklanma siyaseti izlemele-ridir. Güç dengelerindeki değişimler neticesinde artık darbe girişimlerinin cezalandırılabilmesi, darbe girişimlerinin ön saflarında yer alan ve aktif olarak katılan ucuz kahramanların yalnız bırakılmasıyla sonuçlanmaktadır. Aynı durum hiç şüphesiz 15 Temmuz’da kanlı darbe girişimde bulunan FETÖ münte-sipleri için de geçerlidir. “Kurşun askerler” ip altına giderken, “ele başları” konforlu hayatlarına devam etmektedir.

Bundan sonraki süreç, AK Parti ve MHP’nin yerli ve milli siyaset zemininde bir ittifakla Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ülkede konsolide olmasını sağlaması ve iktidarın tamamıyla demokratik güçlerin eline geçmesi yönünde gelişecektir. Bu, ülkenin demokratik bir rejim esasına göre yeniden inşası anlamını taşımaktadır. Halen devam eden uluslararası baskı ve kuşatmalar kırıldıkça, ülke içerisinde eski oligarşik düzenin restorasyonunu arzulayan anti-demokratik güçler de yeni sürece adapte olmak zorunda kalacaktır. Ülkede tam anlamıyla demokratik bir rejimin tesisi, güç ilişkilerinde yaşanan halihazırdaki kaymaların aynı yönde seyretmesiyle, tüm siyasi aktörlerin ortaya çıkacak siyasi şartları, yani yerli ve milli siyaset zeminini kabullenmesi sonucunda gerçekleşecektir. Böylece, bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat süreci ve benzeri siyaset-dışı müdahaleler tarihin karanlığına bir daha geri dönmeyecek şekilde gömülmüş olacaktır.

@AslnAli

Yrd. Doç. Ali Aslan / İbn Haldun Üniversitesi