Zebunkûş Avrupalı bir hak tanır ki kuvvettir

Koray Şerbetçi / Yazar /
17.03.2018

Aslında sadece bu mısra bile Batı uygarlığının özetidir denilebilir. Bu mısrada geçen Zebunkûş kelimesi; düşene vuran, güçsüzü ezen anlamına gelir ki adeta Batı zihniyetinin tomografisi gibidir. Batı aklı Antik Yunan ve Roma’dan beri kuvvetin asaletine inanır ve onu arar. Tersinden düşünürsek Batı için güçsüz olanın da hayat hakkı yoktur. Çanakkale Savaşı için de sorulması gereken asıl soru; Çanakkale’de kimlerin değil hangi zihniyetlerin savaştığı olmalıdır.


Zebunkûş Avrupalı bir hak tanır ki kuvvettir

20. asrın ilk çeyreğinde takvimler 1915’i gösterdiğinde harita üzerinde karanın Ege Denizi’ne doğru ince bir uzantı yaptığı Gelibolu yarım adasında tarihin gördüğü en kanlı muharebelerinden birisinin kıvılcımı parladı. 1916’nın ilk demlerine kadar sürecek muharebeler silsilesi taşıdığı tarihî anlamı bakımından meydana gelmiş öylesine bir silahlı vuruşmadan çok öteydi.

Peki neydi bu muharebeyi önemli kılan? İşte bu sorunun yanıtını bulmak için sorulması gereken asıl soru; Çanakkale’de kimlerin değil hangi zihniyetlerin savaştığı olmalıdır.

Tarihin kadîm zamanlarından 20. asra değin Avrupa ve Asya iklimi pek çok kez karşı karşıya geldi. Batı’nın adı kiminde Makedonyalı İskender, kiminde Haçlılar kimindeyse Kastilya kralı Ferdinand oldu. Bu isimler tarafından Ortadoğu, Kudüs, Endülüs istila edildi. Doğu’nun adı da kiminde Selahattin Eyyubî, kiminde Fatih Sultan Mehmet ve kimindeyse Akka Muhafızı Cezzar Ahmet Paşa oldu. Bu isimler de Batı’nın emperyal düşlerini güneşin doğduğu coğrafyadan söküp attı. Tarih boyunca takvimler ve isimler değişti fakat hesaplaşmanın kendisi değişmedi. İşte bizim Çanakkale Muharebeleri adını verdiğimiz bu çarpışmayı önemli kılan yüklendiği bu tarihsel anlam oldu.

I. Dünya Savaşı’nın başında İngiliz savaş bakanı Lord Kitchener kendinden emin kehanette bulundu. Zira silah istatistikleri masaya serildiğinde Türklerin ilk İngiliz darbesinde dağılacağı öngörüsü akla ve mantığa yatkın görünüyordu.  Bu mantıksal kesinlikle planlar yapıldı ve İngiltere’nin başı çektiği birleşik bir askeri güç, İtilaf Devletleri adına Çanakkale Boğazı’na yüklendi. Böylece kadîm zamanlardan beri süregelen, tarihi Doğu-Batı hesaplaşmasının 20. asra yansımış en kanlı hesaplaşması yeniden başladı.

Aslında karşı karşıya gelen iki dünya, iki zihniyet, iki anlayış, iki dünyayı okuma biçimiydi. Bu anlayışın zihniyet okumasını en vurucu biçimde yansıtan Mehmet Akif Ersoy’un  “Çanakkale Şehitleri” şiiridir.

Akif’in şiirinde yakaladığı bir nokta çok önemlidir.“Zebunkûş Avrupalı bir hak tanır ki kuvvettir” der Akif şiirinde. Aslında sadece bu mısra bile Batı uygarlığının özetidir denilebilir. Bu mısrada geçen Zebunkûş kelimesi; düşene vuran, güçsüzü ezen an-lamına gelir ki adeta Batı zihniyetinin tomografisi gibidir. Batı aklı Antik Yunan ve Roma’dan beri kuvvetin asaletine inanır ve onu arar. Tersinden düşünürsek Batı için güçsüz olanın da hayat hakkı yoktur.

‘İlkellere gaz kullanılmalı’

İşte Çanakkale Muharebeleri’nde teknikle sağladıkları güce yaslanan İngiliz rasyonalitesi askeri harekat başladığında atılacak tüm adımları inceden inceye hesapladı. Ama müstahkem mevki komutanı Albay Cevat Bey’in rüyasında “kef” ve “Vav” harflerini göreceğini, uyanınca bu harflerin ebced değerlerinin toplamının 26 olduğunu bulacağını ve buna dayanarak 26 mayın döşeteceğini asla hesaplayamadı. Ya da Mecidiye tabyasında görevli Seyit isimli Anadolu Türk köylüsü bir onbaşının tabya İngiliz topları ile darmadağın edilmesine rağmen yerinde kalıp yüzlerce kiloluk top mermisini insan gücü ile sırtlanıp topa süreceğini ve birkaç atış yapıp Ocean gibi güzide savaş gemilerinden birini savaş dışı bırakacağını kestiremedi. İşte tam bu nokta her zaman, İngiliz -daha geniş söyleyişle Batı- zihniyetinin en kırılgan noktası oldu. Çünkü Osmanlı ordusunun asker sayısı, mühim-matı, hareket kabiliyeti sadece istatistik olarak hesaplanmıştı “şehitlik” gibi maneviyatın zirvesi bir tutumun Osmanlı askerini nasıl savaşçılar haline getireceği İngiliz tarafından denkleme eklenmedi. Çünkü Müslüman Osmanlı askerinin maneviyatçı duru-şu, Batı aklının yetiştirdiği tarihteki büyük askerlerden birisi olan Napolyon Bonaparte’ın “Tanrı, topçu bataryası güçlü olan ordunun yanındadır!” ifadesiyle, inandığı ilahı bile maddî kuvvete indirgeyen Batı mantığını alt üst etti.

Muharebeler sürerken bir türlü Osmanlı savunmasını aşamayan uygar (!) İngilizler ve ortakları daha da hırçınlaştı. Öyle ki İngiliz Denizcilik Bakanı Churchill, Çanakkale Cephesi’nde tıkanan İngiliz ordusuna Türklere karşı zehirli gaz kullanma izni vermiş, yapılan insanî itirazlara; “Gaz kullanma konusundaki bu hassasiyetinizi anlamıyorum. İlkel kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasına şiddetle taraftarım” diyerek tepki göstermişti. İngilizlerin Osmanlı ordusuna karşı zehirli gaz kullanması 4 Temmuz 1915 tarihli bir Osmanlı askerî raporuna: “Düşman şimal grubunda pârelendikten sonra yeşil bir gaz neşreden şarapnel kullanmıştır” ifadeleriyle yansımıştı.  Savaş muhabiri Ellis Barlett’in Çanakkale Gerçeği adlı hatıratında ise Zığındere’de gördükleri âdeta bir itiraf olarak şöyle satırlara dökülmüştü: “Bir köşede tüfeklerini dizlerinin üzerine koymuş ve birlikte oturmuş yedi Türk askeri vardı. Bunlardan biri, arkadaşının boynuna kollarını dolamış yüzüne tebessüm edercesine bakıyordu. İşte tam bu anda ölüm bu yedi arkadaşı avlamıştı. Bunların tamamı sanki uyuyor gibiydiler. Çünkü bu yedi askerin ancak birinde yara izi gördüm.”

Zihniyetler savaşı

Bu savaş suçu “kişi kendinden bilirmiş” ilkesi gereği İngilizlerde ve Anzaklarda bir korku başlattı. Almanların Türklere zehirli gaz verdiği ve Türklerin bunu kullanacağı söylentisi çıktı. İngiliz komutanlığı askerlere gaz maskesi dağıttı ve kullanma eğitimi verdi. Ama garip bir şekilde askerlerin gaz maskelerini takmadıkları hatta takmak istemedikleri görüldü. Bunun nedeni sorulduğunda aslında tüm bu olanları özetleyen bir cevap alındı İngiliz ve Anzaklardan:  “Türkler dürüst savaşçılardır gaz kullanmazlar.”

Avusturyalı çavuş H. D. Collyer’in yaralanıp Malta’da tedavi görürken Argus gazetesi kendisiyle bir röportaj yapar. Röportajda Anzak çavuş;  “ Bir keresinde bir Türk askeri yaralı ve yürüyemeyen bir askerimizi buldu. Yaralarını temizleyip sardı. Onu kuytu bir yere taşıdı. Arkadaşlarının onu bulması gecikebilir diye de yanına bisküvi ve su bıraktı.” diye yaşanan bir olayı anlatır. Ama bunun yanında Avusturyalı savaş muhabiri C.E.W. Bean 9 Ağustos 1915’te Anzaklarca esir alınan 100 Türk askerinin benzin dökülerek yakıldığına tanık olur ve bunu normal bir savaş hali olarak çekinmeden yazar. Hastanelerin ve hastane gemile-rinin bombalanması, esirlerin öldürülmesi, sivil yerleşimlerin bombalanması, yolcu gemilerine saldırılması İngilizler ve ortakları tarafından rahatlıkla işlenen savaş suçlarıdır. Alman general Liman Von Sanders, Maydos’ta İngilizlerin bilerek mevki hastanesini vurduklarını, pek çok Türk yaralının bu bombardımanda şehit olduğunu yazar. İşin garip tarafıysa bu hastanede esir alınmış ve tedavisi yapılan 25 İngiliz askeri de ölür.

Bir tutam kadar anlatılabilen ve daha onlarcası anlatılabilecek bu vakalar, Çanakkale Muharebeleri’nin askerî bir vuruşmadan öte bir zihniyetler savaşı olduğunun da delilidir. Bu nedenle burada kazanılan bir başka zafer de Müslüman Osmanlı zihninin, Batı’nın uygarlık söyleminin maskesini yırtmasıdır. Zira gücü önceleyen ve maddeci söylemini uygarlık kelimesinin arkasın-da gizlemiş bir barbarlık, Müslüman Türk milleti tarafından bütün dünyaya Çanakkale Muharebeleri’nde aşikâr edilmiştir. O sebepledir ki hem Türk Milleti hem de Batı’nın gadrine uğramış tüm mazlum milletler için Çanakkale ruhu 21. asra uzanmış ve daha ötelere uzanacak bir zihin hali ve kırılma noktasıdır.

@koray_serbetci

 

Kaynaklar

3 Türkiyede Beş Yıl, Liman VonSanders, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

3 Türklerin Genel Karargahında, Paul Schweder, Yeditepe Yayınları.

3 Çanakkale / Savaşanlar Anlatıyor, Naşit Hakkı Uluğ, HamdullahSubhi Tanrıöver, Ruşen Eşref, K. Müllhman, Örgün Yayınevi.

3 Çanakkale Savaşlarının Askeri, siyasi ve sosyal sonuçları, Doç. Dr. Hasan Mert, Türkler Ansiklopedisi, cilt 13

3 Çanakkale Cephesi’nde Duyup Düşündüklerim, Üryanizade Ali Vahid.

Bir köylünün tespiti

Üryanizade Ali Vahid bey, Çanakkale Cephesi’ni görmek üzere Suriye, Filistin ve Lübnan’dan Çanakkale’ye gelen seçkin heyetin mihmandarlığını yapmaktadır. Cephede atlarını ve arabasını orduya veren ve kendisi de gönüllü olarak orduya arabacılık yapan bir köylüyle sohbet eder. Bu temiz Türk köylüsü basit ama derin tespitleriyle Çanakkale ruhunu şöyle özetler: “Âh Efendi neler görmedim ki. Lâkin doğrusunu istersen: Bu sefer millet eyi tuttu işi. Asker de of demedi. Bakarsın ayak dağılmış, darman duman olmuş “Hayla (sür) arkadaş arabayı! Korkma biz dayanırız” derdi. Ne biz de, ne de hayvanlarda dinlenmek var. Hayvancıklarıma torbayı bile yolda takardım. Hem yerler hem giderlerdi. Geceyi gündüze kattık. Dayanmak da olursa bu kadar olur. Efendi! Sen ne dersen de! Asker Balkan muharebesinin öfkesini bu düşmanlardan aldı. Yâhû vuruluyor da: -Of- demiyor bu asker. Usulcacık yanındakinin kulağına: -Ben vuruldum arkadaş- der. Verir silâhını, fişengini yanındakine. Kendi sessiz sadâsız çekilir, ölür de gık demez be!”

Çanakkale Ruhu

Celal Dümtek Çanakkale gazisidir. Savaş sırasında patlayan bir top mermisi sebebiyle iki bacağı dizkapaklarından kesiktir. Kesik yerler meşin kaplıdır. Celal Dümtek kendisiyle mülakat yapan bir araştırmacıya bunun sebebi olarak “çirkin göründüğünden değil, yerde sürünürken acıdığından” der gururla. Zira bu durumdan kendisi hiç üzüntülü değildir. Kahramanlığına karşılık ne maaş ne toprak isteyen Celal Dümtek’in söylediği sözler, Çanakkale ruhunun kelimelerden yapılmış bir abidesi gibidir: “Ben sürüneyim ama milletimin başı göklerde olsun. Milletimin şerefi yüksek dursun. Ne olacaktı yani, ben sağlam bacakla, istilâ edilmiş bir vatanda dolaşacaktım, daha mı iyi idi?”.