CHP-FETO ittifakının anatomisi

Dr. Ali Aslan
17.06.2017

Karşımızda ne Gandhi gibi gücünü milletten alan sahici bir lider ne de millet iradesinde temellenen bir demokrasi hareketi var. Ve dahası, millet iradesini iplemeyen bu eylem için rüzgar arkadan değil karşıdan esiyor.


CHP-FETO ittifakının anatomisi

CHP Milletvekili Enis Berberoğlu “MİT TIR’ları görüntülerinin yayınlanması” davasında suçlu bulunarak 25 yıl hapis cezasına mahkum edildi ve tutuklanarak İstanbul Maltepe Cezaevi’ne konuldu. Berberoğlu “Devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk maksadıyla açıklamak”la yargılanıyordu. Karar sonrası CHP MYK, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında olağanüstü toplandı. Toplantı sonrasında sert bir açıklama yapan Kılıçdaroğlu, kararı protesto amacıyla 15 Haziran günü Ankara Güvenpark’tan İstanbul Maltepe Cezaevi’ne elinde “adalet” yazan pankartla yürüyeceğini belirtti. Tüm parti teşkilatını ve vatandaşları da kendisiyle beraber yürümeye davet etti. Ertesi gün Kılıçdaroğlu ve partililer bu uzun yürüyüş eylemini başlattılar.

İlk bakışta vaka, güç yetiremediği ve adaletinden bir beklentisi kalmadığı iktidara karşı bir sivil itaatsizlik eylemi görüntüsü verme çabasındaydı. Keza sosyal medyada eylem, Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin ikonik eylemlerinden biri olan Gandhi’nin “Tuz yürüyüşü”ne benzetildi. Tuz yürüyüşü sömürgeci İngiltere’nin Hindistan’daki otoritesinin sarsılmasında ve nihayetinde ülkeyi terk etmesinde önemli bir oynamıştı. Eylem özünde Hint toplumunun iradesine ipotek koyan işgalci İngiliz gücünün sökülüp atılmasından ibaretti. Burada dikkat çekici olan CHP’li zihnin bilinçaltında AK Parti’nin halen bir yönüyle dışarıdan gelmiş ve devlete çöreklenmiş işgalci karanlık bir güç olarak kodlanmasının açığa çıkmasıydı. Halbuki Gandhi’nin mücadelesi halkın desteğini arkasına alan bir demokrasi mücadelesiydi ve zamanın ruhunun etkisiyle rüzgar Gandhi’nin arkasından esiyordu. Bu sebeple eylemi başarılı olmuştu.

FETÖ’ye destek yürüyüşü

Kılıçdaroğlu’nun eylemi için aynısını söylemek oldukça zor. Karşımızda ne Gandhi gibi gücünü milletten alan sahici bir lider ne de millet iradesinde temellenen bir demokrasi hareketi var. Ve dahası, millet iradesini iplemeyen bu eylem için rüzgar tam da karşıdan esiyor. Diğer taraftan CHP’nin ana sayfasında paylaşılan bir fotoğraf da dikkat çekiyordu. Anıtkabir’de çekildiği aşikar olan bu fotoğrafta Kılıçdaroğlu önde ve hemen arkasında silüet halinde büyük bir “askeri” kalabalık onu büyük yürüyüşünde takip ediyordu. Muhtemeldir ki askerin açıktan değil de silüet halinde resmedilmesi, hem Kemalist hem de FETÖ’cü kadrolarıyla orduya duyulan eski inancın yerinde yeller esmesi kadar, toplumun ulaştığı demokratikleşme düzeyinde askerden medet ummanın mahcubiyet duyulacak bir durum olması vardı. Ya da FETÖ ile çok fazla içli dışlı olmanın getirdiği gizemli hallere bürünerek varlığın sıkıcılığından kurtulma dürtüsünün en sonunda CHP’yi de esir almış olmasıydı. Ya da bizzat tehdidi somutlaştıran bir etki yaratması amaçlanmıştı. Lafı uzatmayalım, burada esas olan uzunca bir süredir Kemalist cenahta dillendirilen “ikinci bir kurtuluş savaşı” ihtiyacına gönderme yapılıyor olması, klasikleşmiş “ordu göreve” sloganının tekrarlanması ve Kılıçdaroğlu’nun da “ulu önder” pozisyonuna yerleştirilmesiydi.

Fotoğrafa yönelik olarak CHP’nin FETÖ terör örgütünün “15 Haziran’da darbe olacak” tezviratına destek verdiği eleştirileri yapıldı. Bununla AK Parti’ye ve toplumun geniş kesimlerine açıkça gözdağı verildiğini görmemek elbette mümkün değildi. Daha vahim olan nokta ise, “demokrasi mücadelesi” verdiğini iddia eden bir partinin halen ordu gibi siyaset-dışı anti-demokratik güç odaklarını açıkça bir koz olarak kullanabilme cesaretini gösterebilmesiydi. Sergilediği bu ikiyüzlülük ve kandırmacayla CHP’nin günümüzün moda akımlarından “hakikat-sonrası” siyasetin nadide bir örneğini sergilediğini teslim etmemiz gerekir. Oysa Kılıçdaroğlu’nun 2010’daki Genel Başkanlığı, CHP medyası tarafından “Yeni CHP”nin doğumunu, “Kemalist CHP”den “demokratik CHP”ye geçişi temsil ettiği iddia edilmişti. Ancak bu son vakada da açıkça görmüş olduk ki Kılıçdaroğlu ve onun CHP’si halen otoriter Kemalist siyaseti devam ettirmekte ısrarcılar. Maalesef ülkenin en büyük muhalefet partisi ve toplumsal uzantıları Kemalizmin anti-demokratik sembol dünyasına hapsolup kalmış durumda. Daha da kötüsü koskoca CHP, FETÖ başta olmak üzere terör örgütlerinin ve dış mihrakların oyuncağına, kuklasına dönüşmüş izlenimi vermekte. 

Doğal olarak CHP’nin demokratik siyasete bu denli uzak oluşu, FETÖ gibi mekansız ve otoriter zihniyetli terör örgütleriyle ve millet iradesini hiçe sayan emperyalist dış güçlerle kol kola girip AK Parti’ye ve genel olarak da millete karşı iktidar mücadelesi vermesini kolaylaştırmaktadır. Batı’dan çakılan işaretle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bayraklaştırdığı Rabia işareti için Kılıçdaroğlu’nun alelacele “terör” sembolü yakıştırması yapması boşuna değil. Epeydir dış güçlerle ana muhalefet arasında dikkatleri celbeden bir senkronizasyon söz konusu. Bu yürüyüş eylemi, eylemin sahiplerinin iddialarının aksine CHP’nin demokratik siyaseti bir türlü benimseyemediğini bir kez daha göstermiş oldu.

FETÖ’nün yedeğinde CHP

Daha da ötesi, 2010 öncesi dönemde Kemalizm adına demokratikleşmeye direnen CHP’nin kabuk değiştirerek ortaya çıkan post-Kemalist dönemde giderek hırçınlaştığına ve farklı bir hüviyete büründüğüne şahit olduk. Gerçekten de post-Kemalist dönem Türkiye’de farklı bir iktidar mücadelesinin başlangıcı oldu. Bir yandan FETÖ vesayetten boşalan iktidar alanına tek başına kurulup, iktidarı tüm toplumsal gruplara kapama mücadelesine girişti. FETÖ’nün amacı dini görünümlü totaliter bir toplumsal düzen inşa etmekti. FETÖ’nün yanı sıra PKK-HDP ise ulusal alanda yaşanan karmaşadan ve Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan bölgesel altüst oluşlardan faydalanarak toplumun ana gövdesinden kopma mücadelesine tutuştu. Demokrasiden aynı ölçüde hazzetmeyen bu iki terör odağı, devlet otoritesini ve iktidarı ayakta tutan AK Parti’ye zaman zaman iyice aşikar olacak şekilde birlikte saldırdılar. Vesayet rejiminin yegane temsilcisi CHP ise, demokratik toplumsal düzende herhangi bir iktidar şansının olmadığının bilincinde olarak ve otoriter siyasi kodları nedeniyle tesis edilen demokratik siyaset zeminini hedef tahtasına koydu. Dolayısıyla, bu üç anti-demokratik iktidar odağı ortak bir amaçta bir araya geldiler: demokratik toplumsal düzenin tesisini engellemek. Bu mücadelede başrolde FETÖ bulunurken, CHP’nin ise baş figüran görevi gördüğünü söylemek gerekir. 

Bu ittifak genel olarak AK Parti’yi iki-yönlü olarak kuşatma stratejisi üzerinden şekillendi. Bu bağlamda, AK Parti hem Türk toplumu hem de uluslararası toplum nazarında gayrı-meşrulaştırılmaya ve siyaset-dışına itilmeye çalışıldı. Ayrıca, ittifak zamanla daha somut bir hal aldı. CHP başlarda FETÖ’nün AK Parti iktidarına yönelik hamlelerini sadece izlemekle veya fırsata çevirmekle yetinirken, daha sonraki süreçte ittifak, beraber oyun kurma ve rol paylaşımı noktasına evrildi.

Bunun ilk örneği, Eylül 2011’de MİT ile İmralı arasındaki Oslo görüşmelerinin FETÖ ve yabancı istihbarat örgütleri tarafından sızdırılmasıydı. Bu hamle, Kürt sorununun çözümü ve siyasetin normalleşmesinin sabote edilmesini hedefliyordu. Olay patlak verince CHP’nin tavrı “nasıl olur da devlet terör örgütleriyle görüşebilir” itirazı çizgisinde şekillendi. CHP bunun devamı niteliğindeki Şubat 2012’deki MİT krizinde de benzer bir pozisyon aldı. Oysa aynı CHP başka bir terör örgütü olan FETÖ’nün operasyonuyla henüz lider değişimine gitmiş, Deniz Baykal’ın yerine Kılıçdaroğlu gelmişti. Aynı dönemde FETÖ’nün çizgisini beğenmediği MHP’ye kaset operasyonu çektiğini de burada not etmek gerekir.

İttifakın arka planı

İttifakın daha ileri bir boyuta taşınması Mayıs-Haziran 2013 Gezi kalkışması sırasında gerçekleşti. FETÖ’nün tezgahladığı ve ustaca organize ettiği olaylara CHP ve toplumsal uzantıları açık destek verdiler. Kılıçdaroğlu yaptığı açıklamalarda olayı demokrasi isteyen toplum ile “otoriter” bir iktidar karşıtlığı üzerinden değerlendirdi. Otoriterleşme ve tek adam söylemi üzerinden AK Parti iktidarının toplumsal meşruiyetinin altının oyulması ve otorite boşluğu yaratılması hedeflenmekteydi. Ancak AK Parti’yi Arap Baharı sürecinde çöken diktatöryel yönetimlerle eşitleme çabası halk tarafından kabul görmedi.

Bunun üzerinden çok geçmeden dershane tartışmalarıyla ısınan gündem 17-25 Aralık 2013 yargı darbe girişimiyle sarsıldı. Bu sefer FETÖ “yozlaşmış” bir iktidar algısı yaratarak AK Parti’nin toplumsal meşruiyetini zayıflatma yoluna gidiyordu. Bu süreçte CHP daha da açıktan tavır alarak “darbe girişimi yolsuzluğu asla aklamaz” propagandasına girişti. Meşru siyasi iktidara karşı girişilen açık darbe girişimini sorun etmek yerine, darbecilerin söylemine yaslanmayı tercih etti. İttifakın iyice belirginleşmesi, kamuoyunda Kılıçdaroğlu’nun darbe girişiminden bir hafta önce Aralık başında yaptığı ABD gezisine yönelik tartışmaları başlattı. Kılıçdaroğlu’nun bu gezide ABD’li bazı yetkililer ve FETÖ terör üyeleriyle görüşüp fikir alışverişinde bulunduğu iddia edildi.

Bu olaylar sıcaklığını korurken ve Mart 2014 yerel seçimleri yaklaşırken Ocak 2014’te MİT TIR’ları krizi gerçekleşti. Otoriterlik propagandası tutmayınca bu sefer Türkiye’yi uluslararası alanda teröre destek veren ülke durumuna düşürmek için FETÖ tarafından tezgahlanmış bu operasyon devreye sokuldu. Bölgede DEAŞ terörünün zirve yaptığı bir anda bu operasyon gerçekleşiyordu. Yerel seçimler öncesi devlet yetkililerinin Suriye meselesini ele aldıkları gizli toplantı kayıtlarının sızdırılmasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Kılıçdaroğlu burada da FETÖ’nün operasyonunu görmek yerine, terör örgütünün istediği çizgide Türkiye’yi Suriye’deki terör örgütlerine silah sağlamakla suçluyordu.

2019 sert geçecek

Bu noktada PKK-HDP’nin “kutsal ittifak”a yavaştan giriş yaptığını görüyoruz. 2014’te bazı HDP’li vekillerin fitilini ateşlediği 6-8 Ekim Kobane olayları ve Temmuz 2015’te başlayan “çukur” siyaseti; Temmuz 2015’te Suruç’ta, Ekim 2015’te Ankara Tren Garı’nda, Haziran 2016’da İstanbul Atatürk Havalimanı’nda ve Ağustos 2016’da Gaziantep’te düzenlenen kanlı DEAŞ terör eylemleri –FETÖ’nün suiistimalinin olduğu Mayıs 2013’teki kanlı Reyhanlı saldırısını da unutmamak gerekir– ve en son Aralık 2016’da Beşiktaş’ta TAK’ın üstlendiği bombalı saldırılarla Türkiye adeta bir terör çemberine alınıyordu. Türkiye terör örgütleri tarafından kuşatılırken CHP’nin tavrı tam da terör örgütlerinin istediği türdendi. Kılıçdaroğlu ısrarla AK Parti iktidarını “cihatçı” teröre destek olmakla suçlama ya da güvenlik zaafiyeti üzerinden yıpratma yoluna gidiyordu.

CHP’nin FETÖ ile ittifak ve etkileşimine 15 Temmuz başarısız darbe girişimini hem de davaların görülmeye başlandığı bir zaman diliminde dozajını daha da artırarak “kontrollü darbe” ve “20 Temmuz darbesi” gibi ithamlarla sulandırma çabalarını, Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçiminde “çatı aday” belirlenmesinde FETÖ’nün rolünü, 7 Haziran ve 1 Kasım Genel seçimlerinde FETÖ’nün CHP’ye sağladığı taktiksel desteği ve en son 16 Nisan 2017 referandumu sürecinde FETÖ’nün “hayır bloğu” içerisindeki etkinliğini de ayrıca eklemek gerekir.     

CHP, FETÖ, PKK-HDP ve bazı liberal aydınların uzunca bir süredir bir çıkar birliği kurdukları aşikar. Bu kutsal ittifak demokrasi, özgürlük ve birlikte yaşam gibi değerlerin arkasına saklanarak kendisini görünmez kılmaya çalışmaktadır. Ancak özellikle CHP-FETÖ işbirliğinde somutlaşan ittifakın bu değerleri hiçe saydığı ve Türkiye’nin normalleşerek demokratik bir toplumsal düzene geçişini engelleme temelinde tesis edildiğini görmekteyiz. 2019’daki yerel ve genel seçimlere kadar olan süreçte AK Parti’nin öncülüğündeki demokrasi bloğu ile yeni sisteme direnen şiddet bloğu arasındaki mücadelelerin sertleşerek devam edeceğini beklemek gerekir. Bu süreç, FETÖ ve ana muhalefet tarafından ölüm-kalım düzeyinde kritik bir dönüm noktası olarak görülmektedir.

[email protected]

Dr. Ali Aslan / İstanbul Medeniyet Üniversitesi-SETA