Devleti tekelleştirme ve teo-politik tasavvurlar

Prof. Dr. Burhanettin Duran
8.02.2014

Ümmetin maslahatına en iyi kendi siyaset tarzının hizmet ettiğini ileri sürmek bir dini grup için anlaşılabilir. Ancak dini hizmeti kendi tekelinde görmek ve bunun için hem diğer İslami aktörleri tasfiye yetkisini kendine tanımak hem de bu yolda uluslararası aktörlerle tartışmalı işbirliklerine girmek kabul edilebilir bir durum değildir.


Devleti tekelleştirme ve teo-politik tasavvurlar

Arap Baharı sonrasında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da öne çıkan konulardan birisi İslamcıların geleceğidir. Bu konu Tunus’tan Mısır’a ve Türkiye’den Yemen’e bütün siyasi sistemlerin gündemi durumundadır. İhvan’ın iktidardan düşürülmesi ve terör örgütü ilan edilmesine kadar bu konu İslamcıların iktidarla ne yapacağı üzerine odaklanmaktaydı. Zira bölgedeki örgütlü gruplar olarak İslami hareketler Arap Baharının getirdiği değişim dalgasından en fazla istifade eden aktörlerdi. Kısa sürede ise yeni bir tür otoriterlik üretmekle ve kendi İslamcı gündemlerini dayatmakla suçlandılar ve tasfiye edildiler. Tunus’ta Raşid Gannuşi’nin esnek siyaseti sayesinde bir uzlaşma üretilebildi ancak iktidar oyunundan bir şekilde tasfiye edilme ihtimali hala mevcut. İslamcıların kısa süreli iktidar deneyiminde göze çarpan bir husus da İslami gruplar arasındaki rekabet oldu. Mısır’da Selefi Nur Partisi’nin askeri darbeye aktif destek vermesi dikkat çekmiştir. Böylece, Mısır’da İslamcı aktörler bir uzlaşma üretemedikleri için Şiici-Vahhabi kutuplaşmanın getirdiği sert teo-politik söylem ve pratikleri aşacak bir demokratik İslami tecrübe yaratılamadı. İslamcı aktörlerin birbirine düşmesinden istifade eden otoriter-seküler eski elitler yeniden iktidarı ele geçirdiler. 

İhvan hattı yer altına itilirken Selefiler etkisizleştirildi. Daha da ilginç olan İhvan’ın yeni dönemdeki kaderi henüz belli değilken ilham kaynağı olan Türkiye’deki İslami hareket yeni bir dönemece girmiş görünmekte. Bu yazının amacı yukarıda resmedilen çerçevede Türkiye’deki İslami hareketin geleceğini Ak Parti-Gülen Cemaati arasındaki mücadele üzerinden okumaktır.

İslami hareket nereye gidiyor? 

Kuşkusuz Türkiye’deki İslami hareket Ortadoğu’daki İslami hareketlerden ayırt edici özelliklere sahiptir. Kolonyal bir geçmişe sahip olmaması, aşkın bir devlet tahayyülünün dominant bir kod olması ve şiddete bulaşmamış olması bunlardan bazılarıdır. Yine, Kemalist laikliğin güvenlikleştirici politikası yüzünden “İslami sistem talebi” hep dolaylı olarak dillendirilebilmiştir. Bu sebeple Milli Görüş partileri dahil İslami aktörlerin büyük çoğunluğu “İslamcı” tanımlamasını kabullenmemişlerdir. Şeriatın uygulanması talebi de kamusal alana taşınamamıştır. Daha ziyade başörtüsü, dini eğitim ve daha İslami bir hayat yaşama arzusu etrafında bir İslami hareket şekillenmiştir. Bu hareketin taşıyıcıları arasında aydınlar, dernekler, dergiler ve radikal örgütlenmeler olsa da ana yapı Milli Görüş ve cemaatler/tarikatlar (Nakşiler ve Nurcular başta olmak üzere) tarafından temsil edilmiştir. Bu aktörlerin ilki siyasal parti olarak iktidara gelmeyi ve bu şekilde İslamlaşmayı temin etmeyi hedeflemiştir. İkinci grup ise toplumsal alanda örgütlenerek dini yaşamın zenginleştirilmesini amaçlamıştır. Türkiye’deki İslami grupların İslamlaşmanın nasıl olacağı konusundaki metot farklılaşması siyasete müdahil olma şekillerini de etkilemiştir. Milli Görüş partileri ile cemaatler (MSP-Nurcular; RP-İskenderpaşa) arasında yaşanan gerilimler bir yanıyla dini temsil anlamında bir rekabetin diğer yanıyla da metot farklarının sonucuydu. Hatırlanacağı üzere 28 Şubat süreci İslami Hareketin (başlangıcı 1980’lere giden) dönüşümüne ivme kazandırdı. Bu sürecin “istenmeyen bir sonucu” olarak Milli Görüş’ün içinden çıkan siyasetçiler kendilerini bu hareketten ayrıştırarak yeni bir çizgiyi oluşturdular ve 2002’de iktidara geldiler. Muhafazakar demokrasi (Ak Parti) olarak adlandırılan bu yeni çizgi bir yandan İslamcı siyaseti reddederken diğer yandan kapsayıcı ve muğlak bir medeniyet söylemi geliştirdi. 2000’li yılların etkili cemaati ise Milli Görüşü İslamcı olmakla eleştiren ve ulus-ötesi bir hizmet ağına dönüşen Gülen hareketi olmuştur. Bu noktada şunun altını çizmeden geçmemek lazım: Türkiye’de İslami hareketin geleceğini düşünürken kendisini İslamcı olarak nitelemeyi reddeden iki aktörün ( Ak Parti ve Gülen Cemaati) yaşadığı dönüşümü incelemek zorunda olmak bir ironi oluşturmaktadır. Bu iki aktör hem İslami hareketin kendi dönüşümünü hem de ülkenin demokratikleştirilerek devlet kurumlarının reforme edilmesini ana gündem maddesi yapmışlardır. Reform konusunda sağlanan ittifak önemli bir sinerjiyi açığa çıkarmıştır. Kemalist baskıcı oligarşinin geriletilmesinde ve parçalanmasında bu sinerji çok etkili olmuştur. 2010 referandumu ve 2011 seçimlerine kadar Kemalist hegemonik bloğu parçalayan bu sinerji Ak Parti ile Cemaat arasında bir ittifak üretmiştir. Siyasal partilerle arasına mesafe koyan Gülen cemaati ilk defa bir siyasal partiye angaje olmuş ve parti tabanı ile cemaat tabanı yakınlaşmıştır. Karşılığında ise hayır ekonomisi alanında sivil toplumda genişlemesinin yanı sıra kritik devlet kurumlarında yaygın ve derin bir kadrolaşma fırsatı bulmuştur. “Yeni Türkiye’nin” oluşturulmasına katkı sağladığı düşünülen bu iki aktör arasındaki ilişkiler 7 Şubat 2012 MİT Krizi ile yeni bir evreye girdi. Bu iki aktör arasındaki siyasa gerilim dershanelerin kapatılması tartışması ve 17 Aralık 2013 süreci ile açık bir iktidar mücadelesine dönüştü. Bu mücadele Türkiye’deki İslami hareket açısından ne ifade etmektedir?

İslami hassasiyetlere sahip iki aktör Ortadoğu’daki İslamcı hareketler gibi bir imtihandan geçmektedir. Hem de on yılı aşkın bir iktidar tecrübesinden, başarısından ve kazanımlarından sonra. Daha açık söylemek gerekirse, hem Ak Parti hem kendisini dini hayır ve hizmet örgütlenmesi olarak sunan Gülen Cemaati de ciddi bir sınavdan geçmekte. Bu sınavın muhtemel sonuçlarına odaklanmadan önce iki aktörün din-siyaset bağlamında konumlarını yakından incelemek yerinde olacaktır.

AK Parti’nin farkı

Ak Parti’nin kendisini Milli Görüş’ten ayrıştırmasındaki en önemli yanlardan birisi dini cemaat/hareket olma iddiasından vazgeçmesiydi. Böylece hem iktidar olmanın gerektirdiği pragmatizm ve yüksek performans gösterilebildi hem de İslami talepler karşılanırken İslami ilkeler gündelik siyaset adına yıpratılmamış oldu. Ak Parti’nin bu başarılı tecrübesi Ortadoğu’daki İslami hareketlere apaçık bir ilham kaynağı oldu. İhvan iktidardan düşürülmeseydi muhtemelen benzer şekilde partileşme sürecini tamamlayacaktı. Selefiler ise partileşme sürecinde ilkesiz ve fırsatçı bir tarz üreterek bunun ne kadar sancılı olduğunu gösterdiler. Arap Baharı sonrasında Ak Parti, çok katmanlı bir medeniyet söylemi sayesinde bazı İslam kavramları siyasal söyleminin gündemine taşısa da bu temalar İslamcı yukarıdan aşağı bir siyaset üretmeye matuf değildir. Daha ziyade İslami hassasiyetlere sahip bir siyasetin bölgesel yeni dil arayışının tezahürleridir. Bölgedeki Şiici-Vahhabi teo-politik söylemi karşılamak isteyen bir çabadır. İç siyasette seslendirilen muhafazakar temalar (dindar nesil yetiştirmek, kızlı-erkekli tartışması vs.) ise İslami taleplerin sönümlendiği sınırları ve laikliğin pekiştirildiği sınırları belirginleştirmiştir. Gülen Cemaati ise en başından itibaren Milli Görüşü İslamcı olmakla eleştirmiş ve İslami söylemle parti siyaseti yapılmasını reddetmiştir. Demokrasi ve laikliğe yaptığı vurgu ile içte, dinler arası diyaloğa çağrısı ile de dışta İslamcı olmadığı algısını pekiştirmiştir. Bilindiği üzere İslamcı kelimesi Batı dünyasında negatif içerikle yüklenmiş durumdadır. Türkiye’de ise durum daha karmaşık. İslamcı tanımlaması iktidarı/devleti ele geçirme anlamında olumsuz görülmektedir. İslami hassasiyetlere sahip çıkma ve Ümmetin menfaatini koruyan aktör olma anlamında ise olumlu bir anlam taşımaktadır. İkinci anlamda siyaset yapmayı önceleyen Ak Parti ve Gülen Cemaati İslamcı olmayı reddetmektedir. Ancak söylemleri ve yaptıkları ile İslami hareketin geleceğini belirlemektedir.

Söyleminin yanı sıra Milli Görüş’ün İslamcı olma noktasında eleştirildiği iki konu vardı: Gizli bir İslamlaşma gündemine sahip olmak ve bunun için devleti ele geçirmeye çalışmak. Bu da siyasal bir mühendislik projesi peşinde olmak anlamına gelmekteydi. Son dönemde Gülen Cemaati’ne yakın medyada Ak Parti’nin önde gelenleri özellikle Mavi Marmara olayından sonra İslamcı olmakla (İran’a yakın siyaset takip etmekle) eleştirilmeye başladı. Ayrıca, Kemalistler gibi yukarıdan aşağı toplumu dizayn etmeye çalışmakla suçlandı. İlginçtir son günlerde de Gülen cemaati devleti ele geçirmek istemekle yani bir anlamda negatif olduğu düşünülen “İslamcı” bir gündem takip etmekle eleştirilmektedir. Belirli bir din yorumuna sahip kadroların organize şekilde devlet içinde odaklanması ve siyasal dizayn yapmak için uluslararası ittifaka girmesi konuşulmaktadır.

Mücadelenin sonuçları

Aslında devleti ele geçirme gayreti Türkiye siyasi hayatında birçok ideolojik hareket için söz konusu edilmiştir. 1990’larda bu suçlama daha çok İslami hareketler için gündeme getirilmiştir. 28 Şubat darbesinin irticayı iç tehdit tanımlaması olarak sunmasının altında bu suçlama/korku yatmaktaydı. 2002’de iktidara gelen Ak Parti muhafazakar demokrasi söylemi ile devleti ele geçirerek yukardan aşağı bir İslamlaşma hedefinin olmadığını içte ve dışta ilan etmiş oldu. AB sürecine de sahip çıkarak demokrasiyi içselleştirdiğini ve yeni laiklik tanımlamasıyla da İslami kesimleri sisteme entegre ettiğini gösterdi. Bazı sosyal bilimcilerin “Kemalizm’in başarısı” olarak selamladığı bu entegrasyon İslami renklerin kamusal alanda temsilini kolaylaştırdı. Türkiye’deki vesayet rejimi İslami aktörlerin eliyle dönüştürüldü. Farklı kimlik taleplerine (kamuda başörtüsü özgürlüğü dahil) yönelik güvenlikleştirme önemli ölçüde sonlandırıldı. Bütün bu normalleşme sürecinin yeni tamamlandığı bir aşamada 17 Aralık süreci ile yeni bir evreye girildi. Ak Parti ve Gülen Cemaati arasındaki iktidar ve söylem mücadelesinin İslami harekete muhtemel etkilerini şu şekilde sıralayabiliriz.

İlk olarak, özünde bir siyasal parti/hükümet ile cemaat arasındaki iktidar mücadelesi olmasına rağmen yeni bir teo-politik söylem şekillenmektedir. Bu defa kapışma Kemalistlerle İslamcılar arasında değil; iki İslami hassasiyete/iddiaya sahip aktör arasında. Hesaplaşma hem yargı-emniyet-istihbarat marifetiyle gerçekleştirilmeye çalışılmakta hem de Mahkeme-i Kübra hatırlatılmaktadır. “Beddua/padişah” ve “haşhaşin/sahte veli” suçlamalarında görüleceği üzere sert bir söyleme savrulmuş durumda. Bu teo-politik söyleme tepki olarak yeni bir laiklik tanımı ve pratiği arayışı ortaya çıkabilir. Siyasal ve dini huzuru kaçıran sert dini söylemler yapı bozumuna uğratılarak terkedilebilir.

İkinci olarak, bu mücadele Gülen Cemaati’ni aşırı siyasallaştırarak dini hizmet ve heyecan iklimini siyasetin sert kayalarında harcamaktadır. Gülen Cemaati’nin dini söylemi gittikçe sorunsallaştırılmakta ve diğer İslami gruplar tarafından ötekileştirilmektedir. En çok da Gülen Cemati’nin dini misyonu ve seçkinlik/üstünlük duygusu eleştirilmektedir. Aslında birçok İslami cemaat/tarikat kendisini fırka-i naciye olarak görür. Amaç Hz. Peygamber döneminin gerçek İslami hayatını gerçekleştirmektir. Allah’ın inayeti fırka-i naciye ile birlikte olacaktır. Ancak bazı İslamcı gruplardaki bu “sahih İslami anlayışı” temsil iddiası dışlayıcı bir mahiyete bürünmektedir. Ümmetin yerine kendisini koyan bu tür gruplar hem diğer İslami aktörleri gerekli görürlerse tasfiye etme hakkını kendine tanımakta hem de bunu İslami bir vazife olarak büyük bir gönül rahatlığıyla yapmaktadır. Şia’yı küfürle itham eden Selefiler de Sünnileri gerçek İslam’dan sapmakla suçlayan Şiicilik de aynı ruh haline bürünmektedir. Afganistan’dan Suriye’ye farklı İslami yorumlara sahip Müslümanları yok etmeyi rahatlıkla benimseyen bu ruh hali gerçek İslam’ı temsil iddiasının mutlaklaştırılmasının marazıdır.  Diğer bir deyişle, Ümmetin yerine kendini koymaktır. Bu iddianın en tehlikeli yönü misyonunun önüne çıkan her şeyi devirmeyi kendinde hak görmesidir. Engellendikçe daha kesin inançlı bağlılar oluşturmasıdır. Daha etkin olmak için radikalleştikçe her şey araçsallaşır ve ilkelerden uzaklaşılır. Bu da bir gizli gündemi olan bir örgüt algısı yaratır. Böylece siyasetin bütün negatif unsurları dini bir hareketi fakirleştirir. Bu nokta dini hareketlerin siyasetle yaşadığı imtihandır.

Gülen Cemaati’nin, bütün iddialarının aksine, ümmetin yerine Cemaati koymakla aynı “İslamcı” hatayı tekrarladığı söylenmektedir. Latif Erdoğan’ın Gülen Hareketi’ne yaptığı eleştiri bu meyandadır: “Burada üzerinde durulması gereken konu ‘cemaat’a yüklenen anlamdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu kavramdan kastı bütün bir ümmettir. Dolayısıyla onu ümmetin küçük bir parçasına indirgemek, en azından eksik ve yanlıştır. Ayrıca, ‘cemaat’ kavramına daha sonra yüklenen anlamlarla Nur hareketinin uzaktan yakından alakası yoktur.”

Ümmetin maslahatı kıstası

Ümmetin maslahatına en iyi kendi siyaset tarzının hizmet ettiğini ileri sürmek bir dini grup için anlaşılabilir. Ancak bunu tekelinde görmek ve bunun için hem diğer İslami aktörleri tasfiye yetkisini kendine tanımak hem de bu yolda uluslararası aktörlerle tartışmalı işbirliklerine girebilmek ileri bir aşamadır. Dini kurtuluş iddiası siyasal iktidarı da ele geçirmeyi içerirse teo-politik bir iddiayı ve söylemi üretir. Bu yönüyle Ortadoğu’da çatışmayla sonuçlanan kutuplaşmacı teo-politik söylemlere zemin hazırlayan bir boyut taşımaktadır. Böyle bir süreç hayır ve hizmet idealini sekteye uğrattığı gibi olumsuz anlamda eleştirilen İslamcılığı yeniden üretir. İktidarın yozlaştırıcı etkisinden partiler kaçamazken dini bir grup kendini korumada daha korunaksızdır. Gülen’in şahsına yönelik polemikler ve suçlamalar bir dini liderin maneviyatının siyasetin kıyıcı gündemine nasıl alet edildiğini göstermektedir.

Üçüncü olarak, bu iktidar mücadelesi İslami hassasiyetlere sahip aktörlerin Türkiye kamusal hayatına vurdukları İslami rengi sınırlandırmaktadır. Yolsuzluk ve paralel devlet suçlamaları samimiyetsizlik, adaletsizlik ve hırs görüntüsü oluşturmaktadır. Başarılarıyla özgüveni yükselen İslami hareket zenginlik, iktidar, paylaşım ve adalet sınavında düşük performans göstermektedir. Hayır sektörünün yolsuzluk ve iktidar arayışı ile birlikte konuşulur hale gelmesi yine olumsuz bir gidiş olarak değerlendirilebilir. Dini grupların hizmet iddiası büyü bozumuna uğramakta ve beşeri/seküler yan açığa çıkmaktadır. Diğer bir tabirle, bu mücadele dini olanla seküler olanın aslında ne kadar melez bir konumda durduğunu bir kez daha göstermektedir. 

Dördüncü olarak, Türkiye İslami hareketinin Sünni kodlarında mevcut olan “aşkın devleti” benimseme tavrı Ak Parti iktidarında somutlaşmış ve rejim ile hükümet bütünleşmesine yönelmişti. Gülen Cemaati’nin devleti ele geçirmekle suçlanması ve Hükümetin de devletçi/Kemalist reflekslere bürünmekle eleştirilmesi devlet konusunu yeniden sorunsallaştırmaktadır. Devlet kime aittir? Post-Kemalist bir dönemde devlet bir partinin ya da dini cemaatin mi olacaktır? Kısa vadede devletin kurumları içinde gerçekleşen mücadele bir yandan istikrarsızlık ve yeni bir vesayet odağı ile hesaplaşma anlamına gelmektedir. Bunun Gülen Cemaati etrafında bir güvenlikleştirme dalgası yaratması ihtimali mevcuttur. Devletin kritik kurumlarında örgütlü gruba yapılacak tasfiye önceki dönemin klasik aktörlerini dengeleyici bir konumda geri getirebilir.

Uzun vade de ise yukarıdaki soruların cevabını aramak devlet tahayyülünü somut bir zemine indirmekte ve aşkınlığını kaybettirmektedir. Ayrıca, bu da yeni bir toplumsal sözleşmeyi ve yeni bir demokratikleşme dalgasını getirecek boyutlar taşımaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin dönüşümünde pay sahibi olan aktörlerin eliyle İslami hareket yeni bir döneme girmiştir. Siyasetin sadece uzlaşma yoluyla değil çatışma yoluyla da kendini ürettiğini biliyoruz. Gülen Cemaati ile Ak Parti arasındaki mücadelenin çok yönlü (hem zenginleştirici hem fakirleştirici) etkileri olacaktır. Belki de en olumlu yanı Türkiye’deki ideolojik hareketlerin devleti dönüştürme ya da ele geçirme çabasının sorgulanması, hatta terkedilmesi aşamasına gelinme ihtimalidir. Devlet, Kemalizm, laiklik ve demokrasi kavramları İslami hassasiyetlere sahip aktörlerin gündemleri ve mücadeleleri üzerinden yeniden tartışılmaktadır. Devleti koruma ya da devleti ele geçirme gayretinin dini referanslarla yapılmasının sıkıntıları daha net ortaya çıkacaktır. Bu ihtimalin sert dini söylemler ve güvenlikleştirme üretmesi durumunda Türkiye İslami hareketi fakirleşecek ve ilham kaynağı olma şansını yitirecektir. Daha istikrarlı, daha katılımcı ve daha çoğulcu bir demokrasi üretmesi durumunda ise Türkiye tecrübesi Ortadoğu’daki halklara ışık tutmaya devam edecektir. Türkiye’nin dinamik sosyo-ekonomik yapısına olan güvenim bana ikinci ihtimalin galip geleceğini düşündürtmektedir.

[email protected]